İşçi sınıfının 200 yılı aşkın mücadelesi farklı uğraklardan geçmiş, farklı koşullar altında farklı yollar ve yöntemlerle zenginleşerek yol almıştır. Dünyanın farklı bölgelerinden farklı deneyimlerle ilerleyen bu mücadelede önemli kazanımlar elde edilmiş, bu kazanımların bir bölümü giderek tüm dünya işçi sınıfının genel kazanımları haline gelmiştir. Yanı sıra birçok yenilgiler alınmış, kimi kazanımlar da kaybedilmiştir. Ancak ne genelde insanlığın ileriye doğru gidişi, ne de işçi sınıfının mücadelesi sonlandırılabilmiştir. Yenilgiler, savrulmalar, kayıplar, ricatlar olmuş, hatta nispeten uzun dönemlere yayılan gerilemeler söz konusu olmuşsa da, Prometheus’un ateşi hiçbir zaman söndürülememiştir.
Genellikle gerileme dönemleri söz konusu olduğunda, hele de bunlar uzun dönemli olduğunda, mücadele edenlerin sayısının azalması ve mücadeleye inancın zayıflaması sık görülen olgulardır. Ancak tarih, “bu toplumdan adam olmaz” ya da “işçi sınıfından adam olmaz” diyen mücadele kaçkınlarını er ya da geç haksız çıkarmıştır. İşçi sınıfının kendi varoluşunun başından bu yana ne şartlarda mücadele verdiği, ne badireleri atlattığı genellikle bilinmez ya da unutulur. “Onlar eskide kaldı” diyenler de aslında o mücadelelerin ve tarihin gerçek boyutlarını ve ruhunu görememekle malûldürler. Birçok işçi de bu tarihi bilmediği için, kendi döneminin olumsuz deneyiminden ya da atmosferinden bir kesiti genel çıkarımlar yapmak için yeterli görmektedir.
İşçilerin tarih boyunca neler yaptıklarını görmek, sınıf bilinci bakımından hangi düzeylere ulaşabildiklerini, dolayısıyla ne büyük bir potansiyele sahip olduklarını bilmek temel önemdedir. Bu konuda pek bilinmeyen bir anekdotu en başta aktarmak yararlı olabilir. 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında Alman işçi sınıfı kitlesel ölçekte hayli yüksek bir sınıf bilinci düzeyine ulaşmıştı. Bugün birçokları için adı bile ürkütücü gelebilecek Komünist Manifesto gibi bir kitabın o dönem Alman işçileri için ne anlama geldiğine tanıklık eden şu örnek çarpıcıdır:
“Komünist Manifesto hakkında bugüne dek duyduğum en güzel hikâye, 1980 yılında hayata veda eden büyük uluslararası ilişkiler kuramcısı Hans Morgenthau’nun ağzından dinlediğimdi. Yetmişli yılların başında New York Kent Üniversitesi’ndeydik ve Morgenthau, Birinci Dünya Savaşı’ndan önce Bavyera’da geçen çocukluk günlerini anıyordu. Coburg adında bir işçi mahallesinde hekimlik yapan babası, hasta ziyaretlerine gittiğinde onu da çoğunlukla yanında götürürmüş. Hastaların çoğu veremden ölüp gidiyormuş; hiçbir çaresi olmayan bu hastalık karşısında hekimlerin elinden gelen tek şey, hastaların hiç değilse onurlu bir biçimde ölmelerine yardım etmekmiş. Baba Morgenthau hastalarına son arzularını sorduğunda, işçilerin çoğu öldüklerinde Manifesto’yla birlikte gömülmek istediklerini söylüyormuş. Rahibin gizlice ölü odasına sızıp da ellerinin arasına Manifesto yerine İncil’i sokuşturuvermemesine dikkat etsin diye hekime yalvarıyorlarmış.” (Marshall Berman, Marksizmle Maceram, İletişim, 3. baskı, 2014, s.299)
Tarihin sayısız kez tanıklık ettiği ve en bilinen örnekler olarak Paris Komünü ve Rus Devrimlerinde çarpıcı biçimde ortaya konduğu gibi, işçiler bir kez inandıklarında her şeyi göze alarak ölümüne mücadele ederler. Meğerki önderleri ve örgütleri onları yanlış yollara sokup ihanet etmesin, onlara güven versin ve onları doğru bir mücadele yoluna sevketsin! Önderliklerinden yana tüm handikaplara rağmen, yukarıdaki anekdotta bahsi geçen sosyalist Alman işçileri de sonraki yıllarda devrim için kahramanca mücadele verdiler, yenilmelerine rağmen sonraki yıllarda yükselen faşizme karşı savaştılar. Ancak tam da kendi örgüt ve önderliklerinin ihanetleri yüzünden faşizmin tarihteki en vahşi örneği olan Alman Nazizminin balyozu altında ezildiler. Almanya’nın yenilgisiyle sonuçlanan birinci emperyalist dünya savaşı, ardından devrimler, ayaklanmalar, karşı-devrimler ve faşizm süreci ve nihayet yine yenilgiyle sonuçlanan ikinci emperyalist dünya savaşı, dünyanın bu en gelişkin işçi sınıfını koca bir tarihsel dönem boyunca geriye savurdu. Bu savrulma savaştan sonra da, bu kez Soğuk Savaşın en önemli cephe ülkesi olarak Almanya’da dünya emperyalizminin doğrudan müdahaleyle tesis ettiği baskıcı rejimin basıncı ve ülkenin yeniden inşası seferberliğiyle sürdürüldü.
Bizim burada dikkatimizi odaklamak istediğimiz nokta, özellikle belirli bir mücadele geleneği olan ülkelerdeki deneyimlere bakıldığında karanlık dönemlerde de mücadelenin sürdüğü ve giderek karanlıkların sökülüp atılmasında belirleyici hale gelebildikleridir. Bugün Türkiye’nin de ağır baskı koşullarından geçtiğini düşündüğümüzde, bu mücadele deneyimlerinin hatırlanmasında büyük yarar olduğu açıktır. Türkiye işçi sınıfı ve sosyalist hareketi 1980 askeri faşist darbesinden sonra belini bir türlü doğrultamamış ve ülkedeki temel siyasi süreçler neredeyse tümüyle egemen sınıf içi kavgalar zemininde cereyan etmiştir. Bugünkü karanlık gidişi hazırlayıp doğuran süreç de bunun bir istisnası değildir.
Türkiye işçi sınıfı Asyatik geleneklerin ve kültürün ağır yükünün, gecikmiş kapitalist gelişmenin ve Türkiye’nin Soğuk Savaş’ın bir cephe ülkesi olmasının doğurduğu handikaplarla boğuşmak zorunda kalmıştır. Bu handikaplarla örülü tarihsel cendereden çıkış yolunda, 1960-1980 arası dönemde büyük bir uyanış ve atılım yaşamıştır. Tam da bu uyanışın tamamına ermemesi için kıyıcı burjuvazi 12 Eylül darbesini indirmiştir. Bu uyanış yarım kalmamış olsaydı, Türkiye’nin siyasal tarihi hiç kuşkusuz daha başka olurdu. Benzer kapitalist gelişme düzeylerine sahip birçok Latin Amerika ülkesinde de aşağı yukarı aynı dönemlerde askeri darbeler gerçekleşti, faşist cunta rejimleri hüküm sürdü. Bu rejimlerin hepsi aynı Türkiye’deki gibi 80’li yıllarda çözüldüler. Ancak bu ülkelerde çözülüş süreçlerinde ya da sonrasında işçi sınıfı hareketi, öğrenci hareketleri, sosyalist hareket, uğradıkları tüm hasara rağmen tekrar ayağa kalkabildiler.
Latin Amerika’dan kısa birkaç kesit vermek gerekirse, örneğin Brezilya’da askeri diktatörlük 1964-85 arasında 21 yıl sürdü. Buna rağmen illegal örgütlülükler üzerinden büyütülen ve metal işçilerinin başını çektiği hareket hem mevcut sendika bürokrasisine ve devlete bağımlı sendika yapılanmasına karşı sınıf muhalefetini büyütmeyi başardı, hem de sınıf yönelimine sahip sosyalist akımlar dâhil olmak üzere diğer ilerici muhalefet eğilimlerini etrafına çekip, geleneksel burjuva düzen partilerinin dışında yeni bir parti olarak İşçi Partisi’ni (PT) yarattı. PT, bünyesinde topraksız tarım işçileri hareketinden, kendilerini genelde Hıristiyanlığın sosyalist bir yorumuna dayandıran anti-kapitalist Hıristiyan hareketine, kadın hareketinden öğrenci hareketine kadar çok geniş bir muhalefet dinamikleri yelpazesini kucaklayarak kendini egemen burjuvaziye zorla dayatmıştı. PT’nin başını çeken sendika önderleri 1978-79 grev dalgasına ve 1980’deki büyük metal grevine önderlik etmiş işçilerdi. Bu grevler nedeniyle işçi liderleri rejim tarafından tutuklanmış, sendika merkezi askerler tarafından işgal edilmişti. Ancak grev sırasında her gün on binlerce işçinin katıldığı dev toplantılar örgütlenmiş, büyük bir seferberlik yürütülmüştü. PT’nin devrimci bir işçi partisi niteliği taşımaması, giderek ehlileştirilmesi ve yozlaşması ayrı bahistir. Onun düzenin tüm baskılarına rağmen başta metal işçilerinin dinamiğiyle yeraltından gelip Brezilya gibi bir ülkede iktidara kadar yükselmesiyse, Brezilya siyasetinde işçi sınıfının, sosyalizmin kendine önemli bir alan açması anlamına gelen ciddi bir siyasal olgudur. İktidarda büyük oranda çürümesine ve düzene büyük hizmetler etmesine rağmen PT, burjuvazi tarafından hiçbir zaman hüsnükabulle karşılanmamıştır.
1960’lı ve 70’li yıllarda dünya çapında bir devrimci yükseliş yaşanıyordu. Bu yükseliş doğal olarak ABD liderliğindeki emperyalist-kapitalist sistem için hayati bir tehlike ifade ediyordu. Görüldüğü her yerde bu tür yükselişleri ezmeye azmeden ABD emperyalizmi, yerel burjuva egemenlerle bu ülkelerin hemen hepsinde, Latin Amerika’sından Türkiye’sine, Endonezya’sına kadar, kanlı askeri darbeleri, otoriter rejimleri örgütledi. Bu rejimler toplumsal muhalefeti ezip, neo-liberal dönüşümler için de sahayı düzledikten sonra genellikle yeni anayasalar hazırlayarak bunu göstermelik biçimde halka sözde onaylatmaya kalktılar. Türkiye örneğini yakından biliyoruz. Cuntanın hazırlattığı gerici 1982 anayasası da referanduma sunulmuş ve yüzde 92 gibi olağanüstü bir oy oranıyla sözde onaylanmıştı. Oysa askeri diktatörlük sonrası benzer bir referandumun halka dayatıldığı Uruguay’da, ateşli toplumsal mücadele günlerinin anılarının silinememiş olması sonucu, baskıcı anayasaya hayır oyu çıkmıştır. Oylama öncesi açıkça hayır kampanyası yapmak baskılar nedeniyle zordu. Ancak Uruguay halkı buna çare bulmuş ve sabahları insanlar birbirlerine günaydın yerine sadece hayır diyerek hayır oyunun propagandasını yapmışlardı.
Sonraki yıllarda, ünlü devrimci şehir gerillası örgütü Tupamaroların eski bir üyesi olan ve askeri diktatörlük döneminde 13 yıl boyunca hapis yatmış olan sosyalist kimlikli Jose Mujika başkan olabilmiştir. Sadece Mujika değil, 1999 sonrasındaki tüm başkanlık ve parlamento seçimlerini Mujika’nın mensubu olduğu sol ittifak kazanmaktadır. Bu çizginin devrimci bir çizgi olmayıp esas olarak sosyal demokrat bir çizgi olması şu aşamada konumuz dışıdır. Vurgulamak istediğimiz nokta tüm askeri darbelere, faşist rejimlere, baskılara rağmen sosyalist örgütlerin, işçi örgütlerinin yok edilememesi ve genel anlamda sosyalist fikir ve ideallerin toplum nezdinde meşruiyet ve saygınlığının silinememesi olgusudur. Kendine özgü zorlukları olabilse de, bunun tutarlı devrimci bir sosyalist politik çalışma için elverişli bir ortam olduğunu görmek zor değildir. Sosyalistlerin ve sosyalist fikirlerin bir tabu ve hatta kriminal bir olgu olarak yerleştirildiği 12 Eylül sonrası Türkiye’siyle karşılaştırıldığında önemi daha iyi anlaşılabilecek bir noktadır bu.
Arjantin de 20. yüzyıl tarihi boyunca darbelere, askeri cuntalara, olağanüstü rejimlere tanık olmuş bir ülkedir. Ancak Arjantin işçi sınıfının mücadelesi bu rejimler altında tümüyle yok edilememiştir. 1966-1973 arasında hüküm süren cunta sırasındaki mücadeleler örnek olarak verilebilir. 1969 Mayısında Rosario kentinde başlayan ve daha sonra Cordoba’ya da sıçrayan, işçi ve öğrencilerin birlikte hareket ederek rejim güçlerine karşı ayaklandıkları bir isyan süreci yaşandı. Sıradan taleplerle başlayan grev ve boykotlar, polis güçlerinin vahşi saldırıları ve cinayetleri sonucu bu kentleri saran genel ayaklanmalara dönüşmüş, günler süren barikat direnişleri, fabrika işgalleri, yüz binlerce işçinin katıldığı yürüyüşler yaşanmıştı. Bu kentlerdeki isyanlar münferit olaylar olarak kalmadılar; 1969-71 arasında, öğrenci ve işçi direnişleri Arjantin ölçeğinde yaygınlaştı. 1971’e gelindiğinde cunta rejiminin lideri, bundan iki yıl sonra da cuntanın kendisi çekilmek zorunda kaldı. Arjantinli işçilerin mücadelesi 1976’da gelen ve Arjantin tarihinin en kanlısı olan askeri diktatörlük altında da yok edilemedi. 30 bin kişinin katledildiği bu cunta rejimi altında, örneğin, yeraltında örgütlenen CGT’nin (Genel İşçi Konfederasyonu) bir kanadı 1979’da bir genel grev denemesi yapmış, keza Arjantin’de yapılan 1978’deki Dünya Kupasında seyirciler stad kaplarında diktatörlük aleyhine sloganlar atıp gösteri yapmışlardır. Ayrıca kayıp yakınlarının hareketi olarak Mayıs Meydanı Anneleri hareketi de tüm bastırma çabalarına rağmen dünyada adı duyulan ve örnek oluşturan bir hareket olarak yükselmiştir. 1982 yılına gelindiğinde Buenos Aires caddelerine 100 binden fazla işçi, öğrenci, muhalif gösteri yapıyor, kentin ana caddelerinde “Kahrolsun Diktatörlük!” pankartları açılıyor, işçi sınıfı bütün görkemiyle yeniden sahneye çıkıyordu. Savaş çıkartarak durumdan kurtulmaya çalışan cunta, aldığı yenilgiyle daha beter duruma düşüp 1983’te çekilmek zorunda kaldı.
Bu son askeri diktatörlük sırasında sosyalist harekete ve işçi hareketine çok ağır darbeler vurulmasına rağmen, başka mücadeleler bir yana, 2001’de işsiz işçilerin en militan kesimini ve öncü ruhunu oluşturduğu halk isyanı yaşanmış ve devlet başkanı sarayından helikopterle kaçmak zorunda kalmış, ayağa kalkan halk birkaç hafta içinde 3 başkanı harcamıştır. Hareketin bütününe önderlik edebilecek devrimci bir akımın olmaması sonucu bu büyük kendiliğinden patlama da burjuvazi tarafından sündürülmüş ve hareket düzen kanalları içinde massedilebilmiştir. Ancak burada da bizim konumuz açısından önemli olan nokta, bir mücadele geleneğinin yok edilememiş olmasıdır. Besbelli ki, yaşam ve çalışma koşulları kapitalizmin yeni krizleriyle yeni saldırı dalgalarına tâbi tutulacak emekçi kitleler eski günleri hızla hatırlayacak ve yeniden ayağa kalkacaklardır.
Türkiye’de 12 Eylül faşizminin çözülüş süreci ve sonrasında, Latin Amerika’dakilere, ya da daha öncesine gidilecek olursa, Yunanistan, Portekiz ve İspanya’dakilere benzer çıkışların yaşanamamış olması, başta sendikalar olmak üzere işçi sınıfının kitle örgütlülüklerinin ve sosyalist akımların bir türlü belini doğrultamaması yüzündendir. Ancak bu bizi, ne bu topraklarda işçi sınıfının sosyalist mücadelesinin temelsiz olduğu gibi sonuca götürüyor, ne de karamsarlığa sürüklüyor. Aksine üzerinde yaşadığımız topraklarda da güçlü mücadele geleneklerinin oluşup yerleşmesi için daha büyük bir azimle mücadele etmemiz gerektiğini bize anlatıyor.
Marksizmin ışığıyla beslenen tarih bilincimiz işçi sınıfının devrimci potansiyellerine olan inancımızı daima diri tutuyor. Yukarıda sadece kısa kesitler verdiğimiz Latin Amerika ülkelerinin işçi sınıflarının mücadeleleri iyimserliğimize daha somut bir içerik kazandırıyor.
2000’li yıllarda başta Arjantin olmak üzere Latin Amerika’da yükselen toplumsal mücadeleler dalgasının ardında, yukarıda özet biçimde anlatılmaya çalışılan tarihsel mücadele süreçlerinin uzun yıllara yayılan birikimlerinin önemli bir yer tuttuğunu gözden kaçırmamak gerekir. Bu dalganın bir devrime yol açmadan durulması olgusu yanıltıcı olmamalıdır. Yeterli ölçüde güçlü ve yaygın bir proleter devrimci örgütlenme olmadıkça bu kendiliğinden patlamaların başarılı devrimlerle sonuçlanamayacağı zaten açık bir olguydu, Lenin’i doğru anlayanlar için. Ama şunu unutmayalım ki, 2000’li yıllarda Latin Amerika’nın tamamını saran işçi-emekçi isyanları dalgası 90’lı yıllara hâkim olan “artık işçi sınıfı bitti”, “elveda proletarya” yavelerinin pompalandığı yılların ardından gelmiştir. Bu, işçi sınıfının devrimci potansiyelinin hiçbir yere kaybolmadığını ve devrimcilerin tarihsel iyimserliğinin doğrulandığını göstermek ve gelecek mücadelelere ümitle bakmak açısından önemlidir. Dahası 2000’li yılların Arjantin ve diğer Latin Amerika ülkelerindeki mücadeleleri, dişle tırnakla kazınarak elde edilmiş köklü mücadele geleneklerinin kolay kolay toplumsal hafızadan silinemeyeceğini de göstermiştir. Bu hafıza egemenler için daima bir korku kaynağıdır.
Genel olarak bakıldığında dünya işçi sınıfı hareketi ikinci emperyalist dünya savaşı sonrasındaki süreçte 60’lı ve 70’li yıllarda ulaştığı zirve noktasından sonra 80’li yıllarla birlikte önemli kayıplar yaşamış ve esasen gerilemiştir. 2000’li yıllarla birlikte tarihsel anlamda yeni ve uzun bir sınıf mücadeleleri dönemini haber veren bir hareketlenme ve mücadele eğilimi yeniden ortaya çıkmakla beraber, bu eğilim henüz 80’li ve 90’lı yılların kaybettirdiklerini geri kazandıracak noktaya gelmiş değildir. En önemlisi de hiç kuşkusuz sınıf bilinci ve örgütlülüğünün yaşadığı ağır kayıplardır. Yeni kuşaklar ile eski kuşaklar arasındaki bağlar ciddi bir yara almış, mücadele yoluna koyulan yeni kuşaklar eskinin paha biçilmez deneyimlerinden ciddi ölçüde mahrum biçimde el yordamıyla ilerlemek durumunda kalmışlardır. Dünya kapitalizminin ağır bir kriz içinde olduğu mevcut şartlarda bu hareketlerin yeni yükselişleri mutlaka olacaktır. Yeni yükselişler geldiğinde geçmişin yanılgılarından ne denli uzak durulabilirse hareketin başarıları o denli büyük olacaktır.
Önemli olan şairin dediği gibi sol memenin altındaki cevahiri karartmamaktır. Zulümle abat olanın sonu berbat olur sözü bir avunma değil, tarihin bir gerçekliğinin kavranışıdır.
link: Levent Toprak, Karanlık Dönemlerde İşçi Sınıfının Mücadelesine Dair, 12 Kasım 2016, https://marksist.net/node/5382
Güneşin Çocukları
Yükseliş ve Kriz Üzerine