Yükseliş (Boom) ve Kriz
Kapitalizmin durumunu güzel göstermekten ideolojik bir çıkarı olan burjuva ve reformist ekonomistler şöyle derler: Yaşanmakta olan kriz kendi başına hiçbir şeye kanıt olamaz; tam tersine normal bir fenomendir. Savaş sonrasında endüstriyel bir yükselişe tanık olduk, şimdiyse bir kriz var; görülüyor ki kapitalizm yaşamakta ve iyiye gitmektedir.
Gerçek şudur ki, kapitalizm krizler ve yükselişlerle yaşar, aynı insanın soluk alıp vermesinde olduğu gibi. Önce sanayide bir yükseliş, sonra bir tıkanma ve bir kriz, derken kriz içinde bir tıkanma, daha sonra bir gelişme, diğer bir yükseliş, diğer bir tıkanma vb..
Kriz ve yükseliş, tüm geçiş aşamalarıyla, bir devre ya da büyük endüstriyel gelişme çevrimlerinden birini oluşturmak üzere karışırlar. Her devre 8-9 ya da 10-11 yıl sürer. Kapitalizm kendi iç çelişkilerinin zorlamasıyla, düzgün ve bir çizgi boyunca değil, iniş ve çıkışlarıyla zigzaglı bir tarzda gelişir. Kapitalizm özürcülerinin aşağıdaki iddiasına zemin oluşturan şey budur; şöyle ki: Savaştan sonra yükseliş ve krizin birbirini izleyişini gözlemlediğimizden dolayı öyle görünüyor ki, her şey kapitalist dünyaların bu en iyisinde, en iyi şekilde işlemektedir. Gerçekteyse bu başka türlüdür. Kapitalizmin savaştan sonra devresel olarak dalgalanmayı sürdürmesi olgusu yalnızca kapitalizmin henüz ölmediğini, bir cesetle uğraşmadığımızı göstermektedir. Kapitalizm proleter devrimle yıkılmadıkça, bir aşağı, bir yukarı salınarak devreler halinde yaşamayı sürdürecektir. Krizler ve yükselişler kapitalizme daha doğumundan itibaren içkindirler ve mezara kadar da ona eşlik edeceklerdir. Fakat kapitalizmin yaşını ve genel durumunu belirlemek için –yani hâlâ gelişip gelişmediğini, olgunlaşıp olgunlaşmadığını ya da düşüşte olup olmadığını saptamak için– devrelerin karakteri teşhis edilmelidir. Çok benzer bir şekilde, insan organizmasının durumu da solunumun düzenli ya da spazmlı, derin ya da yüzeysel olup olmadığıyla vb. teşhis edilebilir.
Meselenin özü yoldaşlar, şöyle gösterilebilir: Kapitalizmin gelişimini ele alalım –kömür üretiminin büyümesi, tekstil, pik demir, çelik, dış ticaret, vb.– ve bu gelişimi gösteren bir eğri çizelim. Eğer biz bu eğrinin bükümlerinde [deflexion -ç.n.] ekonomik gelişmenin gerçek akışını ifade edersek görürüz ki, bu eğri yukarıya doğru kırıksız bir yay çizerek değil, zigzaglar şeklinde yukarı ve aşağı dirsek yaparak yükselir: Yükselişlere ve krizlere karşılık gelen bir şekilde yukarı ve aşağı. Bu bakımdan, ekonomik gelişmenin eğrisi iki hareketin birleşmesinden oluşmaktadır: Kapitalizmin yukarıya doğru genel yükselişini ifade eden birincil hareket ve çeşitli endüstriyel devrelere karşılık gelen sürekli periyodik dalgalanmalardan oluşan ikincil bir hareket.
Bu yılın Ocak ayında London Times, 13 Amerikan sömürgesinin bağımsızlık savaşımından günümüze kadar geçen 138 yıllık dönemi kapsayan bir tablo yayınladı. Bu zaman aralığında 16 devre gerçekleşti; yani 16 kriz ve 16 gelişme dönemi. Her devre yaklaşık olarak 82/3, neredeyse 9 yılı kapsamaktadır. Hareketleri gösteren zigzaglara dikkatinizi çekmeme izin verin. Times’ın tablosu belli bir noktada bir artış göstermektedir. Ki bu nokta adam başına 2 pound sterlin ya da 25 altın markla başlamaktadır. Bu aralıkta nüfus yaklaşık olarak dört katına, dış ticaretse çok daha büyük ölçüye çıkmıştır, böylece grafik kişi başına 30.5 pounda tırmanır: Ve 1920 ile birlikte, gerçek değerlerle değil fakat para olarak ifade edildiğinde halihazırda kişi başına 65 pounda eşitlenir. Demir üretiminde de benzer bir gelişmeyi gözlemliyoruz. 1851’in başlarında demir talebinin kişi başına 4.5 kiloya geldiğini görüyoruz. Bu kalem 1913’le birlikte 46 kiloya yükselir. Sonra tam tersi bir hareket izler. Bu, genel bilançodur; bu 138 yıllık gelişmenin genel sonucudur. Gelişim eğrisini daha yakından inceleyecek olursak eğrinin beş kısma, beş farklı ve ayrı döneme ayrıldığını görürüz. 1781’den 1851’e kadar olan gelişme çok yavaştır; gözlenebilir bir hareket hemen hiç yoktur. 70 yıl boyunca dış ticaretin yalnızca kişi başına iki pound sterlinden 5’e çıktığını görürüz. Avrupa pazarının çerçevesini genişletme yönünde hareket eden 1847 devriminden sonra bir kırılma noktasına gelinir. 1851’den 1873’e kadar gelişim eğrisi dikleşerek yükselir. Demir miktarı aynı dönemde kişi başına 4,5’tan 13 kilograma yükselirken, 22 yıl içinde dış ticaret 5 pound sterlinden 21 pound sterline tırmanır. 1873’ten sonra ise bir çöküş dönemi gelir. 1873’ten yaklaşık olarak 1894’e kadar İngiliz ticaretinde bir durgunluk dikkatimizi çekiyor (dış girişimlere yatırılmış sermaye üzerine faizi hesaba kattığımızda bile); 22 yıl boyunca, 21’den 17,4 pound sterline bir düşüş yer alıyor. Daha sonra 1913 yılına kadar süren yeni bir yükseliş geliyor; dış ticaret 17 pounddan 30 pounda yükseliyor. Ve son olarak 1914 yılıyla birlikte beşinci dönem başlar; kapitalist ekonominin yıkımı dönemi.
Devresel dalgalanmalar kapitalist gelişim eğrisinin birincil hareketiyle nasıl karışmaktadır? Çok basit. Hızlı kapitalist gelişme dönemlerinde krizler kısa ve yüzeysel karakterliyken, yükselişler uzun süreli ve uzun erimlidirler. Kapitalist düşüş dönemlerinde ise krizler uzatmalı bir karakter arz ederken, yükselişler çabuk geçen, yüzeysel ve spekülatif olmaktadır. Durgunluk dönemlerinde dalgalanmalar bir ve aynı seviye üzerinde meydana gelir.
Bu, kendine özgü soluk alıp veriş tarzıyla kapitalist organizmanın genel durumunu ve onun kalp atış hızını belirlemenin zorunlu olduğundan başka bir anlama gelmez.
Yıl | Petrol (Milyon Varil) | Otomobil | Gemi Yapımı (ton) |
1918 | 356 | 1.153.000 | 3.033 |
1919 | 378 | 1.974.000 | 4.075 |
1920 | 442 | 2.350.000 | 2.746 |
Savaş Sonrası Yükselişi
Savaşın hemen sonrasında belirsiz bir ekonomik durum ortaya çıktı. Ama 1919 ilkbaharıyla birlikte bir yükseliş başladı; borsa hareketlenmeye başladı, fiyatlar sanki kaynar suya batırılmış bir civa sütunu gibi yukarı fırladı, spekülâsyon kaynayan girdaplar içinde dolaşmaya başladı. Peki sanayi? Biraz önce gönderme yaptığımız istatistiklerin de kanıtladığı gibi Orta, Doğu ve Güney Avrupa’da çöküntü sürdü. Aslen Almanya’nın yağmalanması sayesinde Fransa’ da belli bir gelişme vardı. İngiltere’de ise, asıl ticaretteki düşüşle orantılı olarak, tonajı yükselen ticari filo istisna olmak üzere, kısmen durgunluk, kısmense çöküş hakimdi. Bu bakımdan bir bütün olarak Avrupa’daki yükseliş, yarı-hayali ve spekülâtif bir karaktere bürünmüş bulunmaktadır; ve bir ilerlemeye değil, ekonomideki inişin ilerlediğine işaret etmektedir.
Birleşik Devletler’de sanayi, savaş sonrasında savaş üretimini yavaşlattı ve yeniden barış dönemi düzeyine doğru eski halini almaya başladı. Petrol, otomobil ve gemi yapımı sanayiinde kayda değer bir yükseliş söz konusuydu.
Yoldaş Varga değerli kitapçığında tamamen doğru olarak şöyle demektedir:
“Savaş sonrası yükselişinin spekülâtif karakteri Almanya örneğinde en açık bir şekilde görülmüştür. Fiyatları 18 ay içinde yedi katına çıktığı bir zamanda, Alman sanayisi gerilemeye devam ediyordu...[Almanya’nın -ç.n.] ekonomik konjonktürü tasfiye satışları konjonktürüydü: İç pazardaki meta rezervlerinin kalanları yurt dışına inanılmaz derecede ucuz fiyatlarla satılıyordu.”
Sanayi yavaş yavaş çökerken, fiyatlar Almanya’da en yüksek düzeylerine çıkıyordu. Endüstrinin yükselmeyi sürdürdüğü Birleşik Devletler’deyse fiyatlar en az yükseldi. Fransa ve İngiltere de, Almanya ile Birleşik Devletler arasında bir yerde yer aldılar.
Bu olguları ve bizzat yükselişi nasıl açıklamalı? Öncelikle ekonomik nedenlerle: Her ne kadar iyice kırpılmış bir biçimde de olsa, savaştan sonra uluslararası bağlantılar eski halini aldı ve ortada her türden eşya için evrensel bir talep vardı. İkinci olarak, politik-mali nedenlerle: Avrupalı hükümetler, savaşı zorunlu olarak takip edecek olan krizden ölümcül bir şekilde korkuyorlardı ve savaşın yarattığı yapay yükselişi terhis dönemi boyunca sürdürebilmek için her türlü önleme başvurdular. Hükümetler sürekli olarak dolaşıma büyük miktarlarda kâğıt para sürdüler, yeni borçlar verdiler, kârlarda, ücretlerde ve ekmek fiyatlarında düzenlemeler yaptılar ve böylelikle temel ulusal fonlara dalmak suretiyle, terhis edilmiş işçilerin maaşlarını sübvanse ederek, ülkede yapay bir ekonomik dirilme yarattılar. Böylece, bu aralık boyunca, özellikle endüstrinin batmayı sürdürdüğü ülkelerde, hayali sermaye şişmeyi sürdürdü.
Ne var ki, savaş sonrasının hayali yükselişinin önemli politik sonuçları vardı. Bunun burjuvaziyi kurtardığı sözü bir parça doğrudur. Terhis edilmiş işçiler daha en başından işsizliğe ve savaş öncesinden bile daha kötü olan yaşam standartlarına başkaldırsaydı, bu burjuvazi için ölümcül sonuçlara yol açabilirdi. Bu bağlamda İngiliz profesör Edwin Cannan Manchester Guardians’s New Year’s Review’da şunları yazmıştı: “Savaş alanlarından geri dönen insanların sabırsızlığı çok tehlikeli bir şey.” Ve devamla, tamamen doğru bir şekilde, hükümet ve burjuvazinin, kendi ortak çabalarıyla Avrupa’nın ana sermayesinin daha da tahrip edilmesi pahasına yapay bir refah yaratarak krizi erteleyip geciktirmesi olgusuyla savaş sonrasının vahim döneminden –1919 yılı– elverişli çıkışı açıklıyordu. Şöyle diyordu Cannan: “Ocak 1919’da 1921’deki gibi bir ekonomik durum olsaydı, Batı Avrupa’nın üzerine kaos çökerdi.” Savaşın vahşi ateşi bir buçuk yıl daha sürdü ve kriz ancak terhis edilmiş işçi ve köylü kitlelerinin zaten şu ya da bu ölçüde kendi küçük hücrelerine kapatılmış olduğu andan sonra patlak verdi.
Mevcut Kriz
Seferberliğin bitişini atlatan ve işçi kitlelerin ilk büyük saldırısını savuşturan burjuvazi, içinde bulunduğu kafa karışıklığı, alarm ve hatta panik durumundan çıktı ve özgüvenini yeniden kazandı. Nihayet sonu hiç gelmeyecek olan büyük refah dönemine ulaşıldığı yanılsamasının etkisi altına girmişti. Ünlü İngiliz politika ve maliye şahsiyetleri yeniden inşa çalışması için iki milyar poundluk bir uluslararası borç vermeyi öngörüyorlardı. Avrupa, sanki evrensel refahı yaratacak bir altın duşu altında yıkanıyormuş gibiydi. Bu şekilde Avrupa’nın tahribatı, şehirlerinin, köylerinin yıkılması, aslında yalnızca sefaletin devasa gölgesi olan fantastik borç figürleriyle zenginliğe dönüşmüştü. Ne var ki, gerçeklik, burjuvaziyi çarçabuk rüyalar dünyasının dışına sürükledi. Krizin Japonya’da (Martta) ve Birleşik Devletler’de (Nisanda) nasıl başladığını, nasıl tüm dünyaya yayıldığını zaten betimlemiştim. Biraz önceki tüm sunuşum tamamıyla açığa çıkarmıştır ki, bizler yalnızca, yineleyen bir endüstriyel devrenin gidişatı içindeki salınımlarla değil, tüm savaşın ve savaş sonrası dönemin zarar ziyanının ve kalıntılarının hesabının verildiği bir dönemle uğraşıyoruz.
1913’te tüm devletlerin net ithalat toplamı 65-70 milyar altın mark ediyordu. Bu toplam içinde Rusya 2,5 milyar; Avusturya-Macaristan 3 milyar; Balkanlar 1 milyar; Almanya 11 milyar altın mark satın almıştı. Orta ve Doğu Avrupa’nın payı bu bakımdan dünya toplam ithalatının dörtte birinden biraz daha fazla tutuyordu. Şu anda tüm bu ülkeler daha önceki ithalatlarının beşte birinden daha az ithalat yapmaktadırlar. bu son veri bile tek başına Avrupa’nın şimdiki satın alım kapasitesini göstermeye yeterlidir.
Avrupa inişe geçmişti; üretici aygıt savaş öncesinden bu yana belirgin bir şekilde çekilip büzülmüştü. Ekonomik ağırlık merkezi, dereceli bir evrimle değil, Amerika’nın, Avrupa’nın savaş pazarını sömürmesiyle ve Avrupa’nın dünya ticaretinden dışlanmasıyla Amerika’ya kaydı.
Böylece Amerika kısa süreli büyük bir serpilme dönemini yaşama fırsatını yakaladı. Ne var ki, bu tekrarlanamaz bir fenomendir, çünkü Avrupa, gerilemesiyle birlikte günümüzde başka hiç kimseyle yer değiştirilemeyecek olan Amerika için mutlak olarak yapay bir pazar yaratmıştır. Bu rolü tamamlamış olan Avrupa o zamandan beri bunun gibi herhangi bir şeyi yineleme kapasitesini yitirmiştir. Savaştan önce Avrupa pazarı Amerikan sanayisinin ihraç mallarının yarısından fazlasını, hatta neredeyse yüzde 60’ını emiyordu; Avrupa’nın ithalatı savaş öncesi günlerin nerdeyse üç katına çıkınca, savaş sürecinde Avrupa, Amerika için çok daha önemli hale geldi. Ama Avrupa savaştan çok büyük ölçüde yoksullaşmış bir kıta olarak çıktı ve altın olsun diğer mallar olsun eşdeğerleri kıt olduğundan Amerika’dan mal alma olanağından bütünüyle yoksun kalmıştı. Japonya ve Amerika’da başlayan krizin açıklaması tam da bu ortamda bulunabilir. Neredeyse iki yıl süren kısa ve elverişli bir konjonktürden sonra tam anlamıyla gerçek bir krize ulaşıldı ki bunun anlamı Avrupa için şu demektir: “Sen yoksulsun, ceketini elbisene göre kesmelisin; artık ihtiyaç duyduğun malları Amerika’dan ithal etme konumunda değilsin.” Bu aynı kriz Amerika için ise şu anlama geliyordu. “Kendini zenginleştirdin çünkü Avrupa’nın refahını adeta sifon gibi çekme konumuna oturmuştun. Bu dört, beş ya da altı yıl, yani savaş sürdüğü müddetçe sürdü. Ama bu bolluk durumu artık son buldu.” Kimi ülkeler bütünüyle harabeye döndü, üretim aygıtları yeni baştan inşa edilmek zorunda. Herbir halkın içinde işbölümü eski halini almak zorunda. Savaşa öngelen ve savaş boyunca aldığı itilimle Fransız ve Alman ekonomileri mekanik olarak hâlâ işlemeye devam ediyor. Ne var ki, Almanya, ekonomik aygıtına bir uyum ve düzen getirmek için geri çekilmek zorunda; ve nasıl ondan kaynaklanan sıkıntıları yatıştırmak için savaş süresince ekonomiyi organize etmek zorunda idiyse, aynı şekilde Almanya, devrim bir müdahalede bulunmadıkça aynı politikayı bugün de sürdürmek zorundadır. Gelişmeler şimdiki hatlar boyunca ilerlerse, ülkenin ekonomik yaşantısını organize etmek ve öncelikle üretim araçlarıyla tüketim araçları arasındaki zorunlu oranı inşa etmek elzem olacaktır. Başka deyişle, [üretim ve tüketim araçlarının üretimi arasındaki -ç.n.] zorunlu ve doğru ilişki, devrim patlak vermedikçe, yeni savaşların ve her türden hafifletici önlemlerin oluşturduğu ortam aracılığıyla yaratılacaktır. Ekonomik yaşamda, kapitalist ülkelerin, en çok zarara uğramış ve en yoksul hale gelmiş olan ülkelerin düzeyine doğru giderek battığı bu gerileme dönemi sürdükçe, aynı şey Fransa ve bir bütün olarak Avrupa için de geçerlidir. Bu durgunlaşma süreci boyunca Amerika da en büyük ve en önemli pazarlarını daha önceki ölçekleriyle sürdürmeyi unutmak zorunda kalacaktır. Ve bu da, gelmekte olan krizin Amerika için geçici türden normal bir kriz değil, uzun süreli bir çöküş döneminin başlangıcı olduğu anlamına gelmektedir. İçinde çeşitli dönemlerin betimlendiği tablomuza başvuralım: Öncelikle, 70 yıl süren ve 1851’den 1873’e kadar süren yükseliş döneminin izlediği durgunluk dönemi. 22 yıllık bu çalkantılı genişleme, iki kriz ve iki de elverişli konjonktürel dönemle belirlenmektedir. Ve aynı zamanda krizler çok zayıf bir karakter taşımakla birlikte bu elverişli konjonktürler gerçekten tam olarak elverişliydiler. Daha sonra 1873’ten 1890’ların ortasına kadar durgunluk tekrar araya girer; ya da ne olursa olsun gelişme fazlasıyla yavaşlar. Sonra bir kez daha eşi görülmedik bir genişleme gelir. Tüm bu süreç bir uyarlanma, durulma sürecidir. Kapitalizm ne zaman herhangi bir ülkede şu ya da bu pazarın doygunluğuyla karşılaşsa, başka pazarlar aramaya zorlanır. Büyük tarihsel olaylar –ekonomik krizler, devrimler vb.– böyle dönemlerde durgunluk mu, yükselişler mı ya da gerilemeler mi gözleyeceğimizi belirleyecektir. Bunlar kapitalist gelişmenin ana özellikleridir.
Verili an itibarıyle kapitalizm uzun süreli ve derin bir çöküş dönemine girmiştir. Tam anlamıyla söyleyecek olursak, bu dönem –geçmiş hakkında kehanette bulunulabileceği ölçüde– 20 yıllık çalkantılı gelişme döneminin bir sonucu olarak dünya pazarının Alman, İngiliz ve Kuzey Amerikan kapitalizminin gelişimi için artık yetersiz hale gelmiş olduğu 1913 gibi geri bir tarihte başlamalıydı. Kapitalist gelişmenin bu devleri bunu bütünüyle hesaba kattılar. Kendileri şunu dediler: Yıllarca uzayacak olan bu çöküşten sakınmak için şiddetli bir savaş krizi yaratacağız, rakibimizi yok edeceğiz ve son derece daralmış olan dünya pazarı üzerinde kesin bir egemenlik elde edeceğiz. Ne var ki, savaş yalnızca şiddetli değil, uzayan bir krize neden olarak çok uzun sürdü; ve Avrupa’nın kapitalist ekonomik aygıtını tamamen yok edip, böylelikle Amerika’nın ateşli gelişmesine olanak tanıdı. Ama Avrupa’yı kapı dışarı ettikten sonra savaş, uzun erimde Amerika’yı da büyük bir krize sürükledi. Bir kez daha, kaçmanın yolunu aradıkları ama bu kez Avrupa’nın yoksullaşması nedeniyle misliyle yoğunlaşmış olan aynı çöküntüye tanık oluyoruz.
Peki acil ekonomik perspektifler nelerdir?
Çok açıktır ki, Avrupa savaş pazarı hatırlanamayacak kadar geride kaldığı için, Amerika bir kısıtlama yaşamak zorunda olacaktır. Öte yandan Avrupa, benzer bir şekilde kendisini en geri, yani en hasar görmüş alanlara ve sanayi dallarına uygun bir düzeye oturtmak zorunda kalacaktır. Bu, ekonomide tersinden bir düzlüğe ulaşma, yani sonuç olarak uzun süreli bir kriz anlamına gelecektir: Ekonominin bazı dallarında ve bazı ülkelerde durgunluk; diğerlerinde cılız bir gelişme. Devresel dalgalanmalar gerçekleşmeyi sürdürecekler, ancak genelde kapitalist gelişmenin eğrisi yukarıya doğru değil aşağıya doğru eğilecektir.
Kriz, Yükseliş ve Devrim
Ekonomideki yükseliş ve krizle devrimin gelişimi arasındaki karşılıklı ilişki, bizim için yalnızca teori açısından değil, herşeyin ötesinde pratik olarak büyük önem taşır. Çoğumuz Marx ve Engels’in 1851’de –yükseliş tepe noktasındayken– 1848 Devrimi’nin sona ermiş olduğunu ya da en azından bir sonraki krize kadar kesintiye uğradığını kabul etmenin gerekliliği hakkında yazdıklarını hatırlarız. Engels, 1847 krizi devrimin anasıyken, 1840-50 yükselişinin muzaffer karşı-devrimin anası olduğunu yazmıştı. Ancek bu yargıları bir krizin değişmez bir şekilde devrimci eylemi doğururken, bir yükselişin tam tersine işçi sınıfını pasifize ettiği anlamında yorumlamak son derece tek yanlı ve tamamen yanlış olur. 1848 Devrimi krizden doğmadı. Kriz yalnızca son itilimi sağladı. Esasen devrim, kapitalist gelişmenin gerekleriyle yarı-feodal toplumsal ve devlet sisteminin prangaları arasındaki çelişkilerden doğdu. 1848’in ikircimli ve yarı-yolda kalan devrimi, ne var ki, lonca ve serflik rejiminin kalıntılarını silip süpürdü ve böylelikle kapitalist gelişmenin çerçevesini genişletti. Yalnız ve yalnız bu koşullar altında 1851 yükselişi 1873’e kadar süren bütün bir kapitalist refah döneminin başlangıcını belirledi.
Engels’e gönderme yaparken bu temel olguları gözden kaçırmak çok tehlikelidir. Çünkü kesin olarak, Marx ve Engels’in gözlemlerini yaptıkları 1850’ den sonradır ki, normal ya da düzenli bir durum değil, 1848 Devrimi tarafından önü açılmış olan bir kapitalist Sturm und Drang (fırtına ve gerginlik) dönemi başladı. Bu nokta belirleyici bir öneme sahiptir. Kriz yalnızca yüzeysel ve kısa ömürlüyken, refahın ve uygun konjonktürün son derece güçlü olduğu bu fırtına ve gerginlik dönemi, işte kesin olarak bu dönemdir ki, devrimle sona ermiştir. Burada söz konusu olan konjonktürdeki bir gelişmenin olanaklı olup olmaması değil, konjonktürün dalgalanmalarının düşen bir eğri boyunca mı, yoksa yükselen bir eğri boyunca mı ilerlediğidir. Bu bütün sorunun en önemli yanıdır. 1919-20’nin ekonomik yükselişinin aynı etkileri göstereceğini umabilir miyiz? Hiçbir koşul altında. Kapitalist gelişmenin çerçevesinin erimi bile burada içerilmiyor. Bu, gelecekte, ya da en azından yakın bir gelecekte yeni bir ticari-endüstriyel yükselişin dıştalandığı anlamına gelmiyor mu? Hiç değil. Biraz önce söylediğim gibi kapitalizm canlı kaldığı sürece nefes alıp vermeyi sürdürecektir. Ancak içine girdiğimiz dönemde –savaş döneminin pisliği ve tahribatının cezasını ödeme ve tersinden düzlüğe çıkma dönemi– krizler giderek çok daha uzun süreli ve derin olurken, yükselişler yalnızca yüzeysel ve temel olarak spekülatif karakterli olabilir.
Tarihsel gelişme Orta ve Batı Avrupa’da muzaffer bir proletarya diktatörlüğüne yol açmadı. Ama reformistlerin yaptığı gibi bundan kalkarak kapitalist dünyanın ekonomik dengesinin el altından diriltildiği sonucuna varmaya çalışmak en arsızca ve aynı zamanda en aptalca yalandır. Bu, gerçekten düşünme yeteneğine sahip, sözgelimi Profesör Hoetzch gibi, en kaba gericiler tarafından bile ileri sürülmez. Yılın değerlendirmesinde bu profesör özet olarak 1920 yılının devrimi zafere ulaştırmadığını ama kapitalist dünya ekonomisini de diriltmediğini söylüyor. Bu yalnızca kararsız ve son derece geçici bir dengedir. Bay Chavenon şöyle diyor: “Fransa’da şu anda yalnızca devlet gelirleriyle, nakit para enflasyonuyla ve açık iflasıyla kapitalist ekonominin daha da tahrip olması olasılığını görüyoruz”. Bunun ne anlama geldiğini biraz önce size göstermeye çalışmıştım. Kapitalist dünyanın şimdiye kadar yaşadığı en şiddetli krizi gösterdim. Üç ya da dört hafta önce kapitalist basında giderek yaklaşan bir iyileşmenin, bir refah döneminin yakınlaşmasının rüzgârları hissedilebiliyordu. Ancak halihazırda açıktır ki bu bahar esintisi prematüredir. Mali durumda belli bir iyileşme olmuştur; yani mali durum artık eskisi kadar vahim değildir. Pazarlarda fiyatlar düşmüş durumdadır, ama bu hiçbir şekilde ticaretin canlandığı anlamına gelmemektedir. Bir yandan üretimdeki gerileme devam ederken, öte yandan borsalar hâlâ yerinde saymaktadır. Amerikan metalurjisi şu anda yalnızca üçte bir kapasiteyle işlemektedir. İngiltere’de son maden eritme ocakları da kapatıldı. Bu, üretim azalmasının sürdüğünü göstermektedir.
Bu tersine hareket tabii ki tek bir ve aynı tempoda sonsuza kadar sürmeyecektir. Bu, tamamen dıştalanmıştır. Kapitalist organizma için bir nefes alma süresi gelmek zorundadır. Ama onun bir miktar taze hava soluyacak olması ve belli bir iyileşmenin gerçekleşecek olması olgusundan, bir rahata erme sonucunu çıkarmak için henüz çok erkendir. Gerçek yoksullukla hayali zenginliğin fazladan üretimi arasındaki çelişkiyi ortadan kaldırmaya çalıştıklarında yeni bir aşamaya girilecektir. Sonrasında ekonomik organizmanın nöbetleri sürecektir. Tüm bunlar, daha önce söylendiği gibi bize derin bir ekonomik çöküşün resmini verir.
Bu ekonomik çöküş temelinde, burjuvazi, işçi sınıfının üzerine giderek daha büyük bir basınç bindirmek zorunda kalacaktır. Bu durum, halihazırda safkan kapitalist ülkelerde; Amerika’da ve İngiltere’de, ve daha sonra Avrupa’nın tamamında başlamış olan ücret kesintilerinde görülebilir. Bu, ücretler üzerinde büyük mücadelelere yol açmaktadır. Bizim görevimiz kendimizi ekonomik durumun açık bir kavranışı üzerinde temellendirmek suretiyle bu mücadeleleri geliştirmektir. Bu, son derece açıktır. Ücretler üzerine verilen büyük mücadelelerin, ki klâsik bir örneği İngiltere’deki madenciler grevidir, otomatik olarak dünya devrimine, nihai iç savaşa ve politik iktidarın fethi mücadelesine yol açıp açmayacağı sorulabilir. Ne var ki, sorunu bu şekilde koymak Marksistçe değildir. Bizim, gelişime ilişkin otomatik garantilerimiz yoktur. Ama krizin yerini geçici bir elverişli konjonktür aldığında, bu bizim hareketimiz açısından neyi ifade edecektir? Birçok yoldaş bu dönemde eğer bir iyileşme gerçekleşirse bunun devrimimiz için ölümcül olacağını söylüyor. Hayır, hiçbir koşulda. Genel olarak proleter devrimci hareketin bir krize hiçbir şekilde otomatik bağımlılığı yoktur. Yalnızca diyalektik bir etkileşme vardır. Bunu anlamak esastır.
Rusya’daki ilişkilere bakalım. 1905 devrimi yenilgiye uğradı. İşçiler büyük fedakârlıklara göğüs gerdiler. 1906 ve 1907’de son devrimci parlamalar oldu ve 1907 sonbaharıyla birlikte büyük bir dünya krizi patlak verdi. Bunun işareti Wall Street’in Kara Cuma’sı tarafından verilmişti. 1907, 1908 ve 1909 boyunca Rusya’da da en kötü kriz hüküm sürdü. Hareketi tamamen öldürdü, çünkü işçiler mücadele boyunca o kadar çok cefa çekmişlerdi ki, bu çöküş ancak onların cesaretini kırmaya yarayabildi. Devrime neyin yol açacağı üzerine aramızda çok tartışmalar oldu: Bir kriz mı yoksa elverişli bir konjonktür mü?
O zaman birçoğumuz Rus devrimci hareketinin elverişli bir ekonomik konjonktürle yeniden hayata kavuşturulabileceği görüşünü savunuyorduk. Ve gerçekleşen şey de buydu. 1910, 1911 ve 1912’de, ekonomik durumumuzda bir ilerleme ve cesaretlerini yitirmiş, demoralize olmuş ve cansızlaşmış işçileri yeniden biraraya getirmeye yarayan elverişli bir konjonktür vardı. Üretimde ne kadar önemli olduklarının yeniden farkına vardılar, ve önce ekonomik alanda, sonra da aynı şekilde politik alanda saldırıya geçtiler. Savaşın arifesinde işçi sınıfı bu refah dönemi sayesinde doğrudan bir saldırıya geçebilecek ölçüde sağlamlaşmıştı. Ve biz bugün, kriz ve süreğen mücadele nedeniyle işçi sınıfının en büyük bir yorgunluk içinde olduğu dönemde, zaferi elde edemezsek, ki bu mümkündür, konjonktürde bir değişme ve yaşam standartlarında bir yükseliş, devrim üzerinde yıkıcı bir etki değil, tam tersine oldukça elverişli bir etki yapar. Böyle bir değişim ancak, elverişli konjonktürün uzun bir refah döneminin başlangıcına işaret ettiği durumda zarar verici olabilir. Ama uzun bir refah dönemi, pazarda bir genişlemenin başarılmış olduğu anlamına gelir ki, bu tümüyle ihtimal dışıdır. Çünkü kapitalist ekonomi zaten dünya gezegenini kucaklamıştır. Avrupa’nın yoksullaşması ve Amerika’nın dev savaş pazarı üzerinde tantanalı yeniden doğuşu, bu refahın, Amerikan kapitalizminin Avrupa’yla hiçbir şekilde kıyas kabul etmeyecek ölçüde çıkış pazarları aradığı ve yarattığı Çin, Sibirya, Güney Amerika ve diğer ülkelerin kapitalist gelişmeleri aracılığıyla yeniden inşa edilemeyeceği vargısını desteklemiştir. Görünen odur ki, bir çöküş döneminin arifesindeyiz; bu tartışmasızdır.
Böyle bir perspektifle, krizin yatıştırılması [hafifletilmesi] devrime ölümcül bir darbe anlamına gelmeyip, yalnızca işçi sınıfının, hemen ardından daha sağlam bir temelde saldırıya geçmek üzere saflarını yeniden örgütleeye girişebileceği bir nefes aralığı kazanmasını sağlayacaktır. Bu, olasılıklardan birisidir. Diğer olasılığın özü ise şudur: Kriz derin olmaktan kronik olmaya doğru dönüşebilir, yoğunlaşıp yıllarca sürebilir. Tüm bunlar ihtimal dahilindedir. Böyle bir durumda işçi sınıfının son güçlerini toplayıp, deneyimlerden ders çıkararak, en önemli kapitalist ülkelerde devlet iktidarını fethetmesi olasılığı açık durmaktadır. İhtimal dışı olan tek şey yeni bir temel üzerinde kapitalist dengenin otomatik olarak yeniden oluşturulması ve önümüzdeki birkaç yıl içinde kapitalist yükseliştir. Günümüzün ekonomik durgunluk koşullarında bu mutlak olarak olanaksızdır.
Şimdi toplumsal denge sorununa yaklaşıyoruz. Herşeye rağmen, sıklıkla kapitalizmin yeni bir temel üzerinde otomatik olarak eski haline kavuştuğu söylenmektedir; ve bu yalnızca bir Cunow’un değil aynı zamanda Hilferding’in de kılavuz düşüncesidir. Otomatik evrime iman, oportünizmin en önemli ve en karakteristik özelliğidir. İşçi sınıfının devrimci mücadeleyi yükseltmekte başarısız kalıp, burjuvaziye dünyanın yazgısına uzun yıllar, diyelim ki yirmi ya da otuz yıl hakim olma fırsatını vereceğini varsayacak –bir an için varsayalım– olursak, o zaman elbette bir tür yeni denge inşa edilecektir. Avrupa şiddetli bir geri vites dönüşüne maruz kalacaktır. Milyonlarca Avrupalı işçi, işsizlik ve yeteriz beslenmeden dolayı ölecektir. Birleşik Devletler kendisini yeniden dünya pazarına yönlendirmek, endüstrisini eski haline dönüştürmek ve uzun bir dönem için kısıtlamaya katlanmak zorunda kalacaktır. Sonradan, yeni bir uluslararası işbölümünün 15, 20 ya da 25 yıl için sancılı bir şekilde kurulmasından sonra yeni bir kapitalist yükseliş dönemi belki ardısıra gelebilir.
Fakat tüm bu kavrayış soyut ve son derece tek yanlıdır. Burada meseleler sanki proletarya mücadele etmeyi bırakmış gibi gösterilmektedir. Bu arada, yalnızca son yıllarda sınıf çelişkilerinin kesin bir şekilde en uç noktasına dek şiddetlenmiş olması nedeniyle bile bundan bahsedilemez.
Bay Heinrich Cunow ve diğerlerinin gündüz gözüyle rüyasını gördükleri yeniden inşa edilmiş dengenin şematik teşhirinin özü işte buradadır. Dengeyi yeniden inşa etmede ileri bir adım atmak için kapitalizmin almak zorunda kaldığı her önlem, bunların herbiri ve hepsi dolaysız bir şekilde toplumsal denge için kesin bir önem kazanmakta, onun altını giderek daha fazla oymakta ve çok daha güçlü bir şekilde işçi sınıfını mücadeleye zorlamaktadır. Dengeye ulaşmada ilk iş üretim aygıtını düzene sokmaktır; ama bunu yapmak için sermaye birikimi zorunludur. Ama birikim olabilmesi için emek üretkenliğini arttırmak zorunludur. Nasıl? İşçi sınıfının arttırılmış ve yoğunlaşmış bir sömürüsü aracılığıyla; çünkü savaş sonrasının bu üç yılı boyunca emek gücünün üretkenliğindeki düşüş yaygın olarak bilinen bir olgudur. Dünya ekonomisini kapitalist temellerde yeniden inşa etmek için, yine bir dünya eşdeğeri bulmak –altın standardı– zorunludur. Bu olmaksızın kapitalist ekonomi varolamaz, çünkü fiyatlar para sistemindeki dalgalanmalar sonucu Almanya’da olduğu gibi bir ay içerisinde %100 artarak kendi ölüm danslarını yaparken, üretim söz konusu olamaz. Bir kapitalist, üretimle ilgilenmez. Çünkü, endüstrinin yavaş yavaş gelişmesiyle elde edilebilecek kârdan çok fazlası söz konusu olduğundan, spekülâsyon onu ayartmıştır. Para sisteminin istikrara kavuşması ne anlama gelir? Fransa ve Almanya için bu, devletin iflâsının ilân edilmesi anlamına gelir. Ama devletin iflâsını ilân etmek, ülke içindeki mülkiyet ilişkilerinde keskin bir değişikliğe yol açmaktır. Ve iflâs ettiklerini ilân eden bu devletler, sınıf mücadelesinin keskinleşmesine doğru atılan dev bir adım olacak şekilde, yeni ulusal zenginliğin dağıtımı üzerinde yeni bir mücadelenin arenası haline gelirler. Tüm bunlar aynı zamanda toplumsal ve politik dengenin bir kenara bırakıldığına da, yani devrimci bir akışa da işaret eder. Ne var ki, devletin iflâsının ilân edilmesi, dengenin yeniden inşa edilmesine hemencecik geçişi olanaklı kılmamaktadır. Bunu, benzer şekilde, çalışma haftasının uzatılması, 8 saatlik işgününün iptali ve çok daha yoğun bir sömürü izlemektedir. Tabii buna paralel olarak işçi sınıfının direnişini alt etmek zorunlu hale gelir. Kısaca, teorik ve soyut olarak konuşacak olursak, kapitalist dengenin yeniden inşası mümkündür. Ama bu, toplumsal ve politik bir boşluğun içerisinde gerçekleşmez; bu ancak sınıflar aracılığıyla gerçekleşebilir. Ne kadar küçük olursa olsun, ekonomik alanda dengenin yeniden oluşturulmasına yönelik her adım, kapitalist bayların üzerinde varlıklarını hâlâ sürdürdükleri kararsız toplumsal denge için bir darbe niteliği taşır. Ve en önemlisi de budur.
Toplumsal Çelişkilerin Şiddetlenmesi
Dolayısıyla ekonomik gelişme otomatik bir süreç değildir. Sorun yalnızca toplumun üretici temelleriyle sınırlı değildir. Bu temeller üzerinde insanlar yaşar ve çalışırlar; ve gelişme bu insanlar aracılığıyla gerçekleşir. Öyleyse insanlar arası, ya da daha kesin olarak söylersek, sınıflar arası ilişkiler alanında neler oldu? Gördük ki, Almanya ve diğer Avrupa ülkeleri ekonomik düzey açısından 20 ya da 30 yıl geriye savrulmuşlardır. Peki, sınıflar anlamında toplumsal bakımdan da eşzamanlı olarak geriye savrulmuşlar mıdır? Hiç de değil. Almanya’daki sınıflar, işçilerin sayısı ve yoğunluğu, sermayenin yoğunluğu ve örgütsel formu; tüm bunlar savaş öncesinde, özellikle de son yirmi yıllık refah (1894-1913) döneminin sonucu olarak şekillenmişlerdir. Ve daha sonra tüm bunlar daha da keskinleşti: Devlet müdahalesinin yardımıyla savaş boyunca; ve spekülâsyon ateşi ve sermayenin artan yoğunlaşması aracılığıyla savaştan sonra da. Dolayısıyla iki gelişme sürecine sahibiz. Ulusal zenginlik ve ulusal gelir azalmaya devam eder, ama sınıfların gelişimi bununla birlikte geriye değil ileriye doğru devam eder. Giderek daha fazla insan proleterleşmekte, sermaye de giderek daha az sayıda elde yoğunlaşmakta, bankalar birleşmeyi sürdürmekte, endüstriyel işletmeler tröstlerde toplaşmaktadır. Sonuç olarak sınıf mücadelesi azalan ulusal gelir temelinde kaçınılmaz olarak keskinleşir. Sorunun bütün özü buradadır. Ayaklarının altındaki maddi temel ne kadar daralırsa, sınıflar ve gruplar ulusal gelirden kendi paylarını almak için o kadar vahşice savaşırlar. Bu bakış açısını bir an için dahi kaçırmamak gerekir. Avrupa ulusal zenginlik açısından 30 yıl geriye savrulurken, bu onun hiç de 30 yıl gençleştiği anlamına gelmemektedir. Hayır, sınıf anlamında o 30 yıl yaşlanmıştır.
Köylülük
Savaşın ilk dönemi boyunca tüm Avrupa’da, köylülüğün savaştan kârı olduğu söylendi ve yazıldı. Gerçekten de devletin ordu için kritik bir şekilde ekmek ve ete ihtiyacı vardı. Bu nedenle sürekli olarak anormal bir şekilde yükselen fiyatlar ödedi ve köylüler ceplerini tıka basa kâğıt parayla doldurdular. Köylüler sürekli olarak değer yitiren bu kâğıt paralarla, kurun gerçek değerinde olduğu önceki günlerde almış oldukları borçları ödediler. Elbette bu onlar için oldukça kârlı bir işlemdi.
Burjuva ekonomistler, köylü ekonomisinin zenginliğinin savaştan sonra kapitalizmin istikrarını güvenceye alacağını düşünüyorlardı. Ama yanlış hesap yaptılar. Köylüler ipoteklerini ödediler, ama çiftçilik yalnızca bankalara borç ödemekten ibaret değildi. Toprağın ekilmesi, gübrelenmesi, sulama ve iyi tohumlar, teknolojik gelişmeler, vb. de gerekmekteydi. Dahası, ortada emek kıtlığı vardı; tarım geriliyordu ve köylüler başlangıçtaki yarı-hayali yükselişten sonra yıkımla yüz yüze gelmeye başlamışlardı. Bu süreç tüm Avrupa’da çeşitli aşamalarıyla görülebilir. Ama bu durum kendisini Amerika’da da çok derin bir şekilde ortaya koymuştur. Yıkıma uğramış Avrupa’nın artık onların tahılını satın alamayacağı açığa çıktığında, Amerikalı, Kanadalı, Avustralyalı ve Güney Amerikalı çiftçiler arasında had safhada sıkıntı yaşandı. Tahıl fiyatı düştü. Tüm dünyadaki çiftçiler arasında huzursuzluk ve hoşnutsuzluk hakimdi. Bu bakımdan köylülük artık yasa ve düzenin dayanaklarından birisi değildi. İşçi sınıfının önünde, köylülüğün en azından bir kesimini mücadelede yanına çekme (en düşük katmanlar), diğer bir kesimini tarafsızlaştırma (orta katmanlar), ve üst katmanları da yalıtma ve felçleştirme (kulaklar, hali vakti yerinde çiftçiler) olanakları açılmaktadır.
Yeni Orta Sınıf
Reformistler sözde orta-sınıfa büyük umutlar bağladılar. Mühendisler, teknisyenler, doktorlar, avukatlar, muhasebeciler, müfettişler, memurlar, siviller ve aynı şekilde devlet hizmetlileri vb.: Tüm bunlar sermaye ve emek arasında duran yarı-tutucu bir katmanı oluştururlar; ve reformistlerin düşüncesine göre, demokratik rejimleri yönlendirip, aynı zamanda desteklerken bu ikisini [sermaye ve emek -ç.n.] uzlaştırırlar. Bu sınıf, savaş sırasında ve sonrasında, işçi sınıfından daha fazla sıkıntı çekmiş, yani yaşam standartları işçi sınıfının yaşam standartlarından bile daha fazla kötüleşmiştir. Bunun başlıca nedeni paranın satın alma gücünün gerilemesi, kâğıt paranın değerinin düşmesidir. Bu, tüm Avrupa ülkelerinde memurlar ve teknik entelijansiyanın alt safları ve hatta orta safları arasında keskin bir hoşnutsuzluğa yol açmıştır. Örneğin, İtalya’da memurlar tam da şu anda amansız bir greve katılmış durumdadırlar. Elbette devlet görevlileri, banka hizmetlileri vb., vb., proleter bir sınıf haline gelmediler, ama daha önceki tutucu karakterlerinden de sıyrılmışlardır. Devlete destek olmadıkları gibi, hoşnutsuzlukları ve protestolarıyla onun aygıtını sarsıp, silkelemişlerdir.
Burjuva entelijansiyanın hoşnutsuzluğu, ticari-endüstriyel küçük ve orta burjuvaziyle örtük bağları nedeniyle daha da keskinleşmiştir. Bu küçük ve orta burjuvazi kendisini, hor görülmüş ve hak ettikleri payları konusunda aldatılmış hissetmektedir. Tekelleşmiş burjuvazi, ülkenin yıkıma uğramış olmasına rağmen zenginlik içinde yüzmeyi sürdürmektedir. Azalan ulusal gelirin hep artan bir parçasını kendine mal etmektedir. Tekelleşmemiş burjuvazi ve yeni orta sınıf hem mutlak, hem de göreli olarak batmaktadır. Proletaryaya gelince, yaşam standartlarının kötüleşmesine rağmen, bugün azalan ulusal gelirden aldığı pay, muhtemelen savaş öncesinde aldığından daha fazladır. Tekelci sermaye, işçilerin payını, savaş öncesi düzeyine indirmeye zorlayarak tırpanlamaya çalışmaktadır. Ne var ki işçi, kendisine kalkış noktası olarak istatistik tabloları değil, düşmüş yaşam standartlarını alır ve ulusal gelirden aldığı payı arttırmaya çalışır. O halde, köylüler ekonominin gerilemesiyle birlikte bunalmışlardır; entelijensiya giderek daha yoksullaşmakta ve batmaktadır; küçük ve orta burjuvazi yıkıma uğramış ve hoşnutsuzdur. Sınıf mücadelesi keskinleşmektedir.
[Leon Trotsky, The First Five Years of The Communist International, Monad Press, 1977, c.1 içinde]
Çeviri tarihi: Ekim 1995
link: Lev Troçki, Yükseliş ve Kriz Üzerine, 23 Haziran 1921, https://marksist.net/node/5443
Karanlık Dönemlerde İşçi Sınıfının Mücadelesine Dair
Güney Kore’de Yüz Binler Devlet Başkanının İstifası İçin Sokakta