Birleşik Krallık’ta Haziran ayında yapılan referandumda AB’den ayrılma kararının çıkmasının ardından başbakan David Cameron görevinden istifa etti. Onun yerine 13 Temmuzda göreve gelen Theresa May, ülke tarihindeki ikinci kadın başbakan oldu. Theresa May’in başbakan olması burjuva medyada “feministlerin zaferi” olarak verildi. İngiltere’de başbakanlık koltuğundaki isim değişirken, ABD’de de başkanlık yarışı devam ediyor. Kasım ayında yapılacak seçimlerde Demokrat Parti adayı Hillary Clinton’ın kazanma olasılığı yüksek görünüyor. Almanya’da ise 2005 yılından bu yana Angela Merkel başbakanlık koltuğunda oturuyor. Clinton’ın da seçimleri kazanması durumunda dünyanın en büyük emperyalist güçlerinden üçünü kadınlar yönetiyor olacak. İşte bu tablo özellikle Avrupa’nın burjuva medyasında “kadınlar dünyayı yönetecek” haberleri yapılarak anlatılıyor ve kadınların dünyayı yönetmesiyle birlikte daha barışçıl, daha insani bir sürece doğru gideceğimiz beklentileri oluşturulmaya çalışılıyor. Öyle ya, kadınlar daha duyarlıdırlar, duygusaldırlar, şefkatlidirler vs…
Peki, gerçeklik bu mu? Mesele ülkeyi yönetenlerin kadın ya da erkek olması mı? Burjuva feminizmine göre bu sorunun cevabı “evet” olacaktır. Ama Marksist bakış açısına göre bu sorunun cevabı kocaman bir “hayır”dır. Çünkü Marksizme göre sorun cinsiyet sorunu değil sınıf sorunudur. “Şunu hiç unutmamak gerekiyor: sınıflı toplumlarda yaşayan bireylerin düşüncelerini, davranışlarını ve tepkilerini belirleyen temel etken, onların içinde bulundukları nesnel koşullar ve mensubu oldukları sınıflardır. Kapitalist toplumda kadınlar da tıpkı erkekler gibi bir sınıfa mensupturlar. Ve onların toplumsal olaylar-sorunlar karşısındaki tepkilerini belirleyen şey, ne kadın cinsine özgü olduğu iddia edilen içgüdülerdir, ne soyut bir ahlâktır, ne de kategorik bir saçmalık olarak «kadın duyarlılığı»dır. İçgüdüler belki ormanda yaşarsanız işe yarayabilir, ama kapitalist toplumun cangılında bu en ilkel güdülerin tepkilerinizi belirleyemeyeceği açıktır. Bu cangılda, tüm insanları ortaklaştıran sınıflarüstü bir ahlâkın ve aynı şekilde sınıflarüstü bir «kadın duyarlılığı»nın olmadığı da ortadadır. Aksine, kapitalist toplumda erkekler kadar kadınların da genel tepkilerini esas olarak sınıfsal konumları belirlemektedir.” (İlkay Meriç, Burjuva Feminizmi Yine Sahnede)
Örneğin kendisini feminist olarak tanımlayan Theresa May, İçişleri Bakanlığı yaptığı dönemde göçmenlere ilişkin sert politikalarıyla biliniyor. Mevcut göçmen sayısının azaltılması ve ülkeye yeni göçmen girişlerinin engellenmesi için sert önlemler alan Theresa May, İngiltere’nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nden kaynaklanan yükümlülüklerinin askıya alınması gerektiğini de savunmuştu. Bunları yaparken hiç de şefkatli davranmamıştı!
On yıldan fazladır şansölye olan Angela Merkel de ne ülkesine ne de dünyaya barış ve huzur getirmiştir. Suriyeli göçmenlerin Almanya’ya girişini engellemek için ne kadar uğraştığını ve mülteci sorununa ilişkin AB ile Türkiye arasında yapılan kirli anlaşmada Merkel’in ne kadar aktif rol oynadığını hatırlayalım.
Türkiye ise 1993 yılında ilk kadın başbakanıyla tanışmıştı. Üç yıl boyunca başbakanlık yapan Tansu Çiller’in döneminde JİTEM kurulmuş, binlerce insan kaybedilmiş, faili meçhul cinayetlere kurban gitmişti. Kürt halkına dönük en acımasız sindirme ve imha politikalarının yürütüldüğü dönemdi bu dönem. Bütün bunlar yaşanırken Tansu Çiller sınıf ayrımı olmaksızın tüm kadınlarda bolca bulunduğu iddia edilen merhamet duygusundan çok uzaktı!
Farklı coğrafyalarda farklı dönemlerde az sayıda da olsa kadınlar yönetimde yer aldılar, almaya da devam ediyorlar. Ancak biz bu kadınların hiçbirinin sınıfsal kimliğini ve iktidarda bulunma sebebini bir kenara bırakıp sırf kadın oluşundan kaynaklı birtakım kararlar aldığını görmedik, duymadık. Göremeyiz de. Çünkü egemen sınıf kim ise iktidarda olan da onun çıkarlarına uygun politikalar üretir. Şu ya da bu siyasi partinin, onun genel başkanının iktidar koltuğuna oturması onu sınıflar üstü yapmaz. Aksine kapitalist düzende iktidar olan tüm partiler ve kişiler egemen sınıfın yani burjuvazinin çıkarlarını kollamakla yükümlüdürler. Aksi takdirde iktidar koltuğunda oturamazlar. Elbette burjuva partilerin kendi içinde birtakım farklılıklar olacaktır ve bu farklılıklar pratikte yansımasını da bulacaktır. Birinin daha milliyetçi, bir diğerinin daha liberal olması gibi. Ancak bu farklılıklar kapitalizmin genel işleyiş yasalarını değiştirmez.
Bugün bütün dünyada kapitalizmin küresel krizinin etkileri hissediliyor. Her ülkenin kapitalistleri krizin etkisini en az zararla atlatan olmaya bakıyorlar. Bunun için iktidarda olan bütün partiler daha baskıcı ve otoriter uygulamaları hayata geçiriyorlar. Emperyalist savaş alevlerini büyütmekten çekinmiyorlar. Bunu yaparken de kitleleri aldatacak, oyalayacak yeni imajlar yaratıyorlar. Theresa May de özellikle kadın olması nedeniyle burjuvazinin aradığı taze kan görevini görmektedir. Geçmişi malûm bu kadının liderliğinde hiçbir şey eskisinden farklı olmayacaktır. O bir burjuva kadındır ve kendi sınıfının çıkarlarını korumak için başbakanlık koltuğuna oturmuştur. O, daha fazla kadının politikaya katılması gerektiğini söylerken kastettiği emekçi kadınlar değil, burjuva kadınlardır. Aynı şekilde Merkel ve Clinton da kendi sınıflarına hizmet etmektedirler. Demek ki asıl mesele iktidar koltuğunda kimin oturduğu değil onun hangi sınıfın iktidarını temsil ettiğidir. Bütün dünyadaki işçi-emekçiler için gerçek kurtuluş burjuvazinin iktidarının yerine kendi iktidarını geçirmek olacaktır. Ancak o zaman sınıfsız, sömürüsüz, savaşsız bir topluma gidişin kapıları açılabilir. Dünyaya barışı burjuva kadınlar değil, kadınıyla erkeğiyle işçi sınıfı getirecektir.
Marksistler de daha fazla kadının politikaya katılması gerektiğini savunurlar. Bunu savunurken kastettikleri şey daha fazla emekçi kadının komünistleşmesi ve devrimcileşmesidir. İşçi sınıfının kurtuluşu mücadelesinde aktif bir şekilde yer almasıdır. Emekçi kadınlara asıl kurtuluşlarının burjuva düzenin tüm kurumlarıyla birlikte yıkılması olacağının anlatılmasıdır. Tartışmasız gerçek, işçi sınıfının Theresa May, Angela Merkel, Hillary Clinton gibi burjuva kadınlara değil, Rosa Luxemburg, Clara Zetkin gibi devrimci kadın önderlere ihtiyacı olduğu gerçeğidir.
link: Demet Yalçın, Burjuva Kadınlar Dünyaya Barış Getiremez, 7 Ağustos 2016, https://marksist.net/node/5229
“Baldırı Çıplak Hayırseverler”
Yalanlara Kanmayalım!