Irkçılığa ve emperyalist savaşlara karşı dik duruşuyla ezilen dünya halklarının gönlünde taht kurmuş olan Muhammed Ali 3 Haziranda hayata gözlerini yumdu. “Kelebek gibi uçup, arı gibi sokan” bu cesur adamın ölümü, ırkına, diline, dinine bakmaksızın ezilenleri üzdü. Burjuva medya ise, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de, inanılmaz bir ikiyüzlülük örneği sergileyerek, bu ölümü “rating” malzemesi olarak değerlendirmeye koyuldu.
Burjuva ikiyüzlülüğün en büyük örneğini ise Tayyip Erdoğan ve şakşakçıları sergiledi. Muhammed Ali’nin Müslüman kimliğini sömürmeye kalkıp, bir cenazeyi bile politik çıkarlarına alet etmeye çalışan Erdoğan, kendini mazlumların hamisi ve lideri olarak göstermek istedi. Muhammed Ali’nin cenazesinde konuşma yapmak için başvuruda bulunan, bu cenazede Diyanet İşleri Başkanına Kuran okutarak Türkiye’nin Müslüman âleminin başı olduğu mesajını vermeye çalışan Erdoğan’ın her iki girişimi de, aldığı olumsuz yanıt üzerine başarısızlıkla sonuçlandı. Nihayetinde de “bay başkan” şov yapmak üzere gittiği ABD’den 10 Hazirandaki geniş katılımlı uğurlama törenine bile katılmadan geri dönmek zorunda kaldı.
Muhammed Ali kimdi?
Muhammed Ali 1942’de, ABD’de Louisville adlı bir kasabada, emekçi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Annesi bir temizlik işçisi, babası Cassius Marcellus Clay ise tabelâ yaparak hayatını kazanan bir emekçiydi ve doğan oğluna da 19. yüzyılın kölelik karşıtı Cumhuriyetçi politikacısından aldığı kendi adını vermişti. Cassius Marcellus Clay Jr., doğumundan itibaren Amerika’daki ırk ayrımcılığına bizzat maruz kalarak tanıklık edecek ve buna duyduğu öfkeyle büyüyecekti. Ve daha çocuk yaştan itibaren bu öfke onun siyah yumruklarının şiddetine yansıyacaktı.
Clay, 1960’ta Roma’da yapılan Olimpiyat Oyunlarında altın madalya almasının ardından profesyonel boks hayatına adım atmış ve dört yıl sonra henüz 22 yaşındayken dünya ağır sıklet boks şampiyonu unvanını kazanmıştı. 1964’te gelen bu şampiyonluktan sonra Clay, daha önce Malcolm X’in yaptığına benzer biçimde, Müslüman olduğunu açıklayacak ve adını Muhammed Ali olarak değiştirerek, “kölelik ismi” olarak nitelendirdiği eski ismini bir daha hiç kullanmayacaktı. Bu aslında ABD egemen sınıfının “Beyaz, Protestan, Anglo-Sakson” anlayışına duyulan öfkenin bir ifadesiydi. Tam da bu yüzdendir ki onun şampiyonluğu, dünyanın tüm ezilenleri tarafından emperyalizme, ırk ayrımcılığına, ezenlere vurulmuş güçlü bir yumruk olarak algılandı ve Muhammed Ali onların gönüllerinde taht kurdu.
1960’lar ABD’de ırkçılık karşıtı hareketin yükselip radikalleştiği yıllardı. “Siyah Müslüman Hareket” olarak da anılan “İslam Ulusu” da o yılların en popüler hareketlerinden biriydi. Muhammed Ali 1961’de bu hareketin düzenlediği bir mitinge katılmış ve 1962’de o dönemde bir efsaneye dönüşmüş olan Malcolm X ile tanışarak bu hareketin üyesi olmuştu. Fakat tam da o dönemde Malcolm X bu hareketin lideri Elijah Muhammed’le yollarını ayırmış ve politik açıdan son derece toy olan Muhammed Ali, yıllar sonra pişmanlık duyup “en büyük hatam” olarak niteleyecek olsa da, Elijah Muhammed’in yanında kalmıştı.
1960’ların sonlarından itibaren ABD aynı zamanda Vietnam savaşına karşı yükselen savaş karşıtı hareketin güç kazanışına da tanıklık ediyordu. ABD’nin Vietnam’da yürüttüğü emperyalist savaş gençlik içinde büyüyen bir öfkeye yol açmaya başlamıştı. Muhammed Ali, Vietnam savaşının azgın bir şekilde yürütüldüğü 1967 yılında orduya alınmak istenince bunu reddetti ve “Benim Vietkonglarla hiçbir kavgam yok, onlar bana hiçbir zaman zenci demediler” diyerek asıl kavgasının kendi ırkçı egemenleriyle olduğunu açıklayıp bu reddedişi politik tutuma dönüştürdü. Bu çıkış, Vietnam’da Vietkong birliklerine karşı savaşan Amerikan emperyalizmine açıktan kafa tutmak anlamına geliyordu. Bu yüzden egemenlerin şimşeklerini üzerine çeken Muhammed Ali, tam bir linç kampanyasına maruz kalacak, askere gitmeyi reddettiği için beş yıl hapis, 10 bin dolar para cezasına çarptırılacaktı. Bu arada pasaportuna el konulup, üç yıl bokstan men edildiği gibi boks lisansı da askıya alınacaktı. Ne var ki kararı temyize götüren Muhammed Ali, mahkemenin henüz sonuçlanmadığı bu süreçte sesini kısmayıp doğru bildiklerini dile getirmeye devam edecekti.
1970’e gelindiğinde artık savaş karşıtı hava iyice güç kazanmıştı. ABD egemenleri tarafından “hain” ilan edilmesine aldırmayarak, dünyadaki şiddetin en büyük sorumlusunun kendi hükümeti olduğunu, en güçlü yıkım araçlarıyla masum insanların katledildiğini söyleyen Muhammed Ali’ye duyulan sempati de alabildiğine artmıştı. Tam da bu nedenle Amerikan devleti geri adım atmak zorunda kaldı ve Ali’nin boks lisansı geri verildi. Aynı yıl, temyiz davası da sonuçlandı ve verilen ilk karar bozulduğu için Muhammed Ali hapse girmekten kurtuldu.
70’li yıllarda iki kez daha dünya şampiyonu olan ve tüm zamanların en büyük boksörü olarak anılan Muhammed Ali, 1984’te yakalandığı Parkinson hastalığının ardından boksa veda ederken, ezilenlerin gönlündeki yerini ölümüne dek korudu.
Erdoğan’ın Louisville’den dönen hesapları
Muhammed Ali, doğup büyüdüğü Louisville’de, binlerce kişinin katıldığı bir cenaze töreniyle sonsuzluğa uğurlandı. Cenazesine, ABD’de halen ırk ayrımcılığına uğramaya devam eden Afro-Amerikalıların yanı sıra beyaz emekçiler de katıldı. Bu cenazeyi prim yapmak için kullanan burjuva siyasetçiler de vardı elbette.
Bunlardan “yerli” olanı, eski başkan ve yeni başkan adayının eşi Bill Clinton idi. Muhammed Ali gibi birinin cenazesinde boy göstermesinin Hillary’nin pek de teveccüh görmediği siyahlardan oy devşirilmesine katkıda bulunacağı hesaplanmış olsa gerek ki, cenazede en üst düzey Amerikalı siyasetçi ve devlet adamı olarak Bill Clinton yer aldı. “Siyahların temsilcisi”, “ezilenlerin dostu” parlatmasıyla üst üste iki dönem başkanlık koltuğuna oturan Obama ise, görev süresi dolduğu için yaklaşan başkanlık seçiminde aday olmamasının ve bu cenazeyi oy devşirme malzemesi olarak kullanmasına gerek olmamasının verdiği rahatlıkla davranarak bu törene katılmayıp mesaj göndermekle yetindi. Kendisi, kızının o güne denk gelen mezuniyet törenini, siyahların ve ezilen halkların gözünde ilahlaşmış olan Muhammed Ali’nin cenazesine katılmaktan daha önemli buldu. Bu tutum aslında siyah da olsa ABD gibi emperyalist bir gücün başına geçirilmiş bir şahsın gerçekte kimin temsilcisi olduğunun sembolik bir göstergesidir.
Gelelim “yabancı konuk” Erdoğan’a. Erdoğan 9 ve 10 Haziranda gerçekleştirilecek cenaze ve uğurlama törenlerine katılmak üzere geniş bir maiyetle birlikte uçtu ABD’ye. Yandaş medya bu katılımı şişirdikçe şişirdi, “oraya en çok yakışan lider”in Erdoğan olduğundan dem vurdu. Onlara göre, Erdoğan oraya gidip etkileyici bir konuşma yapacak, tabuta Kâbe örtüsü örtecek, Diyanet İşleri Başkanına Kuran okutacak, cenazenin en çok ilgi görecek ve kucak açılarak karşılanacak lideri o olacaktı. Ne var ki bu ön alma girişimlerinin tümü engellendi ve kendisine hiç pas verilmeyen Erdoğan, Muhammed Ali’nin 9 Hazirandaki cenaze namazına katılıp 10 Hazirandaki büyük törene katılmadan pılısını pırtısını toplayıp ABD’den ayrılmak zorunda kaldı.
Bu terslenme vaziyetini şık bir ambalajla örtüp başarıymış gibi gösterme görevi ise yandaş medyaya verildi. Örneğin, 9 Hazirandaki cenaze törenine devlet liderlerinden sadece Erdoğan katıldığı, kendisine özel bir protokol uygulanmadığı ve bu yüzden suratı sirke sattığı halde, manipülatör yalakalar bu “tek başınalığı” övünç meselesiymiş gibi sunmaya kalkma utanmazlığından çekinmediler. Star gazetesi genel yayın yönetmeni Nuh Albayrak’ın şu cümleleri bunun tipik bir örneği: “Freedom Hall’deki [9 Hazirandaki törenin yapıldığı bina] bu buluşma, farklı coğrafyalarda zulme karşı sergilenen iki ayrı başkaldırının bayrak teslimiydi. Onun için bir devlet lideri olarak sadece Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın o salonda bulunması çok anlamlıydı.”
Hezimetten “anlam” çıkarma başarısını gösteren Albayrak, Erdoğan’ı, “Muhammed Ali’nin duruşunu sürdüren kişi”, “güçlülerin asırlık diktatörlüğüne meydan okuyan ilk lider”, “dünyadaki mazlumların hamisi ve lideri” olarak nitelendirdi ve onun “mazlum milyonlarla birlikte dünyanın sömürü düzenini değiştireceğini” iddia etmekten geri durmadı.
Erdoğan’la birlikte ABD’ye giden bir diğer isim İbrahim Karagül de, henüz Erdoğan refüze olmadan önce yazdığı bir yazıda benzer şeyler dillendiriyordu. Karagül, Erdoğan’ın Muhammed Ali’nin temsil ettiği değerlerin bugünkü temsilcisi olduğunu söylemeye getiren bu yazıda, Muhammed Ali ve Malcolm X’e yaptığı övgülerle dolaylı bir benzetme yapmaya ve onun temsil ettiği değerlerin savunuculuğunu geçmişten bugüne İslamcı harekete mal etmeye çalıştı. Neydi peki bu değerler? “Malcolm X’in ırk ayrımına karşı verdiği mücadele, asiliği, devrimciliği, sözünü esirgememesi” ve “Muhammed Ali’nin dik duruşu, ırk ayrımına ve Vietnam Savaşı’na karşı tavizsiz tutumu…” Şöyle devam ediyordu Karagül, Muhammed Ali’den söz ederken:
“Soğuk Savaş’ın en keskin dönemlerinde, dünyanın katı bloklara ayrıştığı dönemlerde öne çıkan, kahramanlaşan, sembolleşen isimlerdendi o. Sadece ringlerde, yumruklarıyla zafer kazanmıyor, duruşu ve tercihleriyle de o günün dünyasına çok fazla mesaj veriyordu. Ve o mesajlar, hiçbir coğrafi sınır tanımadan yeryüzünün her köşesinde etkisini gösteriyordu. Antiemperyal dalga o kadar güçlüydü ki, Müslüman dünya o kadar zayıf ve çaresizdi ki, İslam ve Müslümanlık adına söz söyleyen, duruş sergileyen isimler haklı bir saygı ve şöhrete ulaşıyordu.”
Karagül aslında tüm bunları bugüne, yani Erdoğan’a bağlamak için kullanıyor. Bugün de emperyalizmin benzer bir saldırganlık içinde olduğundan, Türkiye’nin hedef durumunda bulunduğundan ve “bir büyük tarihsel mücadelenin en güçlü ülkesi” olduğundan dem vurarak Erdoğan’ı “dik duran, sözünü esirgemeyen, ezenlere meydan okuyan” bir anti-emperyalist olarak resmetmeye çalışıyor. Oysa yalanlarla, manipülasyonla, oportünizmle yüklü bu satırlar, tarihsel gerçeklere ve bugünün gerçekliğine vurulduğunda sapır sapır dökülmektedir.
Muhammed Ali “benim Vietkonglarla hiçbir sorunum yok” diyerek ABD emperyalizmine bayrak açtığında, Türkiye’nin İslamcıları, ABD işbirlikçisi kendi egemenleriyle birlikte komünist avına çıkıyorlardı. Devrimci gençler 1960’ların sonları ve 70’lerin başlarında Vietnam savaşını lanetlerken, NATO gemilerinden çıkan ABD askerlerini Dolmabahçe’de denize dökerken ve yükselttikleri mücadeleyle Amerikan emperyalizmine baş kaldırırken, Erdoğan’ın temsilcisi olduğu gelenek, “Kanlı Pazar”ları organize etmekle, “komünizme karşı mücadele” adı altında ABD emperyalizminin yanında saf tutup devrimcileri katletmekle meşguldü. Devrimci gençler Filistin davasının aktif savunucuları olarak silah kuşanıp Filistin’e giderlerken, bugün siyaseten sömürmek için hiçbir fırsatı kaçırmadıkları Filistin davası İslamcıların umurunda değildi.
Şimdi Erdoğan kalkmış, “Muhammed Ali ringlerdeki başarısı kadar dünyanın dört bir yanında mağdurların da sesi oldu. Onun kavgası iyi ile kötünün kadim mücadelesinin adeta ringlere taşınmış haliydi. Elbette burada kötü olan ringlerdeki rakipleri değil, insanlara zulmeden, eziyet eden, haksızlık eden herkes ve her şeydi” diyor.
Sanırsınız ki kendileri, iyi ile kötü arasındaki kadim mücadelede hep ezilenlerin yanında yer almışlar ve ezenlere karşı savaşmışlar! Sanki “Müslüman” Ortadoğu’da yürütülen emperyalist savaşın baş aktörlerinden biri kendisi değil! Sanki zihniyetindeki ırkçılık her vesileyle ağzından saçılmıyor! Ve sanki şu anda Kürt halkına karşı kanlı bir savaşı tüm acımasızlığıyla yürüten onlar değil! İşte “güçlülerin asırlık diktatörlüğüne meydan okuyan”, “dünyadaki mazlumların hamisi ve lideri”! Erdoğan, Muhammed Ali’nin temsil ettiği değerlerin tam tersinin savunucusudur.
link: İlkay Meriç, Muhammed Ali’yi Sömürerek Şov Yapmak, 13 Haziran 2016, https://marksist.net/node/5138
Yüzlerce İşçi UİD-DER’in 10. Yıl Şöleninde Buluştu
Yürüyorlar!