İnsanlık yeni bir emperyalist paylaşım savaşının içinden geçiyor. Elif Çağlı, Marksist Tutum sayfalarında, parçalı ve pek de alışılagelmedik biçimler altında yürüyen bu savaşın aslında 3. Dünya Savaşı olduğu tespitini yapalı yaklaşık on yıl oluyor. Bu tespit ilk yapıldığında pek çokları idrak etmekte zorlanmıştı, bugünse burjuva ideologlarından ünlü politikacılara, sosyalistlerden papaya kadar pek çokları “3. Dünya Savaşı” tabirini kullanıyorlar.
İçinden geçtiğimiz sürecin, kapitalizmin çürümüşlüğü ve tarihsel bir sistem kriziyle karakterize olan yeni bir dünya savaşı olduğunun kavranmasını zorlaştıran temel faktör, aslında yine burjuva ideologlarının, tarihçilerinin zihinlerimizde yarattığı “dünya savaşı” imajıdır. Bu imaja göre “dünya savaşı” denilince büyük emperyalist güçlerin açıktan birbirlerine savaş ilan ettikleri ve bizzat kendi topraklarında da savaştıkları büyük, topyekûn savaşlar akla gelir. Bugünse savaşlar görünürde dünyanın sınırlı bir kesiminde cereyan etmektedir, emperyalist ülkelerin toprakları savaş alanı haline gelmemiştir. Üstelik bizzat emperyalist güçlerin birbirleriyle açıktan savaşması durumu söz konusu değildir. Ayrıca halen yürüyen emperyalist savaşın aldığı biçimler de 1. ve 2. Dünya Savaşlarına göre farklılıklar içermektedir. Öyle ki, bu farklılıklar, yürüyen savaşın bir “dünya savaşı” olduğunun, hatta kimi durumlarda bir emperyalist savaş olduğunun dahi kavranmasını zorlaştırmaktadır.
Bu sebeple, adına 3. Dünya Savaşı dediğimiz bu emperyalist paylaşım savaşının aldığı biçimlerin, kullanılan yöntem, taktik, strateji ve teknolojinin incelenmesi önemli ve gereklidir. Çünkü bu incelemeden elde edeceğimiz sonuçlar, yürüyen savaşın arka planı hakkında bize önemli ipuçları sunacak ve doğasının kavranmasına, en önemlisi de, savaşa karşı verilen mücadelenin nasıl olması gerektiğine ışık tutacaktır.
Savaş politikanın başka araçlarla devamıdır
Modern çağın savaş kuramcılarının babası sayılan Clausewitz’e göre savaş, politikanın başka araçlarla devamıdır. Bu “başka araçlar”la Clausewitz’in kastı, kuşkusuz, çeşitli türden şiddet aygıtları ve araçlarıdır. Buradan yola çıkarak Clausewitz savaşı, rakibi veya düşmanı irademize boyun eğmeye zorlayan bir şiddet hareketi olarak tanımlamaktadır. Ve yine Clausewitz, aldığı biçimlerin ve silah teknolojilerinin tarih içinde değişmesine rağmen savaşın bu özünün değişmeden kaldığına dikkat çekmiştir. Clausewitz’in bu yaklaşımı, hiç şüphesiz, materyalist tarih anlayışına da uygundur.
Peki, içinden geçtiğimiz emperyalist savaş sürecine bu açıdan bakarsak ne görürüz? Yürüyen emperyalist savaş süreci, ki biz bunu 3. Dünya Savaşı olarak tanımlıyoruz, hangi emperyalist politikanın devamıdır? Bu emperyalist politika(lar), mevcut savaşı bir “dünya savaşı” olarak nitelendirmeye yetecek denli küresel etkileri ve kapsamı olan politikalar mıdır? Evvelâ bu soruları cevaplayalım.
Elif Çağlı, 2002’den bu yana yazdığı birçok makalede bu soruların cevabını etraflıca vermiştir.[1] Çağlı, bu makalelerinde özetle, SSCB’nin çöküşüyle birlikte “soğuk savaş” diye adlandırılan dönemin ve iki kutuplu dünya koşullarının sona erdiğini, ABD’nin hegemonik pozisyonunu korumak üzere bir dizi savaşa giriştiğini ve bunun sonucunda da emperyalist güçlerin yeni bir paylaşım kavgasına tutuştuğunu açıklıyordu. Yugoslavya savaşıyla başlayan, Körfez savaşıyla, Afganistan ve Irak’ın işgaliyle devam eden ve bugüne uzanan bu sürecin başlatıcısı, kendi ifadesiyle “yeni dünya düzeni”ni kurmayı amaçlayan ABD’ydi.
“Yeni dünya düzeni” diye tarif edilen bu emperyalist politikanın sadece diplomasiyle hayata geçirilmesi mümkün değildi. Güney ve doğu Avrupa’dan kuzey Afrika’ya, Ortadoğu’dan Orta Asya’ya ve hatta oradan da Pasifik’e kadar epeyce geniş bir coğrafyada, eski SSCB yanlısı rejimlerin ya da tam anlamıyla ABD-Batı yanlısı olmayan rejimlerin değişmesi, bu coğrafyada eskiden Rusya ve Çin’e ait olan nüfuz alanlarının ABD’ye geçmesi, bu coğrafyanın dünya pazarına daha derinden entegrasyonu gerekiyordu. Öte yandan ABD’nin göreli olarak gerileyen ekonomik konumu karşısında, güçlü bir yükseliş içindeki Almanya ve Japonya gibi Batılı emperyalist güçlere hiza göstermek de önem taşıyordu.
Bu rejim değişikliklerinin gerçekleşmesi için ABD farklı araçları ve yöntemleri devreye soktu. Bunlar “renkli devrimler”den askeri işgallere kadar geniş bir yelpaze oluşturuyordu ve aslında hepsi de yürüyen emperyalist savaşın bir parçasıydılar. Böylece ortaya attığımız birinci sorunun cevabını vermiş oluyoruz. 3. Dünya Savaşı dediğimiz savaş, dünyanın hegemon gücü olan ABD emperyalizminin, Rusya ve Çin’in önünü kesmek ve eskiden onların nüfuz sahibi olduğu ülkeleri kendi nüfuz sahasına dâhil etmek, yükselen yeni Batılı emperyalist güçleri kontrol altında tutmak üzere izlediği emperyalist politikanın devamıdır. Buradan ikinci sorunun cevabıyla devam edelim.
Kuşkusuz ABD’nin “yeni dünya düzeni” adı altında tesis etmeye giriştiği bu emperyalist politikalar sadece askeri çatışmaların yaşandığı bölgeleri ya da bu bölgelerdeki ülkeleri değil, tüm dünyayı etkilemiştir. Adı üstünde ABD, yeni bir “dünya” düzeni oluşturmaya, yani tüm dünyaya yeniden şekil vermeye girişmiş ve bunu da dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşanan ve gittikçe yayılan savaşlarla yapmıştır. Değişen koşullara paralel olarak mevcut dengeler de değişmiş, daha doğrusu altüst olmuş ve ABD de yeni dengeler kurmak üzere harekete geçmiştir. ABD’nin hedeflerine ne kadar ulaştığından ya da uzun vadede buna gücünün yetip yetmeyeceğinden bağımsız olarak diyebiliriz ki, başlatılan bu yeni emperyalist savaş süreci tüm dünyayı etkisine alan bir politikanın devamıdır ve bizzat savaşın alevleri de gittikçe daha geniş bir coğrafyaya yayılmakta, gitgide daha fazla sayıda ülkeyi yutmaktadır. Mevcut savaştan etkilenmeyen yahut savaşın kızışmasına paralel olarak, emperyalist kamplardan birine dâhil olmayan devletlerin sayısı azdır. 3. Dünya Savaşının safları gittikçe belirginleşmekte ve tüm devletler olanca güçleriyle daha büyük savaşlara hazırlanmaktadırlar.
Savaşın aldığı biçimler ve niteliği arasındaki ilişki
Yürüyen dünya savaşı, büyük emperyalist güçlerin topyekûn savaşlarla birbirlerine girdiği bir düzeye ulaşmış değildir. Savaşın bu düzeyi, süreci Marksist bir bakış açısıyla değerlendiremeyenlerde ciddi yanılsamalar yaratmaktadır. Örneğin büyük emperyalist güçlerin açıktan karşı karşıya gelmiş olmamasından hareketle, pek çok sosyalist çevre, savaşın henüz bir dünya savaşı niteliği kazanmadığını söylemektedir. Oysa emperyalist güçler topyekûn bir savaşa girişmemiş olsalar bile, bal gibi de birbirleriyle savaşmaktadırlar. Hatta savaşın asıl tarafları, kutup başları onlardır.
Örneğin Suriye’deki savaşta, Esad rejimine bağlı güçlerle IŞİD ve çoğu ithal cihatçı grup savaşmaktadır. Ama ABD ve Rusya gibi büyük emperyalist güçlerle, Türkiye, İsrail, İran ve Suudi Arabistan gibi bölgesel güçler de doğrudan işin içindedirler. Zaten kimsenin bu gerçeği inkâr ettiği de yoktur. Ama kimi zaman atlanan nokta şudur ki, savaşın çıkışının ve devamının birinci sebebi, büyük emperyalist güçler arasındaki hegemonya yarışı ve paylaşım kavgasıdır. Meselâ Suriye’de protesto gösterileriyle başlayan sürecin bugünkü savaşa dönüşmesinin asıl nedeni, ABD ve müttefiklerinin Suriye’yi kendi nüfuz alanları haline getirmek istemesiydi.
Birbirleriyle doğrudan karşı karşıya gelmekten mümkün mertebe kaçınan büyük emperyalist güçler, çoğu örnekte görüleceği üzere görünürde çatışmaya dolaylı yollardan müdahil olmaktadırlar. Yani “görünürde”, savaşın asıl tarafları onlar değildir. Arka planda onların çıkarları çatışsa ve süreç onların emperyalist planlarına göre şekillense de, “görünürde” IŞİD gibi bir “terör örgütü” Esad rejiminin ordusuyla, diğer “terörist gruplarla” veya bir emperyalist güçle savaşmaktadır. Dünyanın farklı bölgelerindeki çatışma ve savaşlarda en çok öne çıkan aktörlerin benzer “terör örgütleri” olması tesadüf değildir. “Asimetrik savaş”[2] denilen biçimin, asıl olarak 2. Dünya Savaşından sonra yaygınlaşması da tesadüf değildir.
“Asimetrik savaş”ın en tipik örneği, yukarıda da bahsettiğimiz gibi, “terör örgütü” diye adlandırılan El Kaide veya IŞİD’in, Afrika’dan Asya’ya kadar geniş bir coğrafyada yerel iktidarlarla, hatta kimi yerlerde (Suriye’de olduğu gibi) doğrudan emperyalist güçlerle yürüttüğü savaştır. Meselâ IŞİD ile ABD’nin yahut Rusya’nın askeri gücü kıyas kabul etmeyecek denli farklıdır. Bu yüzden de IŞİD, kendisine göre ezici üstünlüğe sahip bu askeri güçlerle doğrudan karşı karşıya gelmekten kaçınmakta, ama emperyalist güçlere bizzat kendi evlerinde düzenlediği saldırılarla karşılık vermekte, kendi çöplüğü olarak gördüğü yerlerde de canilikle rakiplerini dize getirmeye çalışmaktadır. Görünürdeki bu tablo sebebiyle de yürüyen savaş dünya savaşı olarak görülmemektedir.
Oysa burjuva ideologlarının kasıtlı çarpıtmalarını ve ideolojik propagandanın bir parçası olarak kullandıkları “terör saldırıları”, “terörist gruplar”, “uluslararası terörizm” gibi kavramları bir tarafa bırakacak ve sürece biraz daha derinlemesine bakacak olursak, bu “terör örgütleri”nin her birinin arkasında bir veya daha fazla emperyalist gücün olduğunu görürüz. Tabii ortada epeyce karmaşık bir tablo mevcuttur. El Kaide veya IŞİD gibi güya “terör örgütleri”nin hangi koşullarda ortaya çıktıkları, kimler tarafından beslenip büyütüldükleri, kimler tarafından halen desteklendikleri yahut önlerinin açıldığı, hangisinin hangi istihbarat örgütüyle ne tür ilişkisinin olduğu meselesi girift bir konudur. Ama açık olan bir şey vardır ki, asıl savaş bu “terör örgütleriyle” başkaları arasında değil, bizzat emperyalist güçlerin kendi arasında yürümektedir.[3] Ayrıca “terörist örgüt” diye küçümsenseler de, El Kaide veya IŞİD’in gerçekleştirdikleri (ya da onlara maledilen) saldırıların apaçık küresel etkileri sözkonusudur. Her bir saldırıları, yaptıkları her bir hamle, yürüyen emperyalist savaş sürecinde karşılığı olan, bir yere oturan gelişmeler olmaktadır.
Örneğin radikal İslamcı güçlerin, tam da emperyalist paylaşım savaşına konu olan bölgelerde yükselişe geçmeleri ve ortalığı birbirine katarak, güya “terörist saldırılar” gerçekleştirerek, adeta emperyalist güçlere müdahale davetiyesi çıkarmaları da tesadüf değildir. Geçmişte bizzat ABD’nin besleyip büyüttüğü Afgan mücahitlerin içinden çıkan El Kaide, onun Irak kolunun devamı olan IŞİD ve yine El Kaide’nin Afrika şubeleri olan Boko Haram gibi radikal İslamcı örgütlerin “terörist” faaliyetleri gerekçe gösterilerek, Afganistan işgal edilmiş, Ortadoğu’nun ve Afrika’nın pek çok yerine emperyalistler tarafından askeri üsler kurulmuş, mevcut askeri varlıklar kat be kat arttırılmış, sayısız askeri operasyonlarla tüm bölge emperyalist savaşın alanı haline getirilmiştir. Üstelik bu gerçeklik ABD başkanı Bush tarafından, 11 Eylül saldırılarının hemen ardından açıkça beyan edilmiştir. Bush, o meşhur konuşmasında, komünizm öcüsünün yerini “uluslararası terörizm”in aldığını ve “uluslararası terörizm”e karşı yürütülecek savaşın on yıllar boyu süreceğini daha o zamanlarda ifade etmiştir.
Yürüyen dünya savaşına hâkim olan bu “asimetrik” görüntüye eşlik eden bir olgu da savaşın parçalı yapısıdır. Dünyanın farklı coğrafyalarında, birbirleriyle bağı hemen kurulamayacak gibi görünen irili ufaklı çatışmalar, savaşlar cereyan etmektedir. Fakat çeşitli yerel güçler/iktidarlar arasındaki bu çatışmalar, hızlı biçimde mevcut emperyalist savaşın parçası haline gelmekte ya da daha baştan onlar tarafından çıkarılmaktadır. Emperyalistler tarafları kimi zaman el altından, kimi zaman açıktan desteklemekte; kimi zaman NATO ve/veya “BM Barış Gücü” adı altında, kimi zaman da çeşitli koalisyonlarla (IŞİD karşıtı koalisyon gibi) savaşa doğrudan müdahil olmaktadırlar. İşin püf noktası, tüm bu savaşların ve çatışmaların birbiriyle olan bağının kurulabilmesi ve hepsinin de büyük emperyalist güçler arasında yürüyen genel kapışmanın bir parçası olduğunun görülebilmesidir. Boko Haram adlı radikal İslamcı örgütün Nijerya’da hükümete karşı yürüttüğü savaşla, IŞİD’in Suriye ve Irak’ta mevcut iktidarlara karşı yürüttüğü savaş arasında, bu açıdan bir bağ mevcuttur. Zaten IŞİD’le Boko Haram arasında da bir “bağ” vardır ve bu da süreçlerin dünya savaşının parçası olduğunun göstergelerinden biridir.
Kozlarını paylaşmak için hiçbir fırsatı kaçırmayan büyük emperyalist güçler, dünyanın neresinde kaşınacak bir yara, bir anlaşmazlık, çatışma yaratacak bir potansiyel görseler, hemen oraya el atmakta, mevcut anlaşmazlık veya çatışmayı kendi çıkarları doğrultusunda kışkırtmaktadırlar. Ardından da tarafları önce el altından, sonra açıktan desteklemekte, silah vermekte, uygun ortam oluştuğunda ise açıktan çatışmaya dâhil olmaktadırlar. Çoğu durumda, emperyalist güçlerden birinin dâhil olması, ötekilerin de otomatik biçimde dâhil olması sonucunu doğurmaktadır. Sonuçta da, başlangıçta ilgisi olmasa dahi, en küçük ve yerel bir çatışma dahi kısa sürede genel emperyalist kapışmanın parçası haline gelmektedir. Afrika’da radikal İslamcı güçlerle mevcut iktidarlar arasında yaşanan sayısız çatışma ve savaş buna örnektir. Libya’da, Suriye’de, Irak’ta, Yemen’de, Afganistan’da, Ukrayna’da ve Dağlık Karabağ’da da durum tastamam budur.
Zaten irili ufaklı bütün emperyalist ve kapitalist devletler veya çeşitli türden yerel güçler bu gerçekliğin bal gibi farkında olduklarından, hemen hepsi artan kutuplaşmaya paralel olarak emperyalist savaşta taraflarını seçmekte ve var güçleriyle silahlanmaktadırlar. Tüm ülkelerde, içerde siyasi baskılar ve otoriterleşme artmakta, milliyetçilik yükseltilmekte, militarizasyon ve silahlanma körüklenmekte; dışarıda da daha saldırgan politikalara doğru bir kayış yaşanmakta, birçok ülke çatışmaların ya da savaşların doğrudan yahut dolaylı tarafı haline gelmektedir. Dolayısıyla 3. Dünya Savaşının şimdilik “parçalı” bir karakterde seyretmesi, kimseyi yanıltmamalıdır.
Askeri teknolojilerdeki ilerlemelerin, konvansiyonel silahlardaki ciddi gelişmelerin ve nükleer silahların varlığının mevcut savaşın niteliğine son derece belirleyici bir etkide bulunduğunu da belirtmeliyiz. Hegemonya yarışı ve emperyalist paylaşım kavgası, büyük güçlerin dünyanın pek çok farklı noktasında askeri olarak varlığını tesis etmesini ve sürdürmesini beraberinde getirmektedir. Yine aynı sebeple ABD veya Rusya gibi büyük güçler, her an ve hızlı biçimde dünyanın herhangi bir köşesine müdahale edebilecek bir askeri donanıma sahip olmak zorundadırlar. Bu güçler bazen bir çatışmaya dâhil olmakta, bazen de kendi çıkarlarına aykırı bir durumun gelişmesini önlemek için harekete geçmektedirler. Oysa eskinin askeri teknolojisiyle ve biçimleriyle, büyük güçlerin dahi bunu gerçekleştirmesi kolay değildi. Dünyanın uzak bir köşesine askeri anlamda müdahil olmak için ya orada önceden hazır bulunmak ya da ciddi bir seferberliğe girişmek gerekiyordu. Bu da önemli miktarda savaş gücünün harekete geçirilmesi demekti. Üstelik her şeye rağmen istenilen bölgeye intikal edilmesi zaman alıyordu.
Bugün ise aynı askeri saldırıları çok daha az sayıda askerle, daha hızlı ve etkili biçimde gerçekleştirmek mümkündür. Tabii bu güce asıl sahip olanlar yine de büyük emperyalist güçlerdir. Uzun menzilli füzeler, uçak gemileri, askeri üslerden kalkan uçaklar, akıllı veya güdümlü silahlar, özel kuvvetler vb. bunu mümkün hale getirmiştir. Zaten büyük emperyalist güçlerin ordularının yapısı da buna göre değişmektedir. Dolayısıyla dünyanın herhangi bir köşesinde yaşanan bir gerilimin yahut çatışmanın, genel emperyalist kapışmanın parçası haline gelmesi de çok hızlı olmaktadır. Eskinin çok sayıda askerle, top ve tüfekle girişilen cephe savaşları, yerini özel kuvvetlerle ve “akıllı mühimmat”la yürütülen çatışmalara bırakmış durumdadır. Savaşlar ve savaşları oluşturan çatışmalar cepheler boyunca değil, asıl olarak şehirlerde gerçekleşmektedir. ABD’nin Irak’ı işgali, kastettiğimiz türden “post modern” savaşlara iyi bir örnektir.
Tabii bu tespitlerimiz, savaşın güncel biçimlerini ifade etmektedir. Yürüyen dünya savaşının kızışması, farklı düzeylere sıçraması, beraberinde bizzat büyük emperyalist güçlerin açıktan birbirine girmesi, savaşın Avrupa’ya, ABD’ye yahut Rusya’ya sıçraması, tarafların nükleer seçenekler de dâhil olmak üzere daha yıkıcı ve daha yaygın bir savaşa girişmesiyle de sonuçlanabilir. Bu hiç de ihtimal dışı değildir. Ama vurgulamak istediğimiz husus, bu ihtimal henüz gerçekleşmedi diye, savaşı yanlış biçimde nitelememek gereğidir.
***
Savaşın aldığı güncel biçimler ve gözümüzün önünde duran tüm bu olgular bize ne anlatıyor? Yaşananın bir dünya savaşı olduğunu ve bu bağlamda da ortada gelgeç bir savaşın olmadığını… Yani büyük emperyalist güçler kozlarını tam olarak paylaşana kadar bu savaş sona ermeyecektir. Elif Çağlı, bu durumu şöyle özetliyor: “Savaş araçlarının ve savaş tekniklerinin tarihin ilerleyişi içinde değiştiği bilinen bir gerçektir. O nedenle, yeni bir dünya savaşının birinci ve ikinci emperyalist paylaşım savaşlarının bir kopyası gibi cereyan etmeyeceği açıktır. Bu nokta da son derece önemlidir. Bu konuda yanılgıya düşen veya gerçeği kasıtlı olarak saptıran taraflar, gözlerinin önünde cereyan eden ve yayılma eğilimi sergileyen savaş cehennemine gelip geçici bir olgu olarak bakmaktadırlar.”[4] Çağlı, bu savaşın kolayından sona ermeyeceğini, yenişememek, bitmeyen çekişmeler vb’nin çok uzun sürecek kaotik bir duruma yol açabileceğini de vurgulamaktadır.[5]
Emperyalizmin girdiği bu çürüme sürecinde savaş, uzun barış dönemleri arasında yer alan geçici bir süreç değildir. Aksine uzun yıllara yayılmış savaşlar arasında geçici barış dönemleri söz konusu olmaktadır. Üstelik bu barış dönemleri de gittikçe kısalmaktadır. Ve yine savaşların aldığı biçimlerden ve silahların yıkıcı gücünün olağanüstü artmasından ötürü, sivil ölümler eskiye göre çok daha fazla olmaktadır. Çünkü savaşlar ve çatışmalar giderek artan oranda sivil yerleşim alanlarında cereyan etmektedir. Aslında denebilir ki, çürüyen kapitalizm çağında savaşlara dair tüm olumsuz özellikler de en uç biçimlerde tezahür etmektedirler.
İçinden geçilen emperyalist savaş sürecinde bilimsel ve teknik ilerlemeler de (eskisinden daha fazla oranda) savaşa endeksli hale gelmiştir. Artan militarizasyona paralel olarak savaş endüstrisinin payı da sürekli büyümektedir. Kapitalizmin genel kuralı olan artan makineleşme, silah teknolojisinde de geçerlidir. İnsansız silahlar artmaktadır yahut uzaktan kontrol edilebilen güdümlü/akıllı silahlar daha fazla kullanılır olmaktadır. Devletler çoğu durumda, zorunlu askerlik nedeniyle orduda geçici olarak bulunan sıradan erlerin yerine profesyonel askerlerden oluşan özel kuvvetleri kullanmaktadır. Ve sonuçta gittikçe artan oranda, siyaset-savaş, sivil-asker, savaş alanı-güvenli alan, savaş-barış arasındaki çizgiler silikleşmektedir. Devletler yahut çeşitli güçler, sahip oldukları silahsız kuvvetleri de (örneğin medyayı) giderek artan oranda savaşın hizmetine sunmaktadırlar.
Bunlardan çıkacak sonuç nedir? Emperyalist savaşlara karşı olmak, asıl olarak savaşı doğuran emperyalist politikalara ve onu da yaratan emperyalist-kapitalist sisteme karşı olmayı gerektirmektedir. Bu da buna uygun sınıf politikaları üretebilmekten ve bu politikaları sınıfa maledebilmekten geçiyor.
[1] Daha kapsamlı bir okuma için marksist.com sitesinde yer alan “Sistem Krizi ve 3. Dünya Savaşı” adlı dosyadaki yazılara ve özellikle de, E. Çağlı’nın bu konudaki yazılarını derleyen şu makaleye bakılabilir: Serhat Koldaş, 3. Dünya Savaşı Tespitleri ve Elif Çağlı.
[2] Kelime anlamı olarak “asimetrik savaş”, simetrik olmayan daha doğrusu birbirine yakın/denk güce sahip olmayan iki devletin veya ordunun, gücün savaşmasıdır.
[3] Kuşkusuz, bu tür örgütlerin ve çeşitli isimler altındaki yerel güçlerin, emperyalistlerin çıkarlarının ve planlarının haricinde de çıkarları ve planları mevcuttur. Bu gerçekliği hiçe saymak ve bu tür yapıları emperyalist güçlerin basit kuklaları olarak değerlendirmek doğru değildir.
[4] Elif Çağlı, Çürüyen Kapitalizm, MT, Kasım 2007
[5] Elif Çağlı, Gerçekler Ortada, MT, Aralık 2015
link: Kerem Dağlı, 3. Dünya Savaşı Yeni Biçimler Altında Yürüyor, 6 Mayıs 2016, https://marksist.net/node/5105
Roket Atılır mı, Düşer mi?
“Hoca” Yerli ve Milli Değil miydi?