Her tarihsel dönemin kendine ait özellikleri olduğu gibi, kapitalizmin de tarihsel olarak kendine has yanları vardır. Kapitalizm, savaşın, hastalıkların, açlığın ve yoksulluğun kitleselleşmesinin önünü açmış, tüm toplumu içinden çıkamayacağı fiziksel ve ruhsal hastalıkların pençesine atmıştır. Kapitalizmin tarihsel dönemeci ve seyri esnasında bünyesine aldığı ve topluma da bulaştırmaya çalıştığı “bireysel kurtuluş, sürekli açlık ve doyumsuzluk hissi” kapitalistlere ve kapitalizme özgü bir hastalıktır. Bütün dünyaya ve özellikle de işçi-emekçilere bulaştırılması da kapitalizmin devamı açısından elzemdir.
Kapitalist üretim ilişkilerinin hüküm sürdüğü dünyamızda fiziken ve ruhen sağlıklı kalabilmek emekçi sınıflar için neredeyse imkânsızdır. Doğanın ve toplumun tahribatının gün geçtikçe geri dönülemez bir biçimde derinleştiği günümüzde, kapitalistlerin de, yaydıkları bu hastalıklardan azade kalmaları mümkün değildir. İstedikleri kadar surlarla çevrilmiş yalılarda, saraylarda, villalarda yaşasınlar, istedikleri kadar şehirlerden uzak yerlere yeni yaşam alanları kursunlar ve hatta bu yaşam alanlarından hiç çıkmasınlar, yarattıkları bu tahribattan paylarına düşeni fazlasıyla alacaklar ve alıyorlar.
Kapitalist üretim ilişkilerinin, yaşamını devam ettirebilmesi için, tıpkı canlı organizmalar gibi, kendi yaşam atmosferini oluşturması, ilerletmesi ve bir olgunluk düzeyine ulaştırması gerekti. Kapitalizm, yeryüzünü, özel mülkiyetin kutsandığı, işgücü sömürüsünün genelleştiği, kapitalist rekabetin ulusal ve uluslararası tüm sonuçlarının (savaş, açlık, kırım) toplum ve birey yaşamında sıradanlaştığı, iyi ve insani olan ne varsa kapitalist üretim ilişkilerine göre yeniden biçimlendirildiği, anlamlandırıldığı ve onun varlığına bağlandığı bir dünya haline getirdi. Kitlesel işsizlik, açlık, savaşlar, büyük göçler, mülteci hareketleri, gittikçe artan gelir eşitsizlikleri, doğanın tahribatı, işçi ölümleri, kışkırtılan mezhepsel ve etnik çatışmalar ve daha birçok olumsuzluk kapitalizme içkin, onun mayasında olan şeylerdir. Emekçi sınıfların maruz kaldığı yoksulluk ve yoksunluk onları birçok fiziksel hastalığın pençesinde kıvrandırırken, bunlara eklenen geleceksizlik duygusu, bir başka tahribatı, yaratılan ruhsal boşluk hissi ve “hiçlik” duygusuyla ortaya koyuyor.
Kapitalizm bizatihi kendi yarattığı bu hastalıkların “ilacını” da ticaretin bir unsuru haline getirerek tarihsel fırsatçılığını iğrenç bir şekilde bir kez daha gözler önüne seriyor. Yarattığı krizleri de fırsata dönüştürerek işçi sınıfının mevcut haklarına daha fazla saldırıyor. Ne de olsa kapitalizm fırsatlar dünyasıdır. Kapitalist, fabrika önüne gelen bir işsizin ailesinin sefaletini değil, onun işgücünü ne kadar ucuza kapatıp, nasıl istediği gibi kullanabileceğini düşünür. İşsizlik onun için işgücünü ucuza alabileceği anlamına gelirken, işçi içinse açlık ve sefalet demektir. Emekçiler için açlık, işsizlik, yıkım, savaş, ölüm anlamına gelen ne varsa paraya, kâra dönüştüren kapitalizm, işçi ve emekçileri içinden çıkamayacakları bir ruhsal krize itmektedir. Kapitalistler doyumsuzluk ve fırsatçılık hastalığında debelenirken dünyayı da bu bok çukurunun içine çekiyorlar.
Sıradan bir emekçinin kendini gerçekleştirme, içsel ve dışsal amaçlarına ulaşma arzusu, kapitalist üretim ilişkilerinin merdivenlerini hızla tırmanma arzusunda olan bir kapitalistinkiyle aynı olmuyor. Kendi mütevazı yaşamı içinde emekçinin genel eğilimi kimseye muhtaç olmadan, kimseyi ezmeden ve barış içinde bir dünyada yaşamak iken, kapitalistin bünyesindeki arzular, ruhsal bir doyumsuzluk, sürekli açlık, mutsuzluk, sürekli en tepede olma ya da zirveye ulaşma, hep en fazlasına sahip olma hissinde somutlanıyor. “Bir eli yağda bir eli balda” deyiminin de kısmen ifade ettiği gibi; dünyanın bütün olanaklarını bünyesinde toplayabildiği, her istediğini rahatlıkla yapabildiği, bütün diğer canlıların yaşamına hükmedebildiği bir maddi olanak ve iktidar olma durumunu yaşaması, diğer canlılara karşı olan hislerinde kaçınılmaz bir ahlâki deformasyona ve ruhsal bozukluğa yol açmaktadır.
Kapitalist üretim ilişkilerinin koşulladığı bu hastalık doğada ve toplumda onarılmaz yaralara yol açıyor. Burjuvazi bu hastalıkları, tüm emekçi sınıflara da bulaştırarak sistemini ayakta tutmaya çalışıyor. İşte bundan dolayıdır ki, dayanışma, paylaşma, kolektivite ve barış, yerini rekabete, bencilliğe ve savaşa bırakıyor. Ruhsal ve fiziksel çözülme kapitalist toplumun bütün hücrelerine sindiği gibi, milyonlarca emekçiyi de ruhsal hastalıkların pençesine alıyor.
Kapitalizm tedavi etmez hastalandırır!
“Yapılan araştırmalara göre dünya yüzünde 350 milyon insan depresyon tedavisi görüyor. Bu, her 20 kişiden birinin depresyon yaşadığı anlamına geliyor. Türkiye’de ise depresyon tedavisi görenlerin sayısı 2014’te 8 milyon 180 bin civarında tespit edildi. Türkiye nüfusunun 78 milyona yakın olduğu düşünüldüğünde, bu neredeyse her 9 kişiden birinin depresyonda olması demektir.
“Dünya Sağlık Örgütü, her 3 saniyede bir dünyada bir intihar girişimi olduğunu, her 40 saniyede bir intihar girişiminin ölümle sonuçlandığını açıkladı. Resmi rakamlara göre her yıl 800 binden fazla insan intihar ederek yaşamına son veriyor. Son 50 yılda intihar eden insan sayısı %60 oranında arttı. Günümüzde intihar, tüm dünyada insanların en yaygın ölüm nedenleri sıralamasında ilk 10’da yer alıyor. TÜİK verilerine göre son 10 yılda Türkiye’de 29 bin 253 kişi intihar sonucu hayatını sonlandırdı. Yani yılda yaklaşık 3 bin insan, kendinde yaşayacak, bu dünyaya katlanacak güç bulamayarak yaşamına son verdi. 2014 yılında Türkiye’de her yüz bin kişiden 4’ü intihar etti. Üstelik verilere bakıldığında gençlerin, genç erişkinlerin intihar oranları çok daha hızlı bir biçimde artıyor. Yani kapitalizmin insanlık dışılığı, kasveti, en çok gençlerin yaşamını ellerinden alıyor.” (Ezgi Şanlı, Kapitalizm Çıkmazda, İnsanlık “Depresyonda”, MT, Aralık 2015)
Fakat hiçbir kapitalist yukarıdaki hastalıkların nedeni olarak görmez kendini. Ne de olsa onun dışında binlerce kapitalist vardır bu sömürü çarkını döndüren. O sonradan doğmuştur kapitalist üretim ilişkilerinin içine. Yani hiçbir günahı ve sorumluluğu yoktur, yalnızca işini yapmakla meşguldür. Ayakta kalabilmesi, yükselebilmesi, en tepelere tırmanabilmesi için rekabetin gerektirdiği kurallara uyması gerekir. Ucuz işçi çalıştırması, çalışma saatlerini olabildiğince uzatması, sendikalaşmak isteyen işçileri işten atması, işyerini taşeronlara bölmesi, yani gayri ahlâki ve gayri insani ne varsa hayata geçirmesi işinin bir parçasıdır sadece. Yükselmenin, doymak nedir bilmez açlığını gidermenin ilacıdır bu. İşçi kıyımları, açlık, çaresizlik, yoksulluk ve savaşlar ona göre oyunun kurallarıdır sadece. Bu kurallara uymadan kapitalist olamayacağını bilir. Ama bu kuralları o koymamıştır. Ondan önceki kapitalist atalarının marifetidir bu. Ve ilahi bir yaşam kuralı gibi kalubeladan beri böyledir sanki.
Yükseldiği her basamak açlığını daha da arttırmış, daha fazla şeye sahip olması ve tüketmesi doymasına değil, aksine doyum noktasının daha yukarılara çıkmasına, açlığının derinleşmesine neden olmuştur. Ne yaparsa yapsın, doyması, huzura ermesi, mutlu olması olası değildir. Fiziksel tüketimin hiçbir biçimi ve oranı onun ruhunu doyurmaya, huzura erdirmeye yetmez. Ama daha başta dendiği gibi: kapitalistin hastalanması emekçinin depresyonuna benzemez. Emekçinin ateşi düştüğü yeri yakar, onun hastalığının ateşi ise tüm dünyayı yakıp kavurur. Bu müzmin hastalık girdiği kapitalist bünyede ne vicdan bırakır ne merhamet ne de insanlık. Kapitalist üretim ilişkilerinin dayattığı zorunluluklar tek tek kapitalistlerden, onların ahlâkından, vicdanından, istek ve arzularından, gelecek tasarımından bağımsız olarak kendi hükmünü icra eder.
Kapitalistler huzura mı erdi?
Kapitalizm emperyalizm aşamasında bu hastalıkları tüm dünyaya yaydığı gibi kendi sonunu da hazırlamaktadır. Yaratılan derin eşitsizliklerin sonucu olarak artan toplumsal huzursuzluklar dünyanın tamamına yayılmış, işçi eylemleri (grev, direniş, işgal) artmıştır. Meselenin farkına varan, işin nerelere kadar varacağını bilecek kadar tarihsel deneyim ve bilgiye sahip olan burjuvalar birdenbire “kapitalizm karşıtı” kesilmiş, “kapitalizmin insanlık için istenen sonucu vermediği”nden, “eşitsizliğin ortadan kalkması için kapitalizmin ortadan kalkması gerektiği”nden dem vurmaya başlamışlardır. Birdenbire, gökten vahiy inmişçesine aynı şarkıyı terennüm eder olmuşlardır.
Peki, ne oldu da böyle “insani” laflar etmeye başladı bu sömürücü keneler? Doymak bilmez iştahları köreldi de huzura mı erdiler? Doğanın döngüsü içinde tekrar eden atmosfer olayları ne ise kapitalizmin döngüsü içinde tekrar eden kapitalist refleksler de kapitalizm ortadan kaldırılmadıkça tekrar eder durur. Yani kapitalistlerin doymak nedir bilmez açlığı devam etmektedir. Ancak tıkanan, artık yolun sonuna doğru hızla ilerleyen kapitalizmin ömrünü uzatmak isteyen kapitalistlerin acı feryatlarıdır bu duyduğumuz. Aynı zamanda işçi sınıfına “vicdanlı” görünüp gaz alma operasyonudur. Bu, evini soydukları insanın haline bakıp ağıt yakan hırsızların durumuna benziyor. Ne kadar inandırıcı değil mi?
Kapitalizmin ortadan kaldırılması, bu tip boş lakırdılarla içi boşaltılabilecek bir şey değildir. Kapitalistler hem doğaları, hem de sınıfsal çıkarları gereği ellerini uzattıkları değerleri içini boşaltıp paçavraya dönüştürürler. Kapitalizmin ortadan kaldırılması kapitalistlerin işi olamayacağı gibi, kapitalizmin tüm kurum ve sonuçlarıyla ortadan kaldırılması devrimci bir sınıf örgütlenmesini zorunlu kılar. Ali Koç ve benzerleri içlerini rahat tutsunlar. Şikâyet ettikleri kapitalizmi yeryüzünden söküp tarihin derinliklerine fırlatıp atacak devrimci Marksist bir bilinç, kararlılık ve örgütlülük yeşermektedir. Dileğimiz, o günleri görmenin, Ali Koç ve bugünün bütün kapitalistlerine nasip olmasıdır.
link: Ziya Egeli, Kapitalistlerin Hastalığının Ateşi Dünyayı Yakar!, 3 Ocak 2016, https://marksist.net/node/4800
Otoriterleşmenin Paramiliter Görünümleri
Trump’ın Yükselişinin İşaret Ettikleri