Kapitalizmin küresel ve tarihsel ölçekteki krizi derinleştikçe ve bu krizin doğrudan sonucu olarak patlak veren emperyalist paylaşım savaşı şiddetlenip yayıldıkça, sadece ekonomik değil sosyal ve siyasal çalkantılar da, istikrar adası olarak anılanından demokrasi abidesi olarak kutsanına varıncaya dek tüm ülkeleri girdabına çekiyor. Uzun bir tarihsel dönem boyunca iki partili sistemin istikrar kazandığı Batı Avrupa ülkelerinde bile burjuva siyaset arenasında ciddi sarsıntılar yaşanıyor. Yunanistan’dan İspanya’ya, Fransa’dan İngiltere’ye çok sayıda ülkede burjuva siyasi dengeler altüst oluyor.
Bu tablonun son derece tehlikeli bir unsuru ise faşist örgütlerin ve demagogların kitle desteğinin son yıllarda hızla güçlenmesidir. Geçtiğimiz haftalarda Fransa’daki bölge seçimlerinde faşist Le Pen’in Ulusal Cephe partisinin oy oranını %28’e, hatta kimi bölgelerde %40’a çıkarmasıyla bir kez daha tescillenen bu olgu, ABD’de de Donald Trump vakasıyla kendini gösteriyor.
2016 Kasımında yapılacak başkanlık seçimleri öncesinde Cumhuriyetçi Partinin aday adayları arasında yaşanan kıyasıya yarışta açık farkla önde gitmeye devam eden Trump, kampanya sürecine damgasını basan faşist söylemleriyle, sadece ABD’de değil tüm dünyada gündem oluyor. Kampanyasını “Amerika’yı Yeniden Büyük Hale Getir” sloganıyla yürüten Trump, İslamofobik ve ırkçı söylemleriyle Müslümanları, Hispanikleri ve siyahları hedef haline getiriyor. “Ülkenin gerçek sahipleri” dediği beyaz, Anglosakson ve Hıristiyan Amerikalıların işlerini ellerinden alanların, ücretlerinin artmamasına, evlerini kaybetmelerine, sosyal güvencelerinin olmamasına vb. sebep olanların göçmenler ve siyahlar olduğunu söyleyerek işçi sınıfının farklı kesimleri arasında düşmanlık yaratmaya ve bu temelde oy devşirmeye çalışıyor.
Trump, kampanyasının başlangıç dönemlerinde daha çok Meksikalı göçmenleri hedef alarak onları aşağılayıp uyuşturucu satıcılığıyla, tecavüzcülükle, yağmacılıkla, suç makinesi olmakla suçluyor ve Meksika sınırının duvarla kapatılması gerektiğini söylüyordu. Çoğu Suriyeli yüz binlerce göçmenin Avrupa kapılarına dayanmasının ardından ise hedef tahtasına Müslümanları oturtmaya başladı. Paris’te ve San Barnardino’da gerçekleştirilen katliamlardan sonra, “Müslümanların ABD’ye girmeleri yasaklanmalıdır” diyerek Müslümanlara yönelik faşist söyleminin dozunu daha da arttırdı.
Suriyelilerin ülkeye sokulmaması, sokulanların da geri gönderilmesi gerektiğini savunan Trump’ın İslamofobik söylemi sadece göçmenleri değil, ABD vatandaşı olanlar da dahil tüm Müslümanları hedef alıyor. ABD’de yaşayan Müslümanların fişlenmeleri, özel bir kimlik kartı taşımaları ve camilere kameralar konarak gözetim altında tutulmaları gerektiğini söyleyen Trump, faşist görüşlerini desteklemek için, İkinci Dünya Savaşı sırasında Japon kökenli 120 bin ABD vatandaşının toplama kamplarına kapatılmasına atıfta bulunmaktan da çekinmiyor. Kimlikleri belli olsun diye Yahudileri kıyafetlerinin görünür bir kısmına işlenmiş bir yıldızla dolaşmaya mecbur eden Nazi zihniyeti, Müslümanlara özel kimlik kartı uygulaması önerisinde yeniden hortluyor.
Aslında tüm bunlar, içinden geçtiğimiz dönemde, burjuvazinin ihtiyaç duyduğunda, liberallerin kara bir leke olarak tarihte kaldığını iddia ettikleri en insanlıkdışı yöntemlere kolaylıkla başvurabileceğini ve bir daha asla yaşanmaz dedikleri faşizmi rahatlıkla yeniden devreye sokabileceğini gösteriyor. Ne var ki bu çıplak gerçekliğe rağmen, sözde demokrat kesimlerin, Trump’ı çatlak bir şovmen olarak küçümsedikleri ve “düzen böyle bir manyağa izin vermez, bir süre sonra önü tıkanır” rahatlığıyla hareket ettikleri görülüyor. Oysa Amerikan plütokrasisinin içinden gelen bu milyarder burjuva, gerçekte bir ayrıkotu değil, 2008 krizinin ardından on binlerce işçinin “İşgal Et” hareketiyle hedefe oturttuğu Wall Street’in cisimleşmiş halidir. Üstelik, seçilse de seçilmese de uğursuz rolünü oynamakta ve siyasetin skalasını bir bütün olarak sağa çekmeyi sürdürmektedir.
Egemen sınıfın bazı kesimlerinin Trump’tan rahatsızlık duyduğu açıktır. Ancak bu rahatsızlık, onun faşist fikirlerinden ziyade, bunları örtüsüz ve ölçüsüz bir şekilde dillendirerek “demokrasi ve özgürlükler ülkesi Amerika” imajını bozmasından kaynaklanmaktadır. Trump’ı diğerlerinden farklı kılan aslında düşüncelerini filtreleme ihtiyacı duymaksızın dillendiriyor oluşudur. Daha pervasız, daha patavatsız, daha kaba… Ama diğer Cumhuriyetçi adayların da özünde ırkçılıkta, yabancı düşmanlığında ondan geri kalır yanları yoktur. Beyin cerrahı bir siyah olan Ben Carson’un hiçbir Müslümanın ABD başkanı olamayacağını söylemesi, Ted Cruz’un sadece Hıristiyan mültecilerin girişine izin verilmesi gerektiğinden dem vurması bunun sadece iki örneğidir. Kongre üyelerinden senatörlere çok sayıda siyasetçi, son dönemde birbiri ardına benzer çıkışlar yapmakta, daha da ötesi bu doğrultuda yasa önerileri sunmaktadırlar.
Trump’ı kaba, çapsız, aptal diye değerlendirip küçümseyenlerin büyük bir kısmı, normal dönemlerde öne çıkamayacak, herkesin alay konusu olacak düzeysiz bir demagogun neden bu kadar destek bulabildiğini sorgulamaksızın, hastalık yerine semptoma odaklanarak asıl tehlikenin üzerini örtmektedirler. Bu tutum, 20. yüzyılın ilk yarısında İtalya ve Almanya’da ortaya çıkan faşizm kâbusu karşısında sergilenen tavırla büyük bir benzerlik taşıyor aslında:
“İkinci Dünya Savaşını önceleyen yıllar, militarizmin ve faşizmin dünya ölçeğinde inanılmaz yükselişiyle karakterize olmaktaydı. Marksistlerin önünde, birinci emperyalist paylaşım savaşı patlak vermezden önce tehlikenin büyüklüğünü inkâr eden ve reform hayalleri yayarak işçi sınıfını pasifleştiren tarihsel örnekler duruyordu. Buna rağmen benzer hatalar yinelendi, Almanya’da faşizmin tırmanışına önce gelip geçici bir olay diye bakıldı. Tehlikeyi küçümseyenlere göre Hitler eğitimsiz, akılsız, çapsız bir maceracıydı. Derin krizlere yuvarlanan kapitalizmin nasıl da saldırganlaştığını, maceracı denilen siyasetçileri nasıl da tarih sahnesinin önüne ittiğini görmek istemeyen bazı sosyalistler, egemen burjuvazinin siyasal tercihlerinde hâlâ genel geçer bir akılcılık aramaktaydılar.” (Elif Çağlı, Hedefe Kilitlenmek, 25 Nisan 2007)
Bu ahmakça arayışlar ne yazık ki faşizm kâbusu yaşandıktan sonra da sona ermedi ve günümüzde de sürüyor. Elif Çağlı, 2004 yılında kaleme aldığı Bonapartizmden Faşizme adlı kitabında da, Hitler gibi manyakları tarih sahnesinin önüne itekleyen ya da küçük-burjuva ve lümpen kitleleri işçi sınıfına karşı düşmanca psikolojiye büründürüp harekete geçiren gerçek etkenin, kapitalist sistemin içine düştüğü olağanüstü kriz koşulları olduğunun altını çiziyor ve benzer koşullarla karşılaştığında burjuvazinin faşizm silahına başvurmaktan yine çekinmeyeceğini vurguluyordu.[1] Söz konusu kitabın yazıldığı dönemlerde ve sonrasında, kimileri sosyalizm adına, faşizmin dünya halkları tarafından lanetlendiği, Batı demokrasisinin istikrarlı bir şekilde yerleştiği ve faşizmin bu ülkeler için artık tehlike oluşturmayacağı iddialarını dillendirip işçi sınıfını rehavete sevk ederken, Çağlı, sistemin derin kriz sinyalleri verdiğine, büyümekte olan ırkçılığa, yabancı düşmanlığına, faşizan uygulamaların tırmanmaya başlamasına ve faşist partilerin oylarındaki artışa dikkat çekerek, işçi sınıfını tehlikeye karşı uyarıyordu. Bugün söz konusu tehlike her zamankinden çok daha yakıcı bir şekilde önümüzde duruyor.
Derinleşen ekonomik bunalım ve şiddetlenen savaş koşulları, sınıfsal çelişkileri de alabildiğine keskinleştiriyor ve tüm dünyada toplumsal hareketlilik hızla artıyor. Son yıllarda sadece geri ülkelerde değil, pek çok ileri kapitalist ülkede de, ufacık kıvılcımların patlamalara yol açtığına tanık olduk. Fransa ve İngiltere’deki göçmen isyanları, ABD’de siyahların isyanları, Hispanik işçilerin yükselttiği “kâğıtsızlar” hareketi, İspanya’daki “öfkeliler” hareketi, Yunanistan’da ekonomik ve siyasi krizin doğurduğu devrimci durum, Türkiye’de Kürt halkının özgürlük mücadelesindeki yükseliş bunlardan birkaçı. Her türlü olasılığa gebe bu ortam, burjuvazinin korkularını alabildiğine depreştiriyor ve tepkilerin devrimci kanallara akmasının önü, militarizmle ve giderek daha da otoriterleşen rejimlerle kesilmeye çalışılıyor. Tüm düzen aygıtları olağanüstü koşullara göre yeniden şekillendirilirken, milliyetçilik, ırkçılık, yabancı düşmanlığı da alabildiğine körüklenerek faşizmin kitle tabanı tahkim ediliyor.
Burjuvazi, böl ve yönet politikasıyla sınıfın farklı kesimlerini birbirine düşman etmeye çalışmakta ve böylece öfkenin ve tepkinin sisteme yönelmesini engellemek için elinden geleni yapmakta. Pek çok ülkede, göçmenler ve etnik-dinsel azınlıklar, emekçilerin iş ve yaşam koşullarındaki kötüleşmenin kaynağı olarak gösterilerek hedef tahtasına konuyor, oklar onların üzerine yönlendiriliyor. Göçmen düşmanlığını (pek çok Batı ülkesinde buna Müslüman düşmanlığı da ekleniyor) öne çıkaran faşist partiler, umutsuzluk ve çıkışsızlık hissi içinde boğulan örgütsüz ve bilinçsiz emekçi kitleleri tuzaklarına düşürebiliyorlar.
Tarihte pek çok örneği görüldüğü üzere, böylesi dönemler sıradışı siyasi figürlerin öne çıkması için de mümbit bir zemin oluşturuyor. Bir zamanlar Hitlerleri, Mussolinileri öne fırlatan nesnel koşullar, bugün de Trumpların, Le Penlerin, Erdoğanların, Jirinovskilerin, Putinlerin sivrilmesini kolaylaştırıyor. Politik dil incelikten arınıyor ve yerini kaba, çıplak bir faşist demagojiye bırakıyor. Türkiye’nin Rus uçağını düşürmesinin ardından Jirinovski’nin İstanbul’a atom bombası atmaktan söz etmesi… Macaristan’ın faşist başbakanı Viktor Orban’ın, göçmenlerin Avrupa’nın Hıristiyan değerlerini tehdit ettiğini, Macaristan’da fazla Müslüman nüfus istemediklerini söylemesi… Mültecilere destek için düzenlenen “hoşgeldiniz” eylemini ve pankartlarını eleştirip, “burası bizim ülkemizdir. O herkesin değil ve olamaz” diyen Çek cumhurbaşkanı Milos Zeman’ın, mülteci akınını “bu kendiliğinden gelişen bir sığınmacı akını değil, organize bir istila” diye nitelemesi… Davutoğlu’nun kürsüye çıktığı her yerde, ancak 1930’larda görülen bir hamasi dille konuşması ve ustası Erdoğan’la birlikte Osmanlı’nın fetih edebiyatını yeniden canlandırmaları…
Bu politika cambazları, büyük bir tehdit altında oldukları ve ancak güçlü ve kararlı bir liderlik etrafında kenetlenerek bunun üstesinden gelebilecekleri demagojisiyle emekçi kitleleri paralize ederek, kâr ve kandan beslenen kapitalist düzeni ayakta tutmaya çalışıyorlar.
Milliyetçilikle, ırkçılıkla, yabancı düşmanlığıyla kuşatılmaya çalışılan işçi ve emekçi kitleler, bilinçli ve örgütlü bir duruşla bu tuzakları parçalayıp öne atılamadıkları takdirde, tüm dünyayı şimdiye dek görülmedik ölçüde büyük bir yıkım bekliyor. Elif Çağlı’nın vurguladığı gibi,
“Kapitalist sistem krizinin derinleşmesine ve emperyalist savaşların yaygınlaşmasına bağlı olarak dünya genelinde tanık olduğumuz otoriterleşme eğilimleri bir yana, artık çürüyen kapitalizmin çürüyen burjuva rejimler yarattığı son derece açık bir gerçektir. Demokrasi isteyen, kendisini kusursuz işleyecek burjuva demokrasisi hayalleriyle kandırmak yerine, kapitalizme karşı mücadeleye katılmalıdır. Demokrasi ve barış ancak geniş işçi-emekçi kitlelerin kapitalist düzene karşı mücadelesiyle kazanılabilir ve bu amaç doğrultusunda örgütlenmek günümüzün acil görevidir. Unutulmasın ki, bu örgütlü mücadele burjuva devletin baskı ve katliamlarına, burjuva ideolojik aygıtların yarattığı esarete, vicdan ve akıl tutulmasına karşı ayağa dikilmenin de yegâne yolunu oluşturuyor!”[2]
[1] Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Tarih Bilinci Yay., s.10
[2] Elif Çağlı, Otoriterleşme ve İdeolojik Aygıtların Rolü, 30 Kasım 2015, marksist.com
link: Zeynep Güneş, Trump’ın Yükselişinin İşaret Ettikleri, 8 Ocak 2016, https://marksist.net/node/4802
Kapitalistlerin Hastalığının Ateşi Dünyayı Yakar!
Pusula