Tarihsel mirasın yükü
Türkiye’de kapitalizmin gelişmesi ve bir burjuva sivil toplumun oluşması sürecinin Batı Avrupa’ya kıyasla bir hayli gecikmeli yaşandığı ve kendine özgü kimi özellikler taşıdığı bilinmektedir. Esasen içinden çıktığı toplumun (Osmanlı’nın) özgül sosyo-ekonomik yapısından kaynaklanan Türkiye kapitalizminin bu gecikmişliği ve nev’i şahsına münhasırlığı, öteden beri pek çok inceleme-araştırma ve tartışmaya konu olmuştu. TC’nin kuruluşundan beri devam edegelen bu tartışmalar, özellikle Sovyetler Birliği’nin 1990’ların başındaki çöküşünden sonra gelişen yeni tarihsel konjonktürde (“yeni dünya düzeni” denen koşullarda) daha da önem kazandı.
Değişen dünya koşullarına bağlı olarak Türkiye’de büyük sermayenin kendi geleceği açısından güvenli bir yapı arayışına girmesi ve bu çerçevede Avrupa kapitalizmiyle ekonomik-siyasal entegrasyona yönelmesi, müzminleşmiş yapısal sorunları ve kendine has bazı özellikleriyle sivrilen Türkiye kapitalizmini içerde ve dışarda yeniden tartışma gündeminin baş sıralarına taşıdı. Bu tartışmalar bir bakıma, Türkiye’deki egemen burjuva düzenin tarihsel özelliklerinin Batı ile kıyaslanarak sorgulanması anlamına da gelmektedir.
Nitekim TC’nin 80 yıl önce selefinden (Osmanlı devletinden) devraldığı ve günümüze kadar da gururla taşıdığı tarihsel miras (devletin bürokratik-tutucu yapısı ve baskıcı-ceberut karakteri), bugün bütünleşmek istenilen kapitalist Avrupa’nın sosyo-politik yapılarıyla kıyaslanarak adamakıllı sorgulanmaktadır. Bu bağlamda, Cumhuriyetin ilanından bu yana tartışılması, sorgulanması ve eleştirilmesi adeta tabu addedilen devletin resmi kuruluş ideolojisi (Kemalizm) ve bu ideolojinin bel kemiğini oluşturan “asimilasyoncu, inkârcı, patriyarkal” ulus-devlet anlayışı da eleştirilerden nasibini almaktadır. Üstelik ne ilginçtir ki, bu konudaki eleştirilerin “en ateşlisi” de bugün gene burjuva blok içinde (AB’ci liberal kesim ile statükocu-milliyetçi kesim arasında) geçen tartışmalarda dile getirilmektedir.
Burjuva blok içinde yürüyen bu tartışmalara, sağlı sollu küçük-burjuva aydınlar da her zamanki gibi gene bir taraf olarak katılıyorlar. Bunların bir kısmı ateşli birer milliyetçi ve ulus-devlet savunucusu kesilerek statükocu-milliyetçi burjuva güçlere destek çıkarken, liberal-demokratlığın sözcülüğüne soyunmuş diğer bir kısım küçük-burjuva aydın da AB’ci liberal büyük burjuvazinin arkasında saf tutmaktadır.
Siyasetteki ağırlığı Osmanlı’da olduğu gibi burjuva Cumhuriyet rejiminde de devam edegelen sivil-asker yüksek bürokrasinin (bürokratik elit ya da aristokratik bürokrasi diye niteleyebiliriz) bu geleneksel konumu, bugünün koşullarında besbelli ki burjuva siyasal rejimin işleyişi açısından rahatsızlık yaratmaktadır. Eskinin bir uzantısı olan ve TC’nin bütün kurumlarına sinmiş bulunan bu geleneksel-statükocu bürokratik anlayış ve yapılarla bugünün dünyasında bir yere varılamayacağını artık bizzat burjuvazinin kendisi dile getirmektedir.
Hâlâ 1920’li, 30’lu ve 40’lı yılların (yani Türk burjuvazinin henüz yeterince gelişmediği ve Türkiye kapitalizminin yalıtılmışlık koşulları içinde debelendiği yılların) patriyarkal ulus-devlet anlayışını yansıtan TC’nin bu statükocu kurum ve yapıları, açıktır ki Türkiye kapitalizminin bugünkü ihtiyaçlarına yanıt veremiyor. Tersine bu yapılar, ulusal sınırları aşmayı ve uluslararası sermayeyle kucaklaşmayı (emperyalist hiyerarşide özlediği yeri almayı) arzulayan Türkiye burjuvazisine ve özellikle de onun en etkili ve yetkili fraksiyonuna (büyük burjuvaziye) artık dar geliyor, ayak bağı oluşturuyor.
Örneğin iktisadi egemenliği elinde tutan burjuvazinin ve burjuva devletin sadık bir hizmetkârı olması gereken (Batı’da olduğu gibi) asker-sivil yönetici bürokrasinin, sanki iktidarın gerçek sahibi ya da devletin gerçek efendisiymiş gibi davranması ve adeta burjuvaziden bağımsız bir sınıfmış gibi tavırlar sergilemesi, kapitalist Avrupa’nın kapısında bekleşen büyük burjuvaziyi artık iyiden iyiye rahatsız ediyor. Burjuva düzenin kendi işlevleri açısından bile rahatsızlık yaratan bu durumun nasıl olup da aşılacağı ve özellikle de TSK’nın iktidar mekanizması ve siyaset üzerindeki ağırlığının “makul sınırlar içerisine” nasıl çekilebileceği sorusu, burjuva kamp içinde ciddi tartışmalara neden oluyor.
AB ile entegrasyon süreci gündeme geldiğinden bu yana, burjuvazinin etkili ve yetkili kesimleri, genel olarak devlet politikaları ve özel olarak da asker-sivil yüksek bürokrasi üzerinde siyasal hâkimiyetlerini tam olarak tesis etmeye ve böylelikle normal işleyen bir burjuva parlamenter düzeni oturtmaya çalışıyorlar. Aristokratik bürokrasinin 12 Eylül döneminde iyice pekişen rolünün burjuva iktidar mekanizması içinde yarattığı çelişki ve çatışmaların daha fazla büyüyerek, AB’yle ekonomik entegrasyon sürecini engellemesini ve sermayenin hareketine ayak bağı olmasını istemiyorlar. Tarihsel karakteri ve “erdemleri” bizim için bir sır olmayan Türk burjuvazisinin, özellikle bu dönemde “anti-militarist”, “özgürlükçü”, “sivil toplumcu”, “demokrasi aşığı” vb. kesilivermesi bu nedenledir ve hiç de şaşırtıcı değildir.
Burjuva kamp içinde on yıldan beri yaşanan ve son üç yıldır da iyice su yüzüne çıkan çatışmalı sürece baktığımızda görünen manzara şudur: Burjuvazinin değişimden yana olan, iktisadi ve siyasi liberalleşme isteyen AB’ci kesimleri ile TC’nin geleneksel-otoriter yapısının (ekonomik, toplumsal ve siyasal yaşamın tüm alanlarında aşırı müdahaleci, asimilasyoncu, inkârcı, kendi dışında herkesi düşman görmeye meyyal, şizofrenik ulus-devlet anlayışının) aynen devamında ayak direyen dar kafalı, statükocu kesimleri arasında tam bir it dalaşı yaşanmaktadır. Son on yıldan bu yana, devlet katında patlak veren siyasal krizlerin gerisinde de esasen bu gerçek yatmaktadır. Tüm bu olup bitenler, değişen uluslararası tarihsel konjonktüre de bağlı olarak, burjuva siyasal rejimde yaşanan sancılı değişim sürecinin bir dışa vurumudur aslında.
Burjuva iktidar bloku içinde yaşanan ve burjuva siyaset sahnesinde yansımasını bulan bu çelişki ve çatışmalar, aniden zuhur etmiş olaylar değillerdir elbette. Kökleri esasen TC’nin kuruluş dönemine uzanan ve kapitalizmin Türkiye’ye özgü gelişme özelliklerinden kaynaklanan bu çelişki ve çatışmalar, günümüzde de etkisini hâlâ sürdüren geçmişin mirasını yansıtmaktadırlar. O miras ki, hem uzak geçmişin (Osmanlı devletinin klasik despotizminin), hem de yakın geçmişin (burjuva cumhuriyeti kuran milliyetçi bürokrasinin 27 yıllık tek parti diktatörlüğünde somutlanan “modern” despotizminin) derin izlerini taşımaktadır. Bir zamanlar Marx, tarihte benzer bir durumu irdelerken şöyle demişti:
“İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar. Ama bunu sırf kendi keyiflerine göre yapmazlar. Kendileri tarafından seçilen durumlarda değil de, tamamen geçmişten gelen, geçmişin belirlediği koşullar altında yaparlar bunu. Tüm ölü kuşakların geleneği, yaşayanların beynine bir kâbus gibi çöker.”[1]
Evet, bir toplumun kendi geçmişinden kaçıp kurtulması kolay bir şey değildir gerçekten; hele ki o toplumda, bu kâbuslu geçmişi berhava edecek köklü bir devrim hiç yaşanmamışsa! Bu topraklarda öyle köklü bir devrimin yaşanmadığı da zaten bilinen bir şey. Türkiye burjuvazisi, kendi çıkarları için bile olsa, köklü bir burjuva devrimi yapmaya tarihinin hiçbir döneminde cesaret edememiş bir sınıftır. İçinde yaşadığı tarihsel çağın (ulusal kurtuluş ve sosyal devrimler çağı) koşullarından her zaman ürken ve bu nedenle de emekçi halk yığınlarının her hareketinde bir “komünist devrim” heyulası görerek irkilen bu ödlek sınıf, otoriter-bürokratik bir devlet yapılanmasının kanatları altına sığınarak işini yürütmeyi ve onun himayesinde palazlanmayı cumhuriyet tarihi boyunca temel bir politika olarak bellemiştir hep.
İşte bu tarihsel karakteri nedeniyledir ki hiçbir zaman demokrat olamamış Türk burjuvazisi, kendi çıkarlarına dokunmadığı sürece, despotik yanları her zaman ağır basmış olan TC tipi bir cumhuriyet anlayışının sürgit devam etmesine yıllarca ses çıkarmadı. Ve de tabii, bu cumhuriyetin kurucu ve koruyucu temel gücü konumunda olan yüksek askeri bürokrasi (ya da askeri oligarşi) karşısında da her zaman sinsice bir boynu büküklük göstererek işini yürütmesini bildi. Nitekim her başı sıkıştığında bu “resmi temsilci”yi göreve (yardımına) çağırması ve kendi siyasetçilerinin başı uçurulurken dahi suskun kalmayı yeğlemesi de onun bu korkak, sinsi ve ikiyüzlü tabiatının bir tezahürüydü.
Burjuva cumhuriyetin kuruluşundan bu yana seksen yıldan fazla bir zaman geçti. Bugün Avrupa kapitalizmiyle ekonomik bütünleşme aşamasına geldiği söylenen Türkiye kapitalizmi, geçmişten gelen ve pek çoğu da çözülmemiş olan sorunlarıyla boğuşuyor hâlâ. Bu sorunların çözümü için zamanında kılını bile kıpırdatmamış olan burjuva siyasetçiler de şimdi kuyruğuna basılmış kediler gibi koşuşturmakta ve burjuva düzenin birikmiş sorunlarına çözüm bulmaya çalışmaktalar. Yerli büyük burjuvazinin ve uluslararası sermayenin yeni gözdesi AKP hükümetinin reform sürecini hızlandırması ve Batıdaki gibi bir burjuva demokrasisinin işletilmesi için yasal düzenlemelere girişmesi de bu nedenledir.
Ama öte yandan, burjuva düzende yaşanan demokratikleşme yönündeki bu siyasal değişim sürecinin, toplumdaki devrimci-demokratik dinamiklerin (iç dinamiklerin) düzene bindirdiği kitlesel bir basıncın sonucunda olmadığı da bir gerçek. Bu değişim daha çok dış dinamiklerin etkilemesiyle, yani AB’nin Türkiye’de liberal burjuvaziye verdiği destek ve değişim yönünde düzene bindirdiği basınç sonucunda olmaktadır. Bu nedenle de, söz konusu değişim süreci şimdilik AB’nin istediği doğrultuda ve bütünüyle yerli büyük burjuvazi ile uluslararası sermayenin denetimi altında yürümektedir.
Ne var ki AB’ci büyük sermayenin devlet yönetiminde ve iktidar ilişkilerinde mevcut statükocu yapıyı değiştirmeye yönelik attığı her adım, iktidardaki mevzilerini kaybetme tehlikesiyle yüz yüze gelen ve 12 Eylülcü rejimle iyice pekişmiş olan statükocu güçlerin tepkisini çekmekte ve bu da bilindiği gibi burjuva iktidar bloku içinde gerilimi ve çatışmayı tırmandırmaktadır. Söz konusu statükocu güçlerin başında da, öteden beri kendini Kemalizmin resmi varisi ve dolayısıyla cumhuriyetin tek hamisi, devletin gerçek sahibi olarak gören yüksek askeri bürokrasi gelmektedir.
Bu statükocu anlayış ve yapılarla devam etmenin, kendi düzenleri açısından pek akıl kârı bir iş olmadığını büyük burjuvazi nicedir kavramış bulunuyor. Nitekim sermaye sınıfının en etkili ve yetkili kesimini oluşturan büyük burjuvazinin örgütü TÜSİAD’ın, kendi düzeninin selâmeti bakımından bir değişimin şart olduğunu 90’ların ikinci yarısından beri yineleyip durması boşuna değildir. TÜSİAD’ın değişim için çabalarını yoğunlaştırması ve adımlarını hızlandırması da burjuva düzen açısından bu işin ne kadar aciliyet kazandığını göstermektedir.
Burjuva blokun içindeki çatlağın büyümesi
Değişen dünya konjonktürünü (“yeni dünya düzeni”ni) doğru okuyan burjuvazinin akil kesimi (büyük burjuvazi) ile, değişime ayak uyduramayan ya da kendi pozisyonu açısından bunu henüz hazmedemeyen statükocu kesim arasındaki çelişki özellikle son on yıl içinde keskinleşti. Her şeyden önce şunu söylemek gerekir ki, burjuva iktidar bloku içinde varolan çelişki ve görüş ayrılıklarının özellikle 90’lı yılların ikinci yarısından itibaren iyice keskinleşmesi ve siyasal yapıda bir değişim ihtiyacının burjuvazi tarafından bu tarihlerde dile getirilmeye başlaması bir tesadüf değildir. Nasıl ki İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşan uluslararası yeni güç dengeleri, Türkiye’deki burjuva rejimde bir değişim ihtiyacını (tek partili rejimden çok partili rejime geçiş) gündeme getirmişse, ‘90 dönemecinden itibaren dünyada yaşanan gelişmeler de aynı şekilde Türkiye’yi etkilemiş ve değişime zorlamıştır.
O halde, 90’ların dünyasında değişen neydi ve bu değişim Türkiye’yi nasıl etkiledi, geriye dönüp ona bakmak gerekiyor:
Uzun yıllar “reel sosyalizm”, “varolan sosyalizm”, “yaşayan sosyalizm” gibi kavramlarla nitelendirilen Stalinist bürokratik rejimlerin 90’ların başında art arda çökmesi ve böylece “sosyalist blok” denen fenomenin ani olarak ortadan kalkması, emperyalist-kapitalist sistemi dünyada rakipsiz bir güç haline getirmişti. Bu ani değişikliğin dünya kamuoyu üzerinde şok etkisi yaptığı ve geleceğe yönelik beklentilerde ve algılamalarda nasıl derin yanılgılara yol açtığı biliniyor. Sanki artık rekabetsiz, çatışmasız, barış içinde bir dünyaya gidiliyormuş gibi yanıltıcı bir hava yayılmıştı her yana. İnsanların düşüncesinde yaratılan bu yanılsama, uluslararası burjuvazinin dünya ölçeğinde yürüttüğü yoğun propaganda bombardımanının bir sonucuydu kuşkusuz.
Bu propaganda bombardımanı, geleceğe yönelik olarak özetle şöyle bir tablo çiziyordu dünya kamuoyuna: İki dünya sistemi (kapitalizm ile komünizm) arasında 1945’lerden beri süregelen soğuk savaş dönemi artık sona erdiğine ve “sosyalist” denen ülkeler de kapitalist sisteme katıldığına göre, sonsuz bir barış dönemi açılmaktaydı insanlığın önünde! Büyük emperyalist güçlerin öncülüğünde “yeni bir dünya düzeni” kurulacaktı ve bu “küresel düzen”de artık savaşlara da ideolojilerin çatışmasına da yer olmayacaktı! Bu, “tarihin sonu” demekti bir bakıma! Dünyanın bütünleşmesini engelleyen “tarihi engel” artık ortadan kalktığına göre, kapitalizm ve onun sihirli eli “serbest piyasa” nihayet sonsuza kadar uyum içinde yaşayacak çelişkisiz bir yeni dünya düzeni yaratabilecekti!
Kuşkusuz uluslararası burjuvazinin yoğun bir şekilde işlettiği bu propaganda mekanizması, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de etkisini göstermişti. Burjuva ideologların, liberal aydınların, akademisyenlerin cilâlayıp piyasaya sürdüğü “yeni dünya düzeni”, “serbest piyasa”, “liberalizm”, “bireycilik”, “rekabetçilik”, “yarışmacılık” vb. gibi kavramlar genç kuşaklar arasında da yükselen değerler haline gelmişti.
Ne var ki, 90’ların başında şişirilen bu “yeni dünya düzeni” balonunun etkisi çok uzun süremeyecekti. Zira burjuva ideologların iddialarının aksine, SSCB’nin ve “sosyalist” blokun çökmesi ve emperyalist-kapitalist sistemin dünyada rakipsiz bir güç haline gelmesi, ne dünyayı ekonomik krizlerin olmadığı “refah dolu bir dünya” yaptı ne de ideolojilerin ve çatışmaların son bulduğu, “savaşsız, barış dolu” bir dünya. Aksine, emperyalizmin mutlak egemenliği altında gelişen bu yeni dönem, çatışmaların, savaşların ve kuşkusuz sınıf mücadelelerinin dünya ölçeğinde yaşanacağı yeni bir tarihsel sürecin başlangıcı olacaktı. Nitekim bunun ilk çarpıcı göstergesi de, “sosyalist” blokun çöküşüyle birlikte dünya üzerinde “rakipsiz” kalan emperyalist-kapitalist sistemin kendi içindeki çelişkilerin, çatışmaların, rekabetin, hegomonya yarışının açığa çıkması ve alabildiğine kızışması oldu. Ve zaman ilerledikçe, bu emperyalist rekabetin her an bir emperyalist paylaşım savaşına dönüşme potansiyeli taşıdığı daha bir açıklıkla görülmeye başlandı.
21. yüzyıla, emperyalist güçler arasında kıran kırana rekabetin yaşandığı bir ortamda girildi. Emperyalist-kapitalist güçler, yeni nüfuz alanları elde etmek, hegemonya yarışında geriye düşmemek (ya da ileriye geçmek) için kıyasıya bir yarışın ve çekişmenin içine girdiler. Bu rekabet ortamı emperyalist güçler arasında ister istemez yeni bloklaşmaları da gündeme getirdi ve bölgesel düzeyde hegemonya alanları oluşturma girişimlerini hızlandırdı. Bunun sonucu olarak, 90’lı yıllar boyunca Balkanlar’da, Kafkasya’da, Ortadoğu’da, Asya ve Afrika’nın çeşitli bölgelerinde, gerisinde emperyalist güçlerin doğrudan kışkırtmalarının bulunduğu “ulusal çatışmalar” görünümünde kanlı boğazlaşmalar yaşandı ve arkası kesilmedi. Soğuk savaş döneminde kurulan blokların, iktisadi-siyasi-askeri ittifakların aynen devam etmesinin nesnel zemini ortadan kalkmıştı çünkü. Ve eski “dostlar” şimdi çatışan taraflar haline gelmekteydiler. Kapitalist tekeller ve kapitalist devletler arasında yeni saflaşmalar, yeni ortaklıklar gündemdeydi.
Bu yeni süreçte, özellikle Türkiye gibi kapitalist altyapısı yeterince güçlü olmayan ülkelerin sermaye sınıfları, başını büyük emperyalist güçlerin çektiği bloklardan birine dahil olmak için can atmaktadırlar. Çünkü 21. yüzyılın dünyasında, sermaye gücü yetersiz olan kapitalist bir ülke için yalnız kalmak demek, dünya pazarında rekabet gücünü yitirmek, kendi pazarını da başkalarına kaptırarak güçsüzleşmek ve küçülmek demektir. Hele ki kapitalizmin dünya ölçeğinde yaşanan bugünkü krizi ortamında, bu, kapitalistler için bir ölüm kalım meselesidir.
İşte Türkiye’de büyük burjuvazinin yaptığı seçimi, yani Avrupa sermayesiyle entegrasyon (AB’ye katılım) perspektifini de bu gelişmelerin ışığı altında ele alıp değerlendirmek gerekiyor. Kapitalist dünyadaki bu yeniden saflaşma-bloklaşma sürecinde (“yeni dünya düzeni” denen koşullarda), Türkiye kapitalizminin kendine yön tayin etme çabaları ya da çırpınışları daha Özal döneminde başlamış ve özellikle 1991’deki Körfez savaşından sonra daha da yakıcı hale gelmişti. Burjuva iktidar bloku içinde çelişki ve çatışmaların, görüş ayrılıklarının bu dönemden itibaren artması bir rastlantı değil, uluslararası konjonktürdeki muazzam değişmelere bağlı olarak gelişen bir durumdu.
Bu yeni dönemde, uluslararası güçler dengesindeki değişmelerden ve gelişmelerden Türkiye’de en çok etkilenen ve iktidar bloku içindeki pozisyonu giderek zayıflayacak olan burjuva kesim, askeri bürokrasi olacaktı. Sovyetler Birliği’nin çökmesi ve soğuk savaşın sona ermesi, pek çok şeyin değişmesine yol açtığı gibi, bir NATO gücü olan TSK’nın stratejik konumunu da değiştirecekti. Sovyetler Birliği’nin burnunun dibindeki bir NATO gücü olması nedeniyle, soğuk savaş dönemi boyunca ABD nezdinde “itibarlı” bir yeri olan TSK için şimdi aynı durum geçerli olamazdı. Bir bakıma bu önemli değişiklik, TSK’nın tepesindeki askeri bürokratik oligarşinin ülke içindeki ayrıcalıklı konumunu, yani iktidar yapılanmasındaki pozisyonunu da olumsuz yönde etkileyecekti.
Nitekim daha Berlin Duvarı’nın yıkıldığı dönemde (1989), Türkiye-ABD ilişkilerinde Washington’dan gelen değişiklik istekleri bunun işaretlerini veriyordu. Belli ki, ABD emperyalizmi geleceğe yönelik projelerinde daha farklı bir Türkiye görmek istiyordu. Bu Türkiye’de, eski soğuk savaş dönemindekinden farklı bir burjuva iktidar yapılanması (ılımlı İslamı da içeren, daha “liberal-demokrat” görünümlü ve tabii Amerika’nın çıkarlarına daha uygun bir burjuva parlamenter yapı) olmalıydı!
Öte yandan bu süreçte tavrını açıkça AB’yle bütünleşmekten yana koyan büyük sermaye çevreleri, bu doğrultuda yol alabilmek için siyasal rejimin sivilleşmesi ve “normalleşmesi”nin şart olduğunu söylemeye başlamışlardı. Bu da siyasal rejimin yapısında ve özellikle 12 Eylül rejiminin uzantısı konumunda olan mevcut bürokratik mekanizmaların işleyişinde gelecekte önemli değişimlerin yaşanabileceğinin sinyallerini veriyordu.
Burjuva kamp içindeki bu kapışmada, TC’nin geleneksel-statükocu anlayışının değişmesi ve dışa açık, liberal bir yapıya kavuşmasından yana olanın büyük burjuvazi olduğu çok aşikârdı. Büyük burjuvazi, kapitalist ekonominin ve burjuva siyasal rejimin liberalleşmesinden, dışa açılmasından ve Avrupa kapitalizmiyle bütünleşmesinden yana olan tavrını ısrarla sürdürdü. Büyük burjuvazinin değişimden yana olması, halkın daha çok özgürlüklere sahip olmasını istediği için değil, gelinen noktada Türkiye kapitalizminin çıkarları bunu gerektirdiği içindi kuşkusuz. Burjuvazinin uzak görüşlü temsilcileri şunu çok iyi anlamışlardı ki, mevcut düzene karşı oluşan halk tepkisini yatıştırabilmek için, Türkiye kapitalizminin yıllardan beri birikmiş ekonomik, toplumsal ve siyasal sorunlarının bir biçimde çözümlenmesi ve burjuva düzende gerekli dönüşümlerin yapılması artık şart olmuştu!
21. yüzyılın dünyasında, uluslararası kapitalizmden yalıtılmış ve kendi içine kapanmış bir “ulusal” kapitalizm düşünün imkânsızlığının bilincinde olan büyük sermaye grupları, 90’lardan itibaren uluslararası koşullarda meydana gelen tarihsel önemdeki değişikliklerden ve ülke içinde yaşanan ekonomik, politik istikrarsızlıkların ortaya koyduğu tablodan kendi hesaplarına gerekli sonuçları çoktan çıkartmışlardı. Onlar değişen dünya konjonktürünü dikkate alarak, kendi düzenlerinin “selâmeti” bakımından tercihlerini Avrupa sermayesiyle entegrasyondan yana yaptılar. Büyük sermayenin belli bir tarihten beri Türkiye’de “demokratik dönüşümleri” ısrarla savunur hale gelmesi ve bu bağlamda 12 Eylül rejiminin uzantısı konumunda olan mevcut burjuva siyasal yapının değişmesini istemesi ve Avrupa’daki gibi bir “burjuva demokrasisinin” Türkiye’de de işletilmesinin artık gerekli olduğunu “ilan” etmesi hep bu AB tercihi ile bağlantılıydı.
Ne var ki, devlet yönetiminde 12 Eylül rejiminin perçinlediği statükocu yapılara ve bu yapılara dört elle sarılmış bulunan burjuvazinin tutucu fraksiyonlarına (en başta da aristokratik Kemalist bürokrasiye) bu gerçekliği benimsetmenin o kadar kolay olmadığı kısa zamanda ortaya çıkacak ve burjuva iktidar bloku içinde bu konularda derin bir çatlak oluşacaktı. Ortaya çıkan bu çatlakta, hiç kuşkusuz 12 Eylül 1980 darbesinin burjuva siyasal rejimde yol açtığı tahribatın da büyük payı vardı.
Derin bir ekonomik ve siyasal krizin yaşandığı 1980 yılında bir askeri darbeyle iktidara el koyan 12 Eylül cuntası, uyguladığı faşist devlet terörü sayesinde devrimci ve sosyalist örgütleri dağıtmış, emekçi sınıfların, gençliğin, aydınların örgütlü toplumsal muhalefetini kan ve şiddetle bastırmış ve burjuva toplumda gerici bir stabilizasyonu sağlayabilmişti. Ancak generallerin oluşturduğu bu olağanüstü burjuva rejim, bu arada burjuva düzenin olağan işleyiş biçimi olan burjuva parlamenter rejimi (burjuva sınıfın kendi iç demokrasisini) de berhava etmişti. 12 Eylül askeri-faşist diktatörlüğünün, zaten güdük olan burjuva parlamenter rejimde yol açtığı tahribatın boyutları öylesine geniş oldu ki, geçmişte yetişkin siyasal kadrolara ve toplumsal desteğe sahip bulunan geleneksel burjuva partiler (örneğin CHP ve AP) bile bu süreçten darmadağınık bir vaziyette çıktılar ve bir daha da o eski konumlarına tam olarak dönemediler.
Kısacası 12 Eylül rejimi burjuva düzeni belirli bir dönem için krizlerin toplumsal ve politik sonuçlarından, kargaşadan, devrim tehlikesinden uzak tutmayı başarmıştı ama bu arada burjuva siyasal yapının çivisini de adamakıllı yerinden oynatmıştı. Bunun politik arenadaki uzun erimli sonuçları ise, burjuva partilerin kendi içinde bölünmeleri, kitle desteğini yitirmeleri, erozyona uğramaları ve burjuva siyasal rejimde istikrarsızlık dönemlerinin çok geçmeden yeniden başlaması oldu. Siyasal istikrarsızlığın hortlaması ise, 12 Eylül rejiminin uzantısı konumunda olan ordu içindeki statükocu güçlerin siyasal iktidarlar üzerindeki hâkimiyetinin sürüp gitmesine yol açtı. 12 Eylül rejimi resmen sona ermiş gözükse bile, onun yerleştirdiği kurumların, kuralların ve de tabii bunların bekçiliğini yapan “ordu partisi”nin siyasal erk üzerindeki fiili hegomonyası zamanımıza kadar sürüp gelecekti.
Siyasal yozlaşma ve çürüme
Darbeci generallerin çekilmesinden sonra, burjuvazi açısından görece istikrarlı bir “sivil” iktidar dönemi olarak gözüken Özal dönemi (1983-90), aslında 12 Eylül rejiminin uzantısı olan ve Bonapartist nitelikleri ağır basan bir siyasal dönemdi. 90’lardan itibaren ise burjuva parlamenter rejim birbiri ardı sıra kurulan ve dağılan istikrarsız koalisyon hükümetlerine sahne oldu. Son on beş yıl içinde, kendilerini sözümona değişimden yana gösteren her burjuva partisi seçim meydanlarında “ekonominin düzeltilmesi”, “değişimin gerekliliği”, “özgürlükçü demokrasi”, “AB’ye katılım için köklü reformlar” vb. üzerine bolca nutuk attı.
Fakat bu partiler iktidara geldikten kısa bir süre sonra söylediklerini yuttular ve devlet içinde mevzilenmiş olan, 12 Eylül’ün uzantısı konumundaki statükocu güçlerin yörüngesine girerek en has statükocu kesildiler. Kuşkusuz, devlet katında burjuva güçler arasında yapılan bu uzlaşmanın karşılığını, her iki taraf da iktidarın nimetlerinden bolca yararlanarak ve kendi yandaşlarına (ya da sermayedaşlarına) devletin sırtından milyarlarca dolar kazandırarak fazlasıyla aldılar. İktidara gelen her burjuva partisi kendi zenginini yaratmakla işe başlıyor ve diğerleri de aynı yolu izlediği için yolsuzlukların, skandalların ardı arkası kesilmiyordu. Böylece, burjuva siyasal rejimde ve burjuva devlet aygıtındaki yozlaşma ve çürüme son 20 yılda görülmedik boyutlara ulaştı.
Düzgün işleyen bir burjuva parlamenter demokrasinin kendi mantığı, yasallıkları ve kuralları açısından bakıldığında, bunun normal sayılabilecek ve sürgit devam ettirilecek bir durum olmadığı açıktı. Düzeltilmediği takdirde, bu gidişin sonunda burjuva düzenin tüm kurumlarında tam bir kaos yaşanması kaçınılmaz olurdu. Bu da, burjuva düzen açısından tehlike çanlarının çalması anlamına gelirdi. Nitekim 90’lardan bu yana yaşanan ve bizzat devletin de işin içinde olduğu banka skandalları, uluslararası plana taşan büyük ihale yolsuzlukları, ticari sahtekârlıklar, devlet yönetiminin her kademesinde olağan hale gelmiş rüşvet mekanizması, mafya-devlet ilişkilerinin had safhalarda gelişmesi, askeri ve sivil bürokrasi içinde çeteleşme vb.; tüm bunlar, burjuva düzen açısından tehlikeli bir kaosa işaret ediyor ve burjuva devletin meşruiyetini halkın gözünde tartışılır hale getiriyordu.
Burjuva partilerde ve siyasal iktidar mekanizmasında yaşanan bu yozlaşma ve çürümenin tüm toplumu da sarması, burjuva düzenin geleceği açısından kuşkusuz hiç de iç açıcı bir manzara değildi. Tüm bu gelişmelere rağmen, burjuva devlette ve burjuva partilerde adeta bir vurdumduymazlık hali, ya da “gemisini kurtaran kaptan” düşüncesi egemendi. İş adamı da, siyasetçisi de kısa günü kurtarma peşinde koşar haldeydi. Öyle ya, nasıl olsa burjuva düzeni tehdit eden bir “devrim tehlikesi” ve korkulacak ortak bir düşman (örgütlü ve devrimci bir işçi hareketi) görünmüyordu ufukta! Yani egemen sınıflar kendilerini tehdit altında görmüyorlardı hiçbir biçimde.
Eğer düzen açısından böyle bir tehdit söz konusu olsaydı, elbette domuz topu gibi birleşirdi burjuvalar. Ama şimdi onların her biri, fırsat bu fırsattır deyip kendi kesimsel çıkarının peşinden koşuyor ve kazancını en yükseğe çıkartacak biçimde iktidar ilişkileri oluşturmaya çalışıyordu: İhalelerde yağlı parçayı kim kapacak, devlet bankalarını kredi mekanizması yoluyla kim hortumlayacak, kim devlete en yüksek faizle borç para verecek vb… Bütün mesele buydu devletle hemhal olan burjuvalar açısından!
Burjuva iktidar ilişkilerinde ve ekonomik-siyasal yapılarda yaşanan bu kaotik durum devam ettiği sürece, burjuva düzenin genel çıkarı açısından zorunlu ve yaşamsal önemde olan değişikliklerin yapılabilmesi de her seferinde bir başka bahara kalıyordu. Oysa bu değişikliklerin gerçekleştirilmesi, burjuva düzenin selâmeti bakımından çoktandır hükümetlerin yakıcı görevi haline gelmişti. Değiştirilmesi gerekenlerin başında, normal bir burjuva parlamenter işleyişle bağdaşmayan ve AB’yle entegrasyon sürecinde “hoş bir görüntü” vermeyen faşist 12 Eylül rejiminin ‘82 Anayasası ve yasaları ile, gene 12 Eylül rejiminin yerleştirdiği anti-demokratik, baskıcı kurum ve kurallar geliyordu. Fakat hiçbir burjuva hükümet, 12 Eylül’ün yasalarını ve getirdiği kurumları tasfiye etme görevini üstlenmek istemiyordu. Üstlenir gibi olanlar da yarı yolda çark ediyorlardı. Çünkü bu kunuda parlamentoda yapılan her girişim, 12 Eylül’ün uzantısı konumunda olan devlet katındaki statükocu güçlere tosluyor ve burjuvazinin değişimden yana olan AB’ci liberal kesimi ile statükocu-milliyetçi kesimi arasındaki bu it dalaşı, sonuçta siyasal krize yol açıyordu.
Bir yanda liberal büyük burjuvazi AB’yle entegrasyon sürecini hızlandırmak için girişimlerde bulunurken, öbür yanda 12 Eylül askeri diktatörlüğünün topluma dayattığı ‘82 Anayasası ve pek çok baskıcı yasa hâlâ yerli yerinde duruyordu. Büyük burjuvazinin büyük umutlar bağladığı Özal hükümetleri de, ne 12 Eylül Anayasasının kılına dokunabilmişti, ne de burjuva siyasal rejimin işleyişini ve devlet yönetimini demokratikleştirme yönünde –AB’ye uyum çerçevesinde– dişe dokunur bir reform yapabilmişti. Gerçi Özal kendi döneminde, Kürt ulusal sorununun tamamen “burjuva rejim çerçevesinde” barışçı çözümü için bir çıkış yapmayı denemişti ama bu yumuşak çıkış bile geleneksel statükocu güçlerin barikatına toslayıp etkisiz kalacaktı.
Öte yandan Özal’ın Cumhurbaşkanlığı döneminde, burjuva rejimin demokratikleşmesine yönelik çalışmalarıyla dikkatleri üzerine çeken TÜSİAD da hazırlattığı taslaklarda 12 Eylül anayasasının değiştirilmesi ve yerine demokratik bir anayasa yapılmasını önermekteydi. Ama TÜSİAD’ın bu önerisini burjuva partilerden hiçbirisi gündemine alıp, bu önerinin ciddi biçimde takipçisi olmadı. Statükoculuk, mevcut burjuva partilerin hemen hepsinin iliklerine işlemişti. Bu durumda “ilginç” bir manzara çıkmıştı ortaya: Burjuva düzenin egemeni olan patronlar kulübü (TÜSİAD) AB’ye uyum çerçevesinde burjuva rejimin “demokratikleştirilmesini” istiyor, ama “son Türk devletinin âli menfaatlerini” ve de “milli” çıkarları savunduğunu söyleyen burjuvazinin temsilcileri (başta 12 Eylülcü Kemalist bürokrasi olmak üzere, onun dümen suyundan giden, faşistinden dincisine, liberal demokratından “sosyal demokratına” bütün düzen partileri) ise bu isteme (hepi topu Avrupadaki gibi olacak bir burjuva demokrasisine yani) karşı duruyorlardı. Tam da Türkiye gibi ülkelerde yaşanabilecek bir “ironi” idi bu!
Kısacası, AB’yle bütünleşme perspektifiyle hareket eden büyük burjuvazi, AB’yle uyumlu olacak bir burjuva parlamenter demokrasiye geçişin öncülüğünü yaparken, diğer tarafta “laik”, “millici” ve de 12 Eylül rejiminin yapılandırdığı otoriter devleti pek seven burjuvazinin statükocu fraksiyonları değişime karşı direnmekteydiler. Böylece burjuva iktidar bloku içinde, “uzun soluklu” taktik savaşları da başlamış oluyordu. Bugün de hâlâ devam etmekte olan bu savaş, apaçık ki, burjuva iktidar odakları arasında süregelen bir siyasal hegemonya savaşıdır.
İlk esaslı çatışma, Kürt ulusal kurtuluş mücadelesine ilişkin devlet politikasının belirlenmesi (savaşın durdurularak bir barış sürecinin başlatılması, ya da topyekûn imha) noktasında patlak verecekti. Daha sonra sırasıyla AB ile ilişkiler kapsamında “demokratikleşme” programının uygulanması tartışmalarında, laiklik tartışmalarında, Kıbrıs sorununun çözümüne ilişkin tartışmalarda yaşanacaktı aynı çatışmalar.
Özellikle Kürt ulusal kurtuluş mücadelesi ve yaşanan iç savaş süreci, bu ülkede şoven Türk milliyetçiliğinin yalnızca faşist MHP ile sınırlı olmadığını, aksine bütün burjuva partilerde (dincisinden muhafazakârına, liberalinden “sosyal demokratına”) ve küçük-burjuva “sol” hareketin içinde de yeterli miktarda bulunduğunu gözler önüne serdi. Bu şovenizm dalgası daha sonra Kıbrıs patırtısında da sergilenecekti sağlı-sollu “millici” güçler tarafından!
1990’lardan itibaren TÜSİAD’ın hazırlattığı raporlarda (ki bu raporlar Bülent Tanör gibi eski solcu aydınlar ve liberal-demokrat akademisyenler tarafından kaleme alınmıştı) 12 Eylül döneminde yapılan Anayasa ve yasalardaki anti-demokratik düzenlemelerin ayıklanması ve Batı Avrupa’daki gibi bir burjuva demokrasisine geçiş için gerekli demokratik dönüşümlerin başlatılması öneriliyordu. Bunun yanı sıra, örtük ve çekingen bir biçimde de olsa, Kürt sorununun “barışcıl çözümü” doğrultusunda birtakım öneriler de tartışmaya açıldı. Örneğin, bu dönemde TÜSİAD’ın Sakıp Sabancı gibi ağır topları, verdikleri demeçlerde, ekonominin düzelmesi ve istikrarlı büyüme için siyasal istikrarın şart olduğunu hükümetlere sık sık hatırlatıyor ve üstü örtük de olsa, Kürt sorununun barışçı yollardan çözümü doğrultusunda düşüncelerini açıklıyorlardı. İşte, meşhur “Bask modeli” tartışmaları da bu dönemde gündeme geldi.
Demokratikleşme yönünde dönüşümleri başlatarak yumuşak bir geçişi sağlamak isteyen büyük burjuvazinin bu girişimlerine karşı, devlet içinde kümelenmiş burjuvazinin statükocu kesimlerinden anında tepki geldi. Özellikle Kürt sorununun çözümü konusunda TÜSİAD temsilcilerinin hazırladığı raporlara ve verdikleri demeçlere devlet katından gelen tepki çok sertti. Örneğin faşist Türkeş, Sabancı’nın Kürt sorununda yaptığı konuşmalara işaret ederek, “Sakıp ağa, Sakıp ağa… sen bu işi kahvehane gırgırı mı sanıyorsun; çizmeyi aşma!” diye gürlüyordu!
Cumhurbaşkanı Özal’ın ölümü, Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis’in uçağının düşmesi, Özdemir Sabancı’nın suikaste uğraması, bu süreçte yaşanmış ve hatırlanması gereken önemli olaylardır. Ardından, devlet güvenlik birimlerinin mafyayla ve çetelerle olan içli-dışlı ilişkisinin, Susurluk Olayı ile ortalığa dökülmesi geldi.
Reform ve değişim sürecinin mevcut burjuva partilerle kolay yürümeyeceğini gören TÜSİAD’ın akıl hocaları, sorunları çözebilecek modern görünümlü, Avrupa tipi laik ve de liberal-demokrat yeni bir partinin oluşumuna sıcak bakıyorlardı. Belli ki Avrupalı akıl hocaları da burjuva liberallerin bu yöndeki girişimlerini destekleme vaadinde bulunuyorlardı. Nitekim o dönemde TÜSİAD’ın genç başkanı Cem Boyner’in, sürece doğrudan müdahalede bulunacak bir partiyi inşa etmek üzere, aralarında eski solcu ve demokrat aydınların da bulunduğu insanlarla birlikte Yeni Demokrasi Hareketi’ni örgütlemeye girişmesi bir tesadüf değildi elbette.
Açıkça görülüyordu ki, büyük burjuvazi AB yolunda ilerlemenin önünde mutlak bir engel olarak gördüğü eski siyasal yapıları, geleneksel-statükocu kurum ve anlayışları tasfiye etmek ve AB’nin istediği değişim sürecinin önünü açmak üzere doğrudan kolları sıvamıştı. Elbette ki büyük burjuvazi bu “demokrasi atağı”nı, emekçi halkın özgürlüğünü çok düşündüğü ya da onun çıkarlarını çok savunduğu için yapıyor değildi. Mevcut ekonomik ve siyasal konjonktür öyle gerektirdiği için, yani AB’nin empoze ettiği “demokratikleşme” süreci, büyük burjuvazinin o anki sınıf çıkarlarıyla örtüştüğü için yapıyordu bunu.
Ne var ki işler Avrupalı akıl hocalarının ve TÜSİAD patronlarının öngördüğü gibi yürümeyecekti. Yeni Demokrasi Hareketi’nin nefesi yarı yolda tükenecek ve büyük bir “şevk ve enerjiyle” siyasete atılan genç işadamı Cem Boyner çabuk pes ederek siyaset sahnesini terk edecekti. Yeni nesil burjuvazinin bu genç ve eğitimli üyesi, Türkiye’de siyaset yapmanın ve halkın desteğini kazanmanın öyle kolay ve kısa zamanda başarılabilecek bir iş olmadığını çabuk kavramıştı. Öyle müslüman mahallesinde salyangoz satmak olmazdı! Burjuvazi içindeki işbölümüne uyulmalı ve de burjuva politikası burjuva politikacılara, özellikle de halkın içinden çıkan ve halk dalkavukluğunu, demagogluğu iyi beceren burjuva ve küçük-burjuva siyaset esnafına bırakılmalıydı! Böylece, “doğma büyüme” burjuva olan Cem Boyner, kısa süren bir maceradan sonra, burjuvazinin siyasal tarihine erken öten horoz olarak geçmiş oldu! Ve Avrupalı akıl hocaları da Türkiye’nin “nev’i şahsına münhasır” yönlerini bir kez daha öğrenmiş oldular!
Oysa Türkiye’yi daha iyi etüd etmiş olan ABD’li yetkililer, Türkiye’de kurulacak yeni bir partinin niteliği konusunda Avrupalı ortaklarından daha farklı düşünüyorlardı. ABD’li uzmanlar uzun dönemli bir projeksiyon yapıyor ve gelecekte kurulacak böyle bir partinin halktan kabul görmesi ve destek alabilmesi için, laik ve modern görünümlü olmasından çok İslami tonları ağır basan, hatta “ılımlı İslam” kimliğiyle örgütlenen bir parti olması gerektiği sonucuna çıkıyorlardı. Nitekim gelecekte vuku bulacak gelişmeler de (AKP’nin örgütlenmesi ve halkın teveccühünü kazanması gibi) ABD’li uzmanların bu konuda yanılmadığını gösterecekti!
Ekonomik ve siyasal kriz dalgaları
90’ların ikinci yarısından itibaren, büyük burjuvazi kendi projelerini uygulatma doğrultusunda bir yandan uluslararası destek arayışlarını sürdürürken, bir yandan da burjuva partiler içinde ve devlet katında (asker-sivil yüksek bürokrasi içinde) “ikna”çalışmalarını sürdürdü. 1994-95 ekonomik krizinin de yaşandığı bu süreç, Türkiye kapitalizmi açısından zorluklarla dolu ve gelecekte yeni krizlere gebe bir süreçti. Çünkü ağır iç ve dış borç yükü altında yamulmuş olan Türkiye ekonomisi son derecede kırılgan hale gelmişti. Yeniden derin bir ekonomik krizin içine yuvarlanmaması için kapitalist ekonominin çarklarının döndürülebilmesi gerekiyordu. Çarkın döndürülmesi ise yeni para girişine bağlıydı ve yeni para girişi de yeniden borçlanmak anlamına geliyordu.
Ancak borçlanabilmek için istikrarlı bir siyasal ortama ve keza, borç para verenlerin (İMF’nin ve Dünya Bankasının) önerdiği programı aksatmadan ve sulandırmadan uygulayacak “güçlü” ve “irade sahibi” burjuva hükümetlere gereksinim vardı. Yani özetle söyleyecek olursak; borç batağına batmış kapitalist bir ülke olan Türkiye’de, siyasetle ekonominin kaderi ölümcül bir biçimde birbirine bağlı hale gelmişti. Nitekim 90’ların ikinci yarısından itibaren burjuva siyaset sahnesinde yaşanan olaylar da bunu birçok bakımdan fazlasıyla kanıtlayacaktı. Örneğin siyasal rejimin ve dolayısıyla siyasal iktidar mekanizmasının yeniden yapılandırılması, AB ile ilişkiler, Kürt sorunu ve Kıbrıs sorununun çözümü konularında burjuva fraksiyonlar arasında çıkan politik çatışmaların hem ekonomiyi hem de siyasal süreci nasıl doğrudan etkilediği ve burjuva düzeni nasıl bir çözümsüzlüğün içine sürüklediği görülecekti. Nitekim art arda kurulan ve dağılan koalisyon hükümetlerinin durumu da, bu çözümsüzlüğün somut ifadesinden başka bir şey değildi.
Yaşanan çalkantılı süreç, Çiller’in başbakanlığı döneminde patlak veren siyasal krizde yansımasını bulduğu gibi, irticanın en büyük ve yakın tehlike olduğu masalı eşliğinde harekete geçen askeri bürokrasinin 28 Şubat 1997 tarihli ve post-modern diye tanımlanan “örtük” darbesinde de somutlandı. Böylece statükocu güçler kendilerince önemli bir hamle gerçekleştirmiş ve dönemin başbakanı Erbakan’ı istifaya mecbur kılarak Refah-Yol hükümetini düşürmüş oluyorlardı. Ardından Refah Partisi kapatılıyor ve devlet bürokrasisinin gözdesi Ecevit’in başbakanlığında, DSP’nin ANAP ve Doğru Yol destekli azınlık hükümeti kuruluyordu. Fakat statükocu bürokrasinin bu atakları da hükümet krizlerine çözüm olmayacaktı.
Nitekim 1999 yılında Türkiye bir erken genel seçime sürükleniyor ve neticede DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümeti dönemi başlıyordu. Bu hükümet, Türkiye’nin AB’ye katılımı için gerçekleştirilmesi gereken reform sürecini, başbakan Ecevit’in “pilli bebek” benzeri yürüyüş temposuyla ağır aksak sürükledi. 1999 Helsinki zirvesinde Türkiye’nin aday üyeliğinin açıklanmasından sonra, AB, Kopenhag kriterlerini yerine getirmesi ve Kıbrıs sorununun çözümü doğrultusunda adım atması için Türkiye’ye baskıyı arttırdı. Bu gelişme, gerek “demokratikleşme” yönünde yapılacak değişiklikler konusunda, gerekse de Kıbrıs sorununun çözümü konusunda yapılan tartışmaları kızıştırmış ve burjuva iktidar bloku içindeki çatışmayı tırmandırmıştı.
Nihayet hiç “beklenmeyen” ekonomik kriz, 2001 yılının başında Cumhurbaşkanı Sezer’in elinde tuttuğu küçük ebatlı bir kitapçığı (12 Eylülcü generallerin Anayasasını) Başbakan Ecevit’in yüzüne fırlatmasıyla oluşan “hava basıncı” sonucunda patladı ve kapitalist ekonomiyi fena halde salladı. Bu öylesine derin bir krizdi ki, artık burjuva iktidarların idare-i maslahatçılıkla geçiştirebilecekleri bir durum yoktu ortada. Kapitalist ekonominin içinde bulunduğu açmazı, Türkiye kapitalizminin uzun dönemli çıkarları açısından değerlendiren burjuvazinin akil ve uzak görüşlü temsilcileri (TÜSİAD), sorunların çözümü için AB yanlısı bir ekonomik ve politik stratejinin vakit geçirilmeksizin uygulanmasını açıktan talep eder hale geldiler.
Burjuvazinin bir diğer kesimi (“ordu partisi” nin yanında saf tutar gözüken ve de aniden “anti-emperyalist”, “yurtsever” kesiliveren bir kısım işadamı, burjuva siyasetçi, askeri-idari-adli yüksek bürokrasi, üniversite uleması, gazeteci, yazar vb.) ise, önerilen bu stratejiyi açıktan reddetmemekle birlikte, uygulanmasını geciktirmek, erteletmek için ortalığı velveleye verdiler. Ortalık milliyetçi nutuklardan, “Türkün Türkten başka dostu yoktur” nidalarından geçilmiyordu. Yani anlayacağınız, burjuva kamp içindeki it dalaşı iyice kızışmıştı. Bu arada kendilerini halka “solcu-sosyalist” diye satan, ama gerçekte Kemalist burjuva milliyetçiliğinin (onlar buna “yurtseverlik” diyorlar!) bir parmak ötesine geçememiş olan küçük-burjva siyaset esnafı da burjuva milliyetçilerin kuyruğuna yapışarak aynı kervana katıldılar.
Egemen sınıf bloku içinde yürüyen çatışmanın sanıldığı gibi salt Kıbrıs ya da AB’ye katılım sorunuyla ilgili bir çatışma olmayıp, aslında iktidar ilişkilerini belirlemeye yönelik bir hegemonya mücadelesi olduğu, süreç ilerleyip çatışma şiddetlendikçe daha bir açıklıkla ortaya çıkacaktı. Büyük burjuvazinin ve AB yanlısı diğer burjuva kesimlerin öncüsü ve sözcüsü olarak öne çıkan TÜSİAD, kendi politikalarını egemen kılmak için 1990’lardan beri her yolu denemiş, ama mevcut burjuva partilerin oluşturduğu koalisyon hükümetlerinden hiçbirisine bunu tam olarak uygulatamamıştı.
Bu durumda TÜSİAD, statükoya teslim olan ve süreç içinde toplumsal desteklerini de iyice yitirmiş bulunan “laik” ve de “modern” görünümlü burjuva partilerden umudu kesmişti. Bu partilere alternatif olabilecek, halkın gözünde yıpranmamış yeni bir burjuva siyasal oluşumun arayışı içine girdi TÜSİAD. Bu oluşumun ortaya çıkması için de çok beklemesi gerekmeyecekti. Kendisi de otoriter-statükocu devlet düzeninden mustarip olan ve siyasal varlığını bu “laik” devlete kabul ettirebilmek için meşruiyet savaşı veren İslami bir partinin (AKP) kuruluşu, TÜSİAD’a aradığı parti oluşumunu sunacaktı. AKP “yeni” bir siyasal oluşumdu ve üstelik halkın gözünde, “gadre uğramış” mütedeyyin insanların oluşturduğu bir parti imajı çiziyordu.
Nitekim 3 Kasım 2002’de yapılan erken genel seçimin sonuçları da bu gerçekliği teyid edecekti. Seçim sonuçları, yıllardan beri derin bir ekonomik ve siyasal bunalım içinde debelenen burjuva düzene ve bu düzenin birikmiş tarihsel sorunlarına çözüm getiremeyen statükocu düzen partilerine karşı halkın duyduğu kitlesel tepkinin çok açık bir ifadesi oldu. Bu seçimlerde halk, mevcut statükoyla bütünleşip değişime karşı direnen ve hamasi nutuklarla, idare-i maslahatçılıkla işleri geçiştirmeye çalışan tüm burjuva partileri buruşturup çöp sepetine attı. Statükonun (yani baskıcı-otoriter devlet düzeninin) yanında görünen düzen partileri, halkın nezdinde büyük bir güven ve itibar erozyonuna uğradılar.
1999’da yapılan genel seçimlerde oyların toplam yüzde 53,8’ini alarak iktidar olan statükocu düzen partileri (DSP, MHP, ANAP), 3 Kasım 2002’de yapılan erken genel seçimlerde oyların ancak yüzde 14,7’sini alarak barajın altında kaldılar. Bu partilerin yanı sıra, statükoyu temsil eden Doğru Yol Partisi ile siyasette kaşarlanmış ve kendi tabanının bile güvenini yitirmiş olan Erbakan’ın Fazilet Partisi de barajı geçemedi. Oysa statükonun değişmesinden, demokratik dönüşümlerin yapılmasından yana olduğunu, AB’ye katılmayı desteklediğini deklare eden ve bizzat kendi siyasal varlığının kabulü için statükoya karşı meşruiyet mücadelesi veren ve de “mazlum”u oynayan AKP ise, halktan en çok oyu alan parti oldu erken genel seçimlerde.
3 Kasım seçimlerinin sonuçları, bir yandan kapitalizmin yarattığı ekonomik krizlerin mengenesi altında ezilen, öbür yandan baskıcı-otoriter burjuva devlet düzeninin oluşturduğu boğucu siyasal atmosferden bunalan halkın tepkisini açıkça ortaya koymuştu. Seçim sonuçları da gösteriyordu ki, gerek Kürt sorununda, gerek Kıbrıs sorununda ve gerekse AB’ye katılım konusunda statükocu düzen partilerinin yaptıkları milliyetçi-şoven propagandalara, attıkları “vatan-millet-sakarya” nutuklarına ve de “bu devlet hepimizin” palavralarına emekçi kitlelerin artık karnı toktu ve güçlü bir değişim isteği kitleler arasında günbegün yayılmaktaydı. Çünkü sürgit aynı ekonomik ve siyasal baskı koşulları altında yaşamaktan gına gelmişti emekçi kitlelere!
Ne var ki bu seçimler, yadsınamaz bir gerçekliği daha gözler önüne sermişti: İşçisi ve emekçisiyle son derecede örgütsüz ve dağınık bir durumda olan ve içinden geçilmekte olan bu tarihsel konjonktürde kendisine yol gösterecek enternasyonalist komünist bir siyasal önderlikten de yoksun bulununan emekçi kitleler, demokratik dönüşümleri kendi örgütlü mücadelelerinden değil de, burjuva politik güçlerden bekler duruma gelmişlerdi. Emekçi kitleler açısından gerçeklik buydu ne yazık ki!
3 Kasım erken genel seçiminden sonra ortaya çıkan tabloya bakıldığında, bu aşamada TÜSİAD’ın istekleriyle AKP’ninkiler örtüşmekteydi. AKP kendi meşruiyetinin kaynağını ve güvencesini, Batıdaki gibi bir burjuva demokrasisinin Türkiye’de de işletilmesinde görürken, sözcülüğünü TÜSİAD’ın yaptığı büyük burjuvazi de geleceğini ulusal sınırlar içerisine hapsolmuş bir kapitalizmde değil, Batıyla entegre olmuş bir kapitalizmde görmekteydi. AB ile entegrasyon sürecinde burjuvazinin ihtiyaç duyduğu ve “Batıcı”, “laik”, “modern” geçinen burjuva partilerin yapamadığı reformları, belki de bu “dini bütün” müslüman burjuva partisi (AKP) yapacak ve AB sürecinin önünü açacaktı! Neden olmasın, burası tarihsel ironilerin yaşandığı bir ülke, burası Türkiye idi!
Nitekim AKP, hükümeti kurar kurmaz başlattığı hamlelerle ve özellikle AB’den takvim almak için yaptığı girişimlerle, daha ilk günden ulusal ve uluslararası sermaye kuruluşlarının dikkatini üzerine çekmeyi başardı. Hele Tayyip Erdoğan’ın, daha başbakan olmadan ve hatta siyaset yasağı tartışılırken çıktığı dünya turunda (bir Avrupa’da, bir Amerika’da gezindiği günlerde yani) gösterdiği siyasi performans, yerli ve yabancı sermayenin “gerçekten” takdirine mazhar oldu!
AKP liderleri, AB’ye uyum çerçevesinde demokratik dönüşümlerin yapılmasını, devletin küçültülmesini, bürokrasinin azaltılmasını, rejimin liberalleştirilmesini, Kıbrıs sorununun mutlaka çözülmesini ve de AB ile bütünleşmenin önündeki tüm engellerin kaldırılmasını öncelikli görevleri arasında sıralıyorlardı. Başta büyük burjuvazinin örgütü TÜSİAD olmak üzere, ABD ve Avrupa Birliği ülkelerinin hükümetleri, AKP’nin “laftan anlayan” ve de “birlikte iş yapılabilecek” bir siyasal muhatap olduğuna ikna olmuşlardı. Büyük burjuvazi, hiç değilse belli bir dönem için birlikte iş yapabileceği, geniş kitle desteğine sahip, “enerjik” bir burjuva partiye kavuşmuştu ve onlar için bundan iyisi de can sağlığıydı!
Mecliste büyük bir çoğunluğa sahip olan AKP hükümetinin, gerek AB’ye uyum çerçevesinde Türkiye’deki burjuva siyasal yapıyı dönüştürme (rejimi “demokratikleştirme”) konusunda attığı adımlar ve gerekse Kıbrıs sorununun çözümü doğrultusunda yaptığı uluslararası temaslar, devlet katındaki statükoculuğa vurulmuş darbeler anlamına gelmekteydi. AKP hükümetinin attığı bu adımlara, içerde büyük sermaye çevrelerinden, dışarda ABD’den ve AB’den büyük destek geldi. Bu gelişmeler, burjuva düzen açısından değişimin önünü tıkayan idare-i maslahatçılığın (iş yapar görünüp, gerçekte işleri sümen altı etmenin) artık işleri iyice aksattığının sinyallerini veriyordu. Durumun ciddiyeti devlet katındaki statükocu güçler tarafından kavrandığı an, burjuva iktidar bloku içindeki çatışma daha da sertleşti.
AB’ye uyum yasaları çerçevesinde yapılması istenen değişikliklerin başında, ordunun siyasetteki ağırlığının kaldırılmasına yönelik olarak Milli Güvenlik Kurulu’nun yapısının değiştirilmesi, Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin kaldırılması, YÖK yasasının değiştirilmesi ve daha pek çok Anayasal ve yasal değişikliklerin vakit geçirilmeksizin gerçekleştirilmesi geliyordu. 12 Eylül’den bu yana siyasal iktidarlar üzerinde MGK aracılığıyla hegemonyasını sürdürmüş olan ordunun tepesindeki yüksek askeri bürokrasi ve onunla kader birliği içinde olan adli, idari ve “ilmi” yüksek bürokrasi, bu değişimin iktidar mekanizmasındaki merkezi konumlarına ne kadar ciddi bir tehdit oluşturduğunu algılamakta gecikmediler.
Ardından gelen 2004 yerel seçimlerinde AKP’nin yüzde 40’ın üzerinde oy alarak iktidardaki konumunu güçlendirmesi, iktidarı paylaşan statükocu güçlerin geleceği açısından daha da endişe verici bir durum oluşturdu. Sürecin, her geçen gün bu statükocu güçlerin aleyhine işlediği açıktı.
Burjuva cephede saflaşma devam ediyor
Burjuva kamp içinde geçen bu mücadelede, kendi pozisyonlarına toplumsal-siyasal destek sağlayabilmek için tarafların nasıl her türlü manipülasyona başvurduklarını ve siyasal manevralar yürüttüklerini gördük. Bir tarafta, Türkiye kapitalizminin Avrupa kapitalizmiyle entegrasyonu sürecinin önünü açmak için devletin ekonomik faaliyet alanının daraltılmasını ve merkezi bürokrasinin kontrol ettiği kapitalist devlet fonlarının doğrudan kendi kontrollerine geçmesini isteyen mali sermaye grupları (büyük burjuvazi) yer alıyor. Büyük burjuvazinin bu isteğinin gerçekleşebilmesi için siyasal rejimde köklü bir değişimin yaşanması, yani aristokratik bürokrasinin 12 Eylül rejiminden bu yana özellikle güçlenen devlet içindeki ve siyasal iktidarlar üzerindeki geleneksel hâkimiyetinin kırılması gerekiyor. Büyük burjuvazi siyasal rejimin liberalleşmesini ve Avrupa’nın himayesinde burjuva parlamenter bir rejimin işletilmesini işte bu nedenle istemekte ve siyasal reform çabalarını bu nedenle hızlandırmaya çalışmaktadır.
Kendini “özgürlüklerin savunucusu”, “demokrasi havarisi” olarak sunan “liberalizm şampiyonu” AB’ci büyük burjuvazi şöyle bir imaj yaratmaya çalışıyor toplumun bilincinde: Eğer Avrupa sermayesiyle bütünleşilirse, hem ekonomik sorunlar çözülecek hem de özgürlük ve demokrasi gelecek Türkiye’ye! Yani demokrasiyi de, ekonomik refahı da emperyalist Batı’dan beklemek gerektiği konusunda “umut” dağıtılıyor kitlelere.
Büyük burjuvazinin “özgürlükler ve demokrasi” konusundaki bu ikiyüzlü tavrı, ister istemez “hafıza-i beşer nisyan ile maluldür” atasözünü hatırlatıyor insana. Bugün pek “liberal”, pek “özgürlükçü” ve de pek “sivil toplumcu” pozlar takınan büyük burjuvazinin örgütleri (TÜSİAD, Odalar Birliği vb.), bir zamanlar bu ülkede kendilerinin doğrudan ya da dolaylı desteği ile gerçekleşen 12 Mart, 12 Eylül gibi gerici askeri darbeleri ve bu darbe dönemlerinde yaşananları şimdi unutturmaya ve hafızalardan silmeye çalışıyorlar. Bu darbelerin gerçekleşmesinde ve özellikle 12 Eylül faşist askeri diktatörlüğünün kurulmasında kendilerinin oynadığı uğursuz rol ve kanlı geçmişleri hatırlansın istemiyorlar çünkü.
Evet, AB tartışmaları başladığından bu yana büyük burjuvazinin sözcülerinin sık sık insan haklarından, düşünce özgürlüğünden, demokratik değerlerden vb. söz etmeleri insanın gözünü yaşartıyor doğrusu! Meğer bizim “Avrupalı” burjuvalarımız insan haklarına ne kadar da “saygılı”, ne kadar da “demokrat”mışlar! Ama “sen söyleyene değil, söyletene bak!” demiş atalarımız. Bugünlerde büyük burjuvalarımız demokrasi nutku atıyor ve “değişim şart” diyorsa eğer, bilinmeli ki onlara bunu söyleten “demokrasi aşkı” falan değil, hayal dünyalarında yaşattıkları “Avrupa sermayesiyle bütünleşme ve emperyalist hiyerarşide basamak atlama” aşkıdır!
O anki sınıfsal çıkarları öyle gerektiriyorsa, “demokrat” olmayı da, bülbüller gibi “demokrasi” şakımayı da iyi becerir bizim ikiyüzlü, sinsi ve kıyıcı burjuvalarımız, bunda hiç kuşkumuz olmasın! Tabii, çıkarları tehlikeye girdiğinde ve demokrasi onlar için bir “lüks” haline geldiğinde ise, gene hiç tereddüt etmeden demokrasiyi ellerinin tersiyle bir kenara iteceklerinden ve kılıcı baş tacı edeceklerinden de hiç kuşkumuz olmasın. Bir zamanlar “dün dündür, bugün bugündür” diye boşuna dememişti onların piri Süleyman Demirel! Nitekim, çok partili siyasal rejimin yürürlükte olduğu son altmış yıllık cumhuriyet tarihine bakarsak, bu “veciz” cümlenin tam da Türk burjuvazisinin cibilliyetini anlattığını görürüz.
Öte yandan, kendileri de burjuva sınıfın bir parçası olarak iktidar bloku içinde yer alan ve AB karşısında “yurtsever”, “ulusalcı”, “devletçi” pozlar takınan statükocu kesimlerin durumuna gelirsek: Bu kesimlerin önde gelen temsilcisi, 12 Eylül’den bu yana burjuva iktidar mekanizması içinde ağırlığını arttıran ve bu konumunu bugün de korumaya (ya da en azından yitirmemeye) çalışan asker-sivil yüksek bürokrasi, başka bir deyişle aristokratik bürokrasidir. Ve de tabii, bu kesimle “şimdilik” ittifak halinde gözüken kimi “milliyetçi” burjuva siyasetçiyi, Atatürkçü profösörü, gazeteciyi, yazarı da bu kesime dahil etmek gerekiyor. Aristokratik bürokrasi, burjuva rejimin liberalleşmesi yönündeki değişim sürecini engellemek ya da geciktirmek için bugüne kadar direnişini “sinsice” sürdürdü. Burjuvazinin liberal kesimi gibi, o da kendisine toplumsal destek sağlayabilmek için her türlü demagojiye başvuruyor.
Daha düne kadar ABD emperyalizminin, NATO’nun dümen suyundan ayrılmayan sivil-asker yüksek bürokratlarımız, bakıyoruz şimdilerde “anti-emperyalist(!)” ve de “duyarlı yurtsever(!)” kesilivermişler Ama işin esasına bakılacak olursa, ne “emperyalizme karşı olmak” ne de “yurtseverlik”tir aristokratik bürokrasinin derdi. Onun esas derdi, burjuva iktidar bloku içindeki geleneksel ayrıcalıklı konumunu yitirmemek, devlet yönetimi ve genel siyaset üzerindeki ağırlığını eskisi gibi sürdürebilmektir. Eğer AB’ye giriş onların hamiliği altında olacaksa ve iktidardaki pozisyonlarına, mevki ve makamlarına bir zarar getirmeyecekse, buna eyvallah derler hiç kuşkusuz! Yok eğer bu süreç onların inisiyatifi dışında gelişip, iktidardaki pozisyonlarına zarar verecekse zinhar olmaz!
12 Eylül’den bu yana afra tafrası artmış olan aristokratik bürokrasi (özellikle de onun askeri cenahı) çok iyi bilmektedir ki, AB’ye uyum çerçevesinde öngörülen “değişim” gerçekleşir de, burjuva siyasal rejimde ve de devletin yönetim mekanizmalarında hâkim olan statükocu yapı ortadan kalkarsa ve ardından da Batıdaki gibi bir burjuva demokrasisi işlemeye başlarsa, kendilerinin süngüsü düşecek ve normal işleyen bir burjuva parlamenter düzende olmaları gereken yere (yani burjuvazinin ve burjuva devletin işlerini gören ve sıralamada burjuva siyasetçiden sonra gelen birer kahya konumuna) iniverecekler!
Özellikle 12 Eylül’den bu yana devlet içinde ve diğer kurumlarda elde ettikleri mevki ve makamlarla, kendilerine sunulan ayrıcalık ve arpalıklarla “devletlû bir sınıf” gibi yaşamaya alışmış olan bu zevat için, hiç de “hoş” olmayan bir durum olacaktır bu elbette. Nitekim bunu bildikleri için, demagojik söylev ve çıkışlarla olayları manipüle etmeye ve devletin geleneksel baskıcı-otoriter yapısının ve bu yapı içerisinde de kendi statükocu konumlarının “vazgeçilmezliğine” inandırmaya çalışıyorlar toplumu. Zaten burjuva siyasal rejimin liberalleşmesi gündeme geldiğinden beri, her konuda bir “sorun” yaratıp maraza çıkarmaktan, Bizansvari entrikalar çevirmekten ve elinde tuttuğu devlet aygıtlarından da yararlanarak provokasyonlar düzenlemekten geri durmadı aristokratik bürokrasi.
Milliyetçilikten yakasını kurtaramamış olan Türk solunun bir bölüğü, bu Kemalist aristokratik bürokraside “ilerici”, “anti-emperyalist”, “yutsever” vb. nitelikler bulunduğunu vehmetmeye devam etse de, gerçek şudur: 12 Eylül rejimiyle gücü pekişmiş olan burjuvazinin bu bürokrat kesimi, rejimin liberalleşmesine ve demokratikleşmesine karşı direnen ve eskiyi muhafaza etmeye çalışan bir güç olarak, burjuvazinin siyasal anlamda en tutucu fraksiyonunu temsil etmektedir.
Fakat iç ve dış etkenlerin bir bileşkesi olarak ilerleyen bugünkü süreçte, bu statükocu bürokrat/burjuva kesimin sonuna kadar bütünlük içinde davranabilmesi ve homojen kalabilmesi de pek olası değildir. Çünkü sonuç olarak bu kesim de egemen burjuva sınıfın bir parçasıdır ve ilânihaye ondan bağımsız hareket edemez. Nitekim iktidar mekanizması içinde bu aristokratik bürokrasinin eski “üstün” konumunu yitirmeye başladığını gören kimi üst düzey bürokratların, kendilerini bugünün koşullarına uyarlamaya ve değişime ayak uydurmaya çalışmaları hiç şaşırtıcı değildir. Bu, onların burjuva iktidar bloku içinde saf değiştirmeye ve değişimden yana olan burjuva kesime katılmaya her an hazır oldukları anlamına geliyor.
Bu gelişmeler, ordunun üst kademelerini tutan askeri bürokratik oligarşi (generaller) içindeki saflaşmalarda da kendini gösterecektir. Nitekim görev başındaki veya emekli olmuş paşaların son dönemlerde farklı dilden konuşmaya başlamaları da, o çok övündükleri “emir komuta zinciri”nin paslanmaya yüz tuttuğunu ve bu gidişle işe yaramaz hale geleceğini göstermektedir. Son durumda görünen odur ki, burjuvazinin değişimden yana olan AB’ci kanadı karşısında, statükocu kanadın süngüsü giderek düşmektedir. Ama bunun, ulusal ve uluslararası koşullardaki değişimelere bağlı olarak, her zaman tersine dönebilecek bir durum olduğu da asla unutulmamalı! Egemen sınıf bloku içinde geçen bu çekişmenin 17 Aralıktan sonra ne hal alacağını hep birlikte göreceğiz.
Sözün kısası, bugün iktidar bloku içinde cereyan eden bu kavga son tahlilde egemen sınıfın kendi iç kavgasıdır ve esas olarak da egemen sınıfın fraksiyonları arasında, devlet iktidarının kullanımına yönelik bir siyasal hegemonya çekişmesidir.
Milliyetçilik Türk solunun ezeli bir zaafıdır
Bu gerçeği göremeyen ya da görmek istemeyen Türk solunun önemli bir kesimi (en başta da küçük-burjuva milliyetçi şartlanmadan kurtulamamış olanlar), gerçekte burjuva iktidar blokunun bir bileşeni olan aristokratik bürokrasiyi “burjuvazi-dışı” muhalif bir güç olarak mütalaa ediyor ve onun ideolojisine (Kemalizme) “ilerici”, “anti-emperyalist” misyonlar atfetme alışkanlığını, daha doğrusu dar kafalılığını sürdürüyor hâlâ. Bunlara göre, AB’ye ve AB’ci liberal burjuvaziye karşı “ulusal çıkarları” ve ulus-devleti savunan aristokratik bürokrasi anti-emperyalist eğilimler taşımaktadır ve bu nedenle de desteklenmelidir! Kendileri de ulus-devleti savunmakla sözümona “anti-emperyalist” bir çizgi izlediklerini sanan küçük-burjuva milliyetçi sollar, bu tutumlarıyla aslında, 12 Eylül rejiminin uzantısı konumunda olan ve bugün de hâlâ baskıcı-otoriter burjuva devlet anlayışının sözcülüğünü yapan aristokratik bürokrasinin arkasında saf tutmaktan öte bir şey yapmış olmuyorlar.
Nitekim Türk solunun bu milliyetçi kesiminin, “AB’nin dayatmalarına karşı çıkmak”, “ulusal onuru korumak” gibi bahanelerin ardına saklanarak, hem Kürt halkının ulusal-demokratik talepleri karşısında, hem de Kıbrıs halkının kendi geleceğini özgürce belirleme iradesi karşısında nasıl da en pespaye milliyetçi tutumlar sergilediklerini ve bu milliyetçi-şoven duyguları işçi sınıfına da taşımaktan geri durmadıklarını gördük. Kimileri bunu, statükocu devlet güçlerinin yanında açıkça saf tutarak ve faşistlerle kol kola, şovenist bir söylem geliştirerek (örneğin D. Perinçek’in İşçi Partisi gibi) yaptı; kimileri ise “yurtseverlik” adı altında örtük ve sinik bir milliyetçilik güderek [örneğin T“K”P (SİP) gibileri].
Ama kendilerini hangi biçim altında ifade etmiş olurlarsa olsunlar, bu tip “millici sosyalist”lerin açılımları son tahlilde ortak bir noktada buluşmaktadır: Ulus-devleti ve devletçiliği mistik bir haleye büründürerek, adeta tapınılacak kutsal bir varlığa dönüştüren Stalinizmin (küçük-burjuva-milliyetçi devlet sosyalizmi anlayışının) ayak izinden yürümek! Bu tarihsel çizgi, laf düzeyinde ne denli “devrimci”, “sosyalist” ya da “komünist” pozlar takınırsa takınsın, özünde proletaryanın tarihsel çıkarlarının (devrimci enternasyonalizmin) karşısına milliyetçiliğin dar çıkarlarını diktiği sürece, tarihsel olarak gerici bir pozisyonda durmaya devam edecektir.
Milliyetçi solun yanı sıra, burjuva iktidar bloku içindeki çatışmanın mahiyeti ve “demokrasi” konusunda bilinç bulandıran diğer bir ideolojik anlayışa, liberal solun durumuna da burada kısaca değinmek gerekiyor. Milliyetçi sol nasıl ki anti-emperyalist mücadeleyi gerçek içeriğinden (anti-kapitalist özünden) soyutlayıp yabancı düşmanlığına indirgiyor ve ulus-devletin savunusu temelinde “ulusal” kapitalizme dolaylı bir destek sunuyorsa, bunun tam karşı kutbunda yer alan liberal sol da, sözümona “demokratikleşme”yi ve “siyasal liberalleşme”yi savunma bahanesiyle büyük burjuvaziye ve onun vaat ettiği “emperyalist-demokrasiye” dolaylı destek sunuyor. Bu bakımdan milliyetçi sol ile liberal sol, bir modalyonun iki yüzü gibi duruyorlar. Liberal sol anlayışın sahiplerine göre, eğer AB’yle entegrasyon süreci gerçekleşirse bunun Türkiye’ye sağlayacağı demokratikleşme ve özgürlük ortamı geri dönüşsüz olacaktır!
Liberal solun savunduğu bu görüş, aslında burjuva demokrasisinin ve dolayısıyla burjuva devletin bir savunusu olmaktan öteye geçmemektedir. Çünkü bu görüş son tahlilde eleştirilerini kapitalist sistemin kendisine değil, yalnızca onun baskıcı yönetim biçimlerine yöneltmekte ve dolayısıyla kalıcı ve geri dönüşsüz bir demokrasinin ve özgürlüklerin kapitalist devlet altında da pekâlâ gerçekleşebileceğini vazetmektedir. Her ne kadar bağımsız bir siyasal örgütlenmeyle kendilerini açıkça ortaya koymuş olmasalar da (aslında ÖDP içinde bunu temsil eden bol miktarda kişi olduğu biliniyor), çeşitli kitle örgütlerinde, sendikalarda ve burjuva medyada arz-ı endam eden sol liberal aydınların ve gazetecilerin açılımlarından biliyoruz ki, bu sol liberal görüş, çağımızda kapitalizmin (dolayısıyla emperyalizmin) yeni bir tarihsel döneminin başladığını ve bunun demokrasinin, özgürlüklerin ve barışın global ölçekte gelişeceği bir dönem olacağı düşüncesini yaymaya çalışmaktadır.
Liberal solun öğütlerine bakılacak olursa, işçi sınıfı da artık demokrasinin ve özgürlüklerin gelişmesini kendi öncülüğünde yürüteceği devrimci sınıf mücadelesinden değil, emperyalist kapitalizmin dünya ölçeğindeki gelişmesinden ve bu global gelişmenin yaratacağı barış ortamından beklemelidir. Kautsky’nin kulakları çınlasın! Türkiye’de baskıcı-otoriter devlet düzenine karşı çıktığını ve demokrasiden, özgürlükten yana olduğunu söyleyen bu sol liberal anlayış da, gerçekte “sol” bir söylemle örtünmüş liberal kapitalizm yandaşlığından öteye geçmiyor. Bu nedenle liberal solun işçi hareketinde yarattığı ve yaratacağı yanılsamalar karşısında uyanıklığı elden bırakmamak gerek.
Fakat son söz olarak vurgularsak, karşımıza dikilen en önemli sorun milliyetçi zaaflar sergilemek bakımından Türk solunun yapısında bugün de değişen çok fazla bir şeyin olmamasıdır. Bugün de kendini sosyalist, hatta komünist olarak tanıtan pek çok eğilim, günümüze damgasını basan çok ciddi gelişmeler karşısında devrimci Marksist bir tutum takınmaktan ve buna uygun bir siyasal çizgi izlemekten uzak duruyorlar. Onlara soracak olursanız, gerek Avrupa Birliği konusunda, gerekse Kıbrıs ve Kürt sorununun çözümü konusunda “ulusal çıkarları” savunan statükocu bürokratlarla ve statükocu “milli” burjuvalarla aynı safta olmak, yurtseverliğin (milliyetçiliğin bir başka ifade biçimidir bu) bir gereğidir. Ve de tabii, yurtseverlik de sosyalist olmanın vazgeçilemez bir ön şartıdır(!). Evet bu da bir “sosyalizm” anlayışıdır ama, bize göre bu sosyalizmin Marksizmle uzak yakın bir ilgisi yoktur. Bu tür bir sosyalizm anlayışının, olsa olsa “nasyonal sosyalizm” ya da “devletçi sosyalizm” denen anlayışlarla bir akrabalık bağı olabilir, Marksizmle değil. Görünen o ki, aradan geçen bunca yıla ve yaşanan onca acı deneye rağmen, bizim “milli” solcularımızın kitabında, sermayenin tümüne karşı (AB’cisine de, “milli”cisine de) cephe almak ve işçi sınıfının tarihsel çıkarlarını savunan enternasyonalist komünist bir sınıf tutumunu benimsemek diye bir şey hâlâ yazmıyor!
[1] Marx, Louis Bonaparte’ın Onsekiz Brumaire’i, Köz Y., Nisan 1975, s.13
link: Mehmet Sinan, AB Süreci ve Burjuva İktidar Bloku İçindeki Çatışma, 30 Kasım 2004, https://marksist.net/node/48
Sosyal Güvenlik Saldırısı ve SSK Sorunu
Üniversite Sınavı ve İşçi çocukları