11 Eylül 2001’den bu yana, dünyanın dört bir yanında sayısız bombalama eylemi gerçekleştirildi. Bu eylemlerin hepsi de egemenler tarafından terör eylemi olarak adlandırıldı. Egemenler, bu adlandırmayla aslında yaşanmakta olanın bir emperyalist paylaşım savaşı olduğu gerçeğinin üstünü örtmeye çalışıyorlar. Bu paylaşım savaşı, emperyalistlerin dilinde “uluslararası terörizme karşı savaş” olarak kodlanıyor. Ne var ki, gerçekler, bu savaşın teröre karşı yürütülmediğini, tersine terör olarak adlandırılan saldırıların tam da bu savaş nedeniyle ve savaş dönemi boyunca inanılmaz rakamlarla katlandığını ortaya koyuyor.
ABD Dışişleri Bakanlığının hazırladığı raporda bile bu gerçek çırıl çıplak ortada duruyor. Raporda, 2002 yılından bu yana, “terör saldırıları”nın 6500 katına çıktığı, bu saldırıların en çok ABD’nin işgal ettiği ya da bombaladığı ülkelerde yaşandığı söyleniyor. Bu saldırıların çok büyük bir bölümünün yaşandığı Irak’ta, sözkonusu savaş ve işgalden önce tek bir bombalı intihar saldırısı bile yaşanmamıştı. Demek ki, ABD’nin “terörle savaşı” bu tarz terör eylemlerinin yaygınlaşmasına karşı girişilen bir savaş değildir.
Gerçek tam tersidir; içinden geçtiğimiz dönemde bu tür saldırıları emperyalist savaş süreci doğurmaktadır. Söz konusu saldırılar, faillerinden ve görünen ya da propaganda edilen tepkisel nedenlerinden bağımsız olarak emperyalist paylaşım savaşının bir parçası ve kapitalist güçlerin de kullandığı bir savaş biçimi durumundadırlar. Bunların bir kısmı emperyalist saldırganlığa karşı bir tepki olarak gelişmekteyse de, çok daha büyük bir bölümü bizzat ABD ve diğer emperyalist güçler tarafından yönlendirilmektedir: “Egemen güçlerin bilinen davranış kalıpları bir yana, bugün «terör» çuvalının içine sokuşturulmaya çalışılan çeşitli türden eylemler kesinlikle aynı mahiyette değildirler. Bir kere, şu ya da bu savaşın uzantısı olarak gelişen olaylarla, klasik anlamda bireysel terör kapsamına girebilecek eylemler birbirinden ayırt edilmelidir. Aksi halde gelişmeleri doğru bir şekilde yorumlamak mümkün olamaz. İkincisi, nasıl ki haklı ve haksız savaş ayrımı yapabiliyorsak, bunların uzantılarını da aynı ayrım çerçevesinde ele alıp değerlendirmek gerekir. Üçüncüsü ve en önemlisi, çeşitli kapitalist güç odakları arasında yürüyen çıkar çatışmalarına bağlı olarak biçimlenen örgütlerle, devrimci mücadele örgütlerine ve bunların amaç ve eylemlerine toptancı mantıkla yaklaşılmamalıdır.” (Elif Çağlı, “Terör”ün Ardına Gizlenen Gerçekler, 28/7/2005, marksist.com)
Terör ne, terörist kim?
Terör, Latince kökenli, korkutmak fiilinden türetilmiş ve büyük korku anlamına gelen bir kelime. Ancak egemenler sıkça kullandıkları bu kelimeleri, kendi başlarındaki “belâ”ya bağlı olarak kendilerine özgü nüanslar ekleyerek tanımlayabiliyorlar. Görüyoruz ki, sınıf savaşının hüküm sürdüğü bir toplumda tüm siyasal kavramlar, ideolojiktir, taraflıdır: “Terör sözcüğü en geniş anlamıyla ve bire bir kelime karşılığıyla dehşet ya da şiddet demektir. Ancak tüm sınıflı toplumlarda olduğu gibi kapitalist toplumda da, siyasal mücadele ve sınıf savaşı söz konusu olduğunda kavramlar tarafsızlığını yitirir. En objektif gibi görünen sözcükler bile, egemen sınıfın azgın çıkarlarına alet edildiğinde farklı «şifre»lere dönüştürülür. Tıpkı günümüzde burjuvazinin terör kavramı eşliğinde yürüttüğü «kanlı oyun»da olduğu gibi. O nedenle sorun, gündelik yaşamda artık sıkça duyduğumuz bir kavramın basitçe ne anlama geldiği değil; hangi sınıf tarafından ne amaçla kullanıldığıdır.” (Elif Çağlı, agm)
Benzer bir çeşitlenme hukuk alanında da hüküm sürüyor. Terörün ne olduğu ya da nasıl tanımlanacağı hususunda çeşitli ülkelerin burjuva hukukunda bir fikir birliği bulmak mümkün değil. Uluslararası hukuk anlamına gelen çeşitli uluslararası kurumların belgelerinde ya da uluslararası anlaşmalarda da bu kavram hakkında bir muğlaklık olduğunu ya da mevcut tanımları tüm “taraf”ların kabul etmediğini görüyoruz. Mesele terör ya da terörizm kavramında anlaşmakla da bitmiyor, çünkü “peki kimler terörist” sorusuna herkes farklı bir yanıt veriyor.
Ama istisnasız tüm burjuva devletlerin paylaştığı ortak bir tutum mevcut: Kendi işlerine gelmeyen, kendilerine ya da müttefiklerine karşı silahlı eylemler düzenleyen örgütleri terör örgütü olarak ya da terörist olarak adlandırmak; işlerine geldiği durumlarda ise, aynı yöntemleri kullanan başka örgütleri “özgürlük savaşçıları”, “ayrılıkçı militanlar”, “tepkili gençler” olarak nitelendirmek.
Burjuva ikiyüzlülük burada da bitmiyor. Bir burjuva devletin resmi olarak bir örgütü terörist olarak adlandırması, illâ ki ona karşı mücadele ettiği anlamına gelmiyor. Burjuva devletler terörist dedikleri bir örgütü el altından destekleyebilir, içine soktukları ajanlarla yönlendirebilir ve o anki çıkarları doğrultusunda eylem yapmasını sağlayabilirler.
Burjuva devletler kendi “terör örgütü” listelerini tümüyle kendi çıkarları temelinde oluştururlar. Bu nedenle de birinin terör örgütü dediğine öteki bu gözle bakmayabilir. Somut bir örnek verelim. Bugün parçalı bir şekilde yürüyen üçüncü dünya savaşının ana cephelerinden biri Ortadoğu. Ortadoğu savaşında taraflardan birini de özellikle Suriye’de irili ufaklı İslamcı örgütler oluşturuyor. Bu örgütlerin çoğu, gerek Batılı emperyalistler gerekse de TC tarafından “özgürlük savaşçıları” ya da Esad muhalifleri olarak anılıyor. Ancak aynı örgütler, başta Esad rejimi olmak üzere Rusya’nın önderlik ettiği eksen tarafından terörist olarak değerlendiriliyorlar. Öyle ki, ABD ile Rusya arasında Suriye’nin geleceğine dair yapılan pazarlıklarda iş hangi örgütün terörist, hangi örgütün muhalif olarak kategorilendirileceğinde kilitlenmiş görünüyor. Öyle ya, ABD ve TC’nin muhalif nitelemesiyle desteklediği İslamcı örgütlerin tepesine Rusya bombalar yağdırıyor. ABD ve Rusya’nın muhalif olarak değerlendirdiği Suriyeli Kürtlerin örgütlülükleri ise TC tarafından terörist olarak adlandırılıyor. Türkiye’nin el altından desteklediği IŞİD ise diğer büyük güçler tarafından terörist olarak adlandırılıyor, ama hiçbir güç bu suç çetesine karşı gerçek bir mücadele vermiyor. Tek yaptıkları, onu bahane ederek gerek bölgede attıkları askeri adımları gerekse de kendi ülkelerinde hayata geçirdikleri anti-demokratik uygulamaları mazur göstermek.
Bu tür örgütlerin işlediği insanlık suçları da emperyalist-kapitalist dünyanın egemenlerinin medyasında mide bulandırıcı bir ikiyüzlülüğün konusu oluyorlar. ABD’nin sözümona “terörle savaşı” sonucunda Irak, Afganistan ve Pakistan’da, 2 milyona yakın insan katledilmişken ve burjuva medyadan ses soluk çıkmazken, Paris örneğinde olduğu üzere Batı kentlerinde patlatılan bombalar “masum sivillere yönelik saldırı” olarak nitelendirilerek timsah gözyaşları dökülüyor. Bu durumda şu soru geliyor akla: “Bazı «vicdanlar» neden bu denli güdümlü, tek yönlü tepkiler veriyor diye sormak gerekmiyor mu? Bombalı saldırılar karşısında sergilenen «hassasiyet», neden kapitalizmin bir başka cins terörü … karşısında gösterilmiyor? … Masum insanların hayatına kasteden gelişmeleri birkaç damla gözyaşı ile geçiştirip, tüm bu gelişmelere yataklık eden kapitalist düzeni esastan sorgulamamak olsa olsa tuzu kuru liberallere yaraşır. … Kapitalist ülkelerin masum insanları, kendilerinden kesilen fakat egemenlerin el koyduğu vergilerin, başka masum insanları katleden bombalara ve ölüm makinalarına dönüşmesi karşısında pek de bir şey yapmadan günlük yaşamı sürdürüyorlar. Egemen düzenin ekonomik ve ideolojik şiddeti, dünyanın neresinde olursa olsun, emekçi kitlelerin zihninde benzer bir tahribata yol açıyor ve akıl tutulmasına neden oluyor. Kitleler, can yakan haksız şiddetin gerçek failinin bu düzen olduğunu kavrayamıyor. «Terör» diye adlandırılan olaylar karşısında timsah gözyaşları döken burjuva siyasetçilere kanarak, bilmeden de olsa bu çarkın böylece dönmesine onay vermiş oluyorlar.” (Elif Çağlı, “Terör”ün Ardına Gizlenen Gerçekler, 28/7/2005, marksist.com)
Batılı güçler IŞİD vb. çetelerin gerek Suriye’de gerekse de Batı’nın çeşitli kentlerinde işledikleri katliamlar karşısında timsah gözyaşları döküyorlar. Ancak onu gerçekten yok etmek için hiçbir ciddi adım da atmıyorlar ve sanki karşımızda çok güçlü ve yok edilemez bir terör imparatorluğu varmış gibi bir izlenim oluşturuyorlar. İşin aslı şu ki, IŞİD gibi örgütlerin yok edilmesi, hiçbir büyük kapitalist gücün işine gelmiyor. Bu güçler ne geçmişte ne de bugün çok daha büyük katliamlara imza atmış müttefiklerini kınamak söyle dursun açıkça desteklemekten hiçbir zaman sakınmamışlardı. Şili’de faşist Pinochet rejiminin işlediği insanlık suçları, Batı dünyasının önde gelen çevrelerinde en ufak bir yankı yaratmadığı gibi daha birkaç yıl öncesine kadar, demokrasinin beşiği kabul edilen ülkelerden İngiltere, Pinochet’e alenen sahip çıkmaya devam ediyordu. Arjantin’de binlerce insan katledilirken, bedenleri uçaklardan atılırken de bu “demokrasi” ve “özgürlük” başkentlerinden en küçük bir ses çıkmamıştı. Türkiye’de 12 Eylül faşist cuntası da bu Batılı güçlerin desteğiyle varolmuş ve ayakta kalabilmişti. Bugün Türkiye Kürdistanı’nda toplar ve tanklarla kentler bombardıman ediliyor, yüzlerce sivil katlediliyor, ama TC ile arayı iyi tutmayı bugün kendi çıkarları doğrultusunda gerekli gören Batılı emperyalistlerden hiçbir ciddi ses çıkmıyor. Şimdi, bu ikiyüzlü emperyalist güçler, IŞİD canilerinin işlediği insanlık suçlarına karşı tüm toplumu otoriterleşen ve iyice militaristleşen burjuva düzeni koruma temelinde seferber olmaya çağırıyorlar.
İşin daha acı tarafı ise, kendisini solda gören çeşitli çevrelerin, aydınların vb. de bu oyuna gelmeleridir. IŞİD’in gerçekleştirdiği Paris katliamından sonra Fransız bayraklarına bürünen, Paris’i “eşitliğin ve özgürlüğün başkenti” olarak selamlayan sözümona sosyalistler hiç de az değildir. Oysa gerçek, yıllardır görmek isteyenler için çırıl çıplak ortadadır: “Nice masum insanın canını alan ve nicesini sakat bırakan bombalı saldırıları terör olarak adlandırsak bile, bunu yaratan ve besleyen esas güçler, terör örgütleri olarak lanse edilen organizasyonların arkasından sırıtan emperyalist ve kapitalist egemenlerden başkası değil. O nedenle saldırıları üstlenen örgütlerin kimliği, mahiyeti ve niyetleri her ne olursa olsun, yaptıkları bu eylemlerle son tahlilde emperyalist güçlerin ekmeğine yağ sürdüğünü görmek gerek. Böyle bir tespit ne gerçekliğe aykırı düşer ne de komplo teorileri kapsamına girer.” (Elif Çağlı, İstanbul’daki Saldırıların Ardında Yatan Gerçekler, 29/11/2003, marksist.com)
Dün dündür bugün de bugün!
Terörizm konusunda burjuva ikiyüzlülük ve ilkesizliğin ayyuka çıktığı nokta, bir ve aynı örgütün ya da o örgütün liderliğinin farklı dönemlerde farklı şekillerde adlandırılmasıdır. Burjuvazi, o an geçerli güç ilişkilerine ve güç dengelerine göre adlandırma için farklı kavramlar kullanabilmekte ve hatta bizzat aynı kavramlara farklı anlamlar yükleyebilmektedir.
Burjuva politikasının tarihi, önceleri terörist olarak adlandırılanların sonraları onurlu sıfatlarla taltif edilmesinin örnekleriyle doludur. Filistin Kurtuluş Örgütü’nün kurucu liderlerinden Arafat’ı hatırlayalım. 1970’lerde ABD’de ve birçok Batılı kapitalist ülkede azılı bir terörist olarak adlandırılıyordu. Sonra saygıdeğer bir barış savaşçısı olarak taltif edilerek Filistin Devlet Başkanı oldu. Aynı şey Güney Afrika’daki ırkçı rejime karşı yıllarca mücadele eden ve silahlı mücadeleyi de reddetmeyen Mandela için de geçerlidir. Ondan nedamet getirmesini ya da en azından silahlı mücadeleyi kınamasını bekleyen egemenler avuçlarını yalamışlar ve terörist olduğu gerekçesiyle onu 27 yıl boyunca işkenceler, ağır baskılar ve tecrit koşulları altında zindanlarda tutmuşlardı. Gün geldi, devran değişti, Mandela zindandan çıktı ve yıkılan ırkçı rejimin ardından yapılan ilk seçimlerde devlet başkanı oldu. Dünün teröristi artık saygın ve tüm dünya tarafından özgürlük savaşçısı olarak değerlendirilen, 100’den fazla uluslararası ödül alan bir devlet adamı idi.
Tam tersi de sözkonusudur, dün “özgürlük savaşçısı” olanları bugün terörist olarak adlandırmaktan da geri durmaz burjuva egemenler. Bugün El-Kaide gibi örgütleri terörist olarak adlandıran Batılı emperyalistler, geçmişte bu örgütler Batılıların da işine gelecek şekilde SSCB’ye karşı savaşırlarken onlara toz kondurmuyorlar, para silah ve kadro yardımında bulunuyorlar, onları eğitip örgütlüyorlardı. O zamanlar El-Kaide “özgürlük savaşçısı” idi Batılı egemenlerin dilinde. Ünlü İngiliz gazetecisi Robert Fisk bir yazısında bunu apaçık ortaya koyuyor: “1980’de berbat bir haber yakalamıştım: Komünist Afgan rejiminin kızlarla oğlanları aynı sınıfta okutmasına kızan mücahitler, bir okulu bombalamıştı. Müdürün kafasını kesmişler, karısını öldürmüşlerdi. The Times, haberimi yayımlayınca İngiliz Dışişleri, gazetenin dış haberler servisini uyardı: «Haber Ruslara destek veriyor»muş. O zaman Afgan savaşçılar, Bin Ladinler «iyi çocuklar»dı. The Times’ın o zamanki editörü başlıklarda Afgan gerillalardan «özgürlük savaşçıları» diye söz etmemizde ısrar ederdi.”
Aslında burjuva ikiyüzlülüğünün örneklerini Türkiye’den de vermek mümkün. Kürt ulusal hareketi ve onun önderi konumundaki PKK, yıllar boyunca bir terör örgütü olarak öcüleştirildi. PKK’nin terör örgütü olmadığını söyleyenler nice acılara gark edildiler, dışlandılar, cezalandırıldılar, öldürüldüler. Sonra durum değişti. AKP hükümeti sözümona bir süreç başlattı ve devletin en yetkili ağızları, burjuva ideologlar, akademisyenler vb. dillerini değiştirmeye başladılar. Zamanın başbakan yardımcısı Bülent Arınç, “Sayın Öcalan demeyi ve PKK bayrağı açmayı suç olmaktan biz çıkardık” şeklinde övünürken, yine başbakan yardımcısı Beşir Atalay, “Öcalan’ın düşünceleri bizim de düşüncemiz” diyordu. Hükümet yalakası ve kendi halkına ihanet eden Orhan Miroğlu, “PKK terör örgütü değil politik bir harekettir” derken, yandaş gazetecilerden Emre Aköz, “PKK terör örgütü değildir, Öcalan’a terörist demek denize «göl» demektir” diyordu. Bakanlar, ünlü gazeteciler, danışmanlar ve akademisyenler dil birliği yaparak Öcalan’ın “olayları okuma kabiliyetine”, “bölgenin durumunu sağlıklı yorumlamasına”, “dünyanın geleceğini çok iyi okumasına”, “Türkiye’nin bölgede önünü açmasına” methiyeler düzüyorlardı. Ama işler umdukları gibi gitmedi; Kürt hareketini bölemediler, onun askeri ve siyasi örgütlülüğünü zayıflatamadılar, Kürt halkının verdiği desteği eritemediler, tersine Kürt hareketi çok daha geniş bir taban buldu ve yalnızca Türkiye’de değil Irak ve Suriye’de de çok etkin bir güç haline geldi. AKP ve Erdoğan önderliği bu gelişmeler üzerine sürece kendi elleriyle son verip masayı devirdikten sonra bu aynı ağızlardan, bir kez daha terörizm suçlamaları dökülmeye başladı. Kürt halkının dürüst aydınlarından Tahir Elçi, bir televizyon programında PKK’nin terörist bir örgüt olmadığını söylediği için gerek AKP gerekse de sermaye medyası tarafından topa tutuldu, onu itibarsızlaştırıcı bir linç kampanyası başlatıldı ve hemen ardından Diyarbakır’da alçakça katledildi. Bugün bölgede artan operasyonlara, keyfi gözaltılar ve haksız tutuklamalara, yargısız infazlara karşı kendini korumaya çalışan Kürt halkının en basit savunma tedbirleri bile terörizm olarak damgalanıyor.
Görüyoruz ki, egemenler terör ve terörizm kavramlarını kendi politik çıkarları doğrultusunda istedikleri gibi kullanıyorlar. Bu takdirde şu sonucu çıkarmak mümkün: Bugün gerek Türkiye’de gerekse de dünyada yaşanan ana gelişmeleri anlayıp kavramak için terör kökenli kavramların işlevsel bir faydası yoktur. Bugün esas olan, emperyalist güçlerin dünyayı yeniden paylaşmak için yürüttükleri emperyalist savaştır. Eğer terör, kelime anlamıyla dehşet ve korku salarak amacına ulaşmayı anlatıyorsa, hiç şüphe yok ki, en büyük terör örgütleri kapitalist devletlerdir.
link: Oktay Baran, Terör Söylemi Kime Hizmet Ediyor?, 27 Aralık 2015, https://marksist.net/node/4779
Otoriterleşme Süreci Polis Terörüyle Üniversitelerde
AKP’nin Geçici Bütçesi