Fransa’da gerçekleşen eş zamanlı saldırılarda 132 sivil hayatını kaybetti, 100’e yakın insan ise ağır yaralı durumda yaşam savaşı veriyor. Bu saldırılarla, adı konulmamış bir üçüncü dünya savaşı içinde olduğumuzu kanıtlayan katliamlar dizisine bir yenisi daha eklenmiş oldu. Fransa bu kanlı saldırılarla gerçek anlamda bir korku ve savaş atmosferi yaşadı. Böylece savaşın sadece Ortadoğu gibi kanıksanmış bölgelere özgü bir olgu olmadığı da bir kez daha ortaya serildi. Elif Çağlı’nın Marksist Tutum sayfalarında uzun süre önce tespit ederek dikkat çektiği üzere, bu, günümüz koşullarına uygun yöntem ve araçlarla yürüyen bir dünya savaşıdır ve henüz aynı derecede etkilenmese de dünyanın her köşesi bu savaşın kapsama alanındadır.
Bu saldırıların toplu haldeki sivilleri hedef alması doğal olarak büyük bir korku yaratmıştır. Zira böylesi durumlarda savaş, evden uzakta cephede cereyan eden bir şey olmaktan çıkıp bizzat yaşanılan alanın içine girmektedir. Günümüzde savaş Batı ülkelerinde sivil alanlara cihatçı örgütler tarafından taşınmaktadır. Cihatçı örgütler Müslüman dünyada nam ve güç kazanmak, nefret ettikleri Hıristiyan toplumların yüreğine korku salmak isterken, emperyalist güçler de dünyayı yeniden paylaşmak amacıyla yürüttükleri kanlı paylaşım savaşında kitlelerin korkuya sürüklenmesinden yararlanmaktadırlar. Bu, tarihte egemenlerin temel bir yöntemi olan tipik korku ve dehşet politikasıdır. Korkuyla paralize edilip aklı esir alınan kitleler her türlü baskı politikasına razı hale getirilmeye çalışılırlar. Nitekim şimdi Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde düzen sözcülerinin ve medyanın korku saldığı insanlar medyanın teşvik ve telkinleriyle “sokağa çıkmaktan korktuklarını”, “polis görünce rahatladıklarını” vs. dile getiriyorlar.
Saldırıların acımasızlığı, dehşet verici niteliği ve bundan dolaysızca doğan sonuçlar, bir bütün olarak bakıldığında, aslında içinde yaşadığımız dünya düzeninin iflasını, çürümüşlüğünü, ne denli derin bir bunalım içinde olduğunu ortaya koyuyor. Savaş, dehşet verici katliamlar, milyonların yerinden yurdundan olması, yakılıp yıkılan ülkeler, artan sefalet ve yoksunluk, genel istikrarsızlık… Tüm bunlar açık bir biçimde kapitalist sistemin derin bunalımına işaret ediyor.
Fransa saldırıları bağıra bağıra bu gerçeklikleri duyururken, düzen medyası hâlâ “terör” lakırdısını geveleyebilmektedir. Bıktırıcı olma pahasına, üstüne basa basa vurgulamak gerekiyor: Bu bir savaştır! Bu saldırıların “terör eylemi”nden ibaret bir şey olarak sunulması bir aldatmacadır. Üstelik bunun inandırıcılığı da pek kalmamıştır. Nitekim gerek Hollande’ın açıklamalarındaki temel mesaj, gerekse de doğrudan ve açık ifade edilmesi bakımından Papa’nın çarpıcı açıklaması bunu net biçimde ortaya koymaktadır. Hollande bir savaşta olduklarını ve bu saldırıların da bir “casus belli”, yani savaş nedeni olduğunu ilan ederken, Papa yaşanan sürecin parçalı olarak yürüyen bir “üçüncü dünya savaşı” olduğunu açıkça belirtmiştir. Yeri gelmişken söyleyelim ki, son zamanlarda bir üçüncü dünya savaşından söz edenler çoğalmakla birlikte, Elif Çağlı bu tespiti daha 2007’de yapmıştı.[*]
Bugünün dünyası kendine özgü koşulları içinde bir savaş dünyasıdır ve bu savaş kapitalizmin tarihsel bunalımının bir sonucudur. Toplumsal hayatı etkileyen ve ilk bakışta belki birbirinden ayrı görünen tüm büyük ölçekli sorunlar bu temel gerçeklikten üremektedirler. Bu sorunlara çare bulmak, bunların ortadan kalkması için mücadele etmek isteyenlerin kapitalizme karşı mücadele etmekten başka çıkar yolları yoktur.
Fransa saldırıları bize bunları söylerken, burjuva medyadan çeşitli yazar-çizer takımı Fransa’nın “eşitlik, özgürlük ve kardeşliğin sembolleştiği bir ülke” olduğunu ve dolayısıyla bu saldırıların da bu idealleri hedef aldığını vurgulamakta beis görmemektedir. Soldan çeşitli çevreler de bu iddiayı sahiplenmekte, hatta adeta bayraklaştırmaktalar. Öncelikle, dünyadaki gericiliğin başlıca kalelerinden ve büyük emperyalist güçlerden biri olan Fransa’nın, 250 yıl önceki devrim Fransa’sı gibi gösterilmesi utanç verici bir garabettir. Öte yandan, saldırıların ardında yatan asli dinamikler olsun, olası somut hedefler olsun, saldırganların dolaysız ideolojik-politik motivasyonları olsun bundan tümüyle farklıdır. Tüm dünyayı saran bir savaş süreci yaşanmaktadır ve kanlı bir sömürgeci mirasa sahip olan, göçmen Müslüman nüfusa dönük dışlayıcı, aşağılayıcı, baskıcı politikalarıyla öne çıkan Fransa, bu savaşın asli sorumlularından biri olan emperyalist bir güçtür. Hâl böyleyken sol namına eşitlik, özgürlük ve kardeşliğin hedef alındığını söylemek kıbleyi tümüyle şaşırmak anlamına gelmektedir.
Doğrusu solun bir kesimi meseleyi hâlâ “İslamın gericiliği”, akıl, bilim, laiklik, aydınlanma, Batılı yaşam tarzı gibi kavramları ön plana çıkararak, ya da son tahlilde bunlarla aynı kapıya çıkan bir zihniyet çerçevesinde ele alıyor. Oysa bu, tümüyle büyük emperyalist güçlerin çizdiği genel çerçeveye uygun bir bakış açısıdır. Bu bakış açısını telkin edenler, niyetleri ne olursa olsun, büyük emperyalist odakların gündemine eklemlenmiş olurlar. Sorunun özü bu kavramların tümüyle dışında bir yerde yatmaktadır. Onu bulmak isteyenlerin görmesi gereken olgu öncelikle kapitalizmin tarihsel bunalımıdır ve devamla bu temelde yürüyen emperyalist savaş ve otoriterleşme süreçleridir.
Bu saldırılarda Fransız istihbaratının ya da yabancı istihbarat örgütlerinin parmağı olup olmadığını bilmiyoruz. Somut hedefin ne olduğunu da bilmiyoruz. O sırada Viyana’da devam etmekte olan uluslararası Suriye konferansına bir müdahale mi, Fransa’nın Suriye politikalarına bir müdahale mi, G20 toplantısına bir müdahale mi, İran cumhurbaşkanı Ruhani’nin Fransa’ya yapmak üzere olduğu ve saldırılardan sonra vazgeçmek zorunda kaldığı ziyaret mi, yoksa IŞİD’in, kendi üzerine fazla gelinmesi halinde emperyalist odakları kendi evlerinde vurabileceği mesajının verilmesi mi?.. Bunlar henüz ucu açık sorular. Ancak nesnel sonuçlara baktığımızda Viyana’daki konferans büyük güçlerin arasında anlaşmayla sonuçlandı ve özetle Suriye’de Esad’lı bir geçiş kararlaştırıldı. Bu, ABD, Rusya ve İran’ın lehine; Türkiye ve Fransa’nın (aynı zamanda Körfez ülkelerinin) izlediği politikanın ise tersine bir gelişmedir.
Türkiye Fransa’daki saldırının kendi aleyhine sonuçlar doğurmaması için gayretkeş biçimde uğraşmakta ve bundan olabildiği ölçüde kendi gerici amaçları için yararlanmaya çalışmakta. Ancak Fransa için olduğu kadar Türkiye-AKP için de sıkıntılı sonuçları var saldırının. Düzen sözcüleri “nereden ve kimden gelirse gelsin teröre karşıyız” türü boş laflarla poz kesiyorlar ve özellikle Suriye’de izledikleri politikaya destek bulmaya çalışıyorlar. Bugün Türkiye’ye hâkim olan burjuva AKP çevreleri meselenin IŞİD’e odaklanması sonucunu doğurabilecek her türlü gelişmeden rahatsız olmaktadır. Nitekim başta Yeni Şafak gazetesi olmak üzere hükümet medyası Fransa saldırıları karşısında medyanın genel tutumundan farklı olarak “mesele IŞİD değil” yollu manşetlerle çıkıyorlar. AKP hükümeti, meselenin genel bir terör söylemi içinde ele alınmasını (“her türlü terör”), ama somutta da kendisinin asıl karın ağrısını oluşturan Kürt hareketinin şeytanlaştırılarak hedef tahtasına konmasını istiyor. Ya da, bu kadarı olamasa bile, en azından kendisinin bölgede Kürt hareketine karşı elinin kolunun kısıtlanmamasını istiyor.
Fransa’daki saldırılar tüm dünyada büyük bir şok etkisi yarattı. Uluslararası büyük burjuva medya odakları sansasyonel ön sayfalar hazırladı ve manşetler attı. Bu olayın büyük bir olay olduğuna ve her şeyden önce canlarını kaybedenlerin siviller olduğu için özellikle duyarlılık yarattığına şüphe yoktur. Ancak bu olaydan daha bir gün önce Beyrut’ta aynı IŞİD’in düzenlediği bombalı intihar saldırısı ve bu saldırıda ölen 43 kişi için benzer bir duyarlılığın sergilenmemesi neyle açıklanabilir? Keza bundan da birkaç gün önce IŞİD’in havada patlattığı anlaşılan Rus yolcu uçağındaki 224 yolcunun yaşamını kaybetmesi karşısındaki tutum? Burada açık bir ikiyüzlülük vardır ve bu ikiyüzlülük uzun bir tarihsel mirasın devamıdır. Bu durum kaçınılmaz olarak Müslüman ağırlıklı toplumlarda tepki doğurmaktadır. Aynı tarihsel nedenlerin gerçekliği, çeşitli tonda İslamcıların da çarpıtma ve istismarı için bir zemin oluşturmaktadır. Böylece dünya ölçeğinde emekçi yığınlar çoğunlukla dinsel çizgiler üzerinde bölünmekte, düşmanlaştırılmaktadır. Adı artık fazla telaffuz edilmese de ruhu itibariyle bir “medeniyetler çatışması”nın dinamikleri daha da kızıştırılmaktadır.
Başta Fransa olmak üzere tüm gelişmiş Batılı kapitalist ülkelerde Müslüman düşmanlığı, göçmen düşmanlığı körüklenmekte, özellikle Ortadoğu’ya dönük savaş politikaları meşru ve doğal hale getirilmektedir. Bu bakımdan Fransa saldırıları son derece ciddi bir dönemeç noktasını ifade etmektedir. Esasen bu saldırılarla, Avrupa’daki en büyük Müslüman nüfusu barındıran Fransa’daki (ve diğer Avrupa ülkelerindeki) Müslümanların içinde bulunduğu çelişkiler daha da keskinleşmiştir. Çoğu yoksul emekçi olan bu göçmenler bir yandan daha fazla damgalı hale getirilmekte, daha fazla baskıya maruz kalmakta, daha tedirgin kılınmakta, bir yandan da tüm bunların bir sonucu olarak kaçınılmaz biçimde dinsel temelli radikalizme daha eğilimli hale gelmektedirler. Bu yıkıcı bir kısır döngüdür ve tek çıkış yolu işçi sınıfının devrimci mücadelesidir.
Fransa saldırılarının bir diğer sonucu, düzen odakları tarafından baskı yasaları ve tedbirlerinin arttırılması yönünde büyük bir ideolojik basınç oluşturulmasıdır. Nitekim Hollande birtakım baskı tedbirlerinin hayata geçirilebilmesi için anayasanın bile değiştirilebileceğinden söz etmektedir. Bunlar, zaten dünya ölçeğinde hanidir işlemekte olan otoriterleşme sürecinin de yeni bir düzeye geçmesi anlamına gelmektedir. Şimdiden Avrupa içinde Schengen anlaşması birçok sınırda fiilen işlemez hale getirilmiş durumdadır. Fransa’da genel bir olağanüstü hal yürürlüktedir, insanlara sokağa çıkmamaları telkin edilmektedir, vs.
Bilindiği gibi liberaller Sovyetler Birliği’nin ve Doğu Bloku’nun çöküşünün liberal demokrasinin tüm dünyadaki zaferi anlamına geldiğini ve artık tüm dünyada yeni bir demokrasi, barış ve refah döneminin açılmakta olduğunu söylüyorlardı. Fransa saldırıları çoktandır gözden düşmüş bu pembe masalların iflasını ve bunlara inanan liberallerin ne denli öngörüsüz, ne denli dar bir ufka sahip olduklarını bir kez daha tescillemiştir. Buna mukabil Marksizmin ışığı ve öngörü gücü ise kendini bir kez daha ispatlamıştır.
Şimdi burjuva medya odakları Fransa’da katledilen onca canın kanında sadece IŞİD’in payı olduğu yönünde bir algı yaratmaya uğraşmaktadır. Oysa bu kanda Fransa dâhil olmak üzere bütün büyük emperyalist güçlerin ve AKP kontrolündeki TC’nin de dâhil olduğu bölgesel güçlerin önemli payı vardır. Bugün emperyalist zirvelerde medya ışıkları altında şaşaa içinde pozlar kesen ve ikiyüzlüce “terör” lanetlemeleri yapan tüm burjuva liderler ve devlet adamları bu katliamlardan sorumludurlar. Kimse yalnızca meczup İslamcı militanları ve onların dâhil olduğu IŞİD tarzı örgütleri diline dolayarak suçun büyük sorumlularını gözlerden saklamaya kalkmasın. Bu dehşet verici canilikteki saldırılara bir açıklama getirmek için IŞİD tarzı örgütler üzerine büyük harflerle fantastik teoriler kurmaya uğraşmak, gerçeklerden kaçışın bir başka yoludur. Önümüzde duran olgu, tekrar tekrar vurgulamak gerekse de, kapitalizmin krizi ve kanlı bir emperyalist savaş sürecidir. IŞİD saldırılarından tutun mülteci krizine kadar günümüzün tüm can yakıcı sorunları bu temel olgunun dışavurumlarıdır. O nedenle bir şeyler yapmak lazım diyen herkesin, gezegeni bir yokoluşa sürükleyen bu emperyalist-kapitalist sisteme karşı mücadele yürüten devrimci işçi hareketinin yanında yer alması gerekir. Ya barbarlık ya sosyalizm!
[*] Elif Çağlı, Çürüyen Kapitalizm, Kasım 2007, www.marksist.com. Elif Çağlı Ekim 2008 tarihli Uzak ve Yakın Tarihin Prizmasından Yansıyan Gerçekler adlı yazısında da şu tespiti yapmıştı: “Üçüncü Dünya Savaşının yaşanmadığını düşünenlerin yanıldığı ortadadır. Tarihin bu son kesitinde zincirleme biçimde yaşanmakta olan emperyalist savaşlar, yeni tipten bir «Dünya» savaşının parçalarıdırlar. Üçüncü Dünya Savaşı aslında Sovyetler Birliği’nin çöküşünü takiben Balkanlar’da yürüyen paylaşım savaşıyla başlamıştır. Bu savaş ABD emperyalizminin Afganistan ve Irak işgalleri ile devam etmiş ve etmektedir. Ve nihayet bu savaşın alanı, Gürcistan’ın Güney Osetya’ya saldırmasıyla birlikte Rusya ve ABD arasındaki gerginliği tırmandırarak genişlemektedir. Zincir kapanmamıştır, emperyalist güçlerin kozlarını paylaştıkları bölgeleri ateşe vererek sürdürdükleri bu Üçüncü Dünya Savaşının arkası gelecektir.”
link: Levent Toprak, Emperyalist Savaşın Alevleri Paris’te, 19 Kasım 2015, https://marksist.net/node/4581
Karma Eğitimle Sorunu Olan Eğitim-Bir-Sen!
Silvan Heyeti: “Ölümün Ardında Kalanları Gördük”