Toplumun farklı kesimlerinden pek çok insan 7 Haziran seçimlerinden bu yana yaşananları “Erdoğan’ın savaşı” olarak görüyor. Zaten Erdoğan da bunu pek gizlemiyor, “400 vekil verseydiniz bunlar yaşanmazdı” diyor. İktidarının sürmesi ve planlarının hayata geçmesi için ülkeyi ateşe atmaktan çekinmeyeceğini her fırsatta hatırlatıyor.
Ancak bu haksız savaşı başlatanları ve savaştan çıkarı olan burjuva kesimleri bir tarafa bırakacak olursak, geriye kalan herkes savaşın son bulmasını istiyor. Kimileri Erdoğan’ı ve AKP’yi, kimileri PKK’yi ve HDP’yi, kimileri de her iki tarafı birden suçluyor, savaşın sürmesinden sorumlu tutuyor. Ama her halükârda, toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan geniş yığınlar, işçi ve emekçi kitleler bu savaşın öyle veya böyle bitmesini, ölümlerin durmasını, daha fazla kan ve gözyaşı akmamasını, acıların sona ermesini istiyorlar.
Peki, bu haksız savaş nasıl duracak? Nasıl olacak da silahlar susacak? Şurası açık ki, devlet istediğinde pekâlâ ateşkesin sağlanabileceği, masaya oturulabileceği görülmüştür. Ve yine görülmüştür ki, devletin dümenindeki AKP hükümeti ve Erdoğan istemediğinde masa devrilmiş, ateşkes sona ermiş, silahlar tekrar konuşmaya başlamıştır.
Seçimlerin ardından “çözüm süreci” Erdoğan tarafından “buzdolabına” kaldırılınca ve hemen arkasından asker ve gerilla cenazeleri birbiri ardına ailelerin ocaklarını söndürmeye başlayınca, Demirtaş hükümete ve Erdoğan’a seslenerek şöyle demişti: “Silahların derhal susturulması ve ateşkes pozisyonuna geçilmesi gerekiyor. Adım adım sorunlarımızı tıpkı bir ilmiği çözer gibi çözmek istiyoruz. Bunun başlangıcı da silahları susturmaktan geçer. Amasız, ancaksız silahlar susmalı ve diyalog, müzakere kanalları açılmalıdır. Silahları susturun ve karşılıklı ateşkes pozisyonuna dönün. Sivil siyasete çözüm olanakları tanıyın. Toplum bunu istiyor. Bu sese kimse kulaklarını tıkayamaz.”
Demirtaş’ın, aslında halkın duygularına tercüman olan bu çağrısına Erdoğan ağzından köpükler saçarak, öfkeyle karşılık verdi: “Devlet hiçbir zaman silah bırakmaz, onu gitsin terör örgütüyle konuşsunlar. (…)Kalkıp da devletten kimse silahları bırakmasını isteyemez. Askerin de, polisin de silahı onun enstrümanıdır; o onunla vardır, onu asla elinden bırakamaz. Çünkü bir devletin en önemli görevi nedir? Can güvenliğini, mal güvenliğini, nesil güvenliğini ve akıl güvenliğini sağlamaktır. Bütün bunları yapacak olan devletin elinde bazı enstrümanlar vardır ki bunları kullanacaktır.”
Yani diyordu ki Erdoğan, “devlet silah bırakmaz, onlar bıraksın”.
Bunun üzerine Demirtaş, “PKK silahları susturmalı ve ellerini silahtan çekmelidir. Buna karşı hükümet de operasyonları durdurduğunu ölümlere yer vermeyecek bir yaklaşımla diyaloga ön açtığını ifade etmelidir. Ben devlet silah bıraksın demiyorum. Devlet silah bırakır mı? Silahsız devlet olmaz, devlet kendini koruyacak ama elini tetikten çekmek başka bir şeydir. Bu çağrı aynı zamanda acil olarak PKK’yedir. Ölümlerin geldiği her gün siyaseten çözüm aramak zorlaşır” dese de Erdoğan da, AKP hükümetinin sözcüleri de, hükümetin savaş politikalarındaki en büyük destekçisi MHP de söylemlerini değiştirmedi ve geri adım atmadılar.
Böylece Erdoğan’ın, Davutoğlu’nun ve Bahçeli’nin ağzından, burjuva devlet, asla silah bırakmayacağını, silahların susmayacağını ve bu anlamda barışın önündeki asıl engelin kendisi olduğunu itiraf etmiş oldu.
Peki, devlet neden silah bırakmaz ve o silahlarla ne yapar?
“Şiddet tekeli” olarak devlet
Erdoğan ve genel olarak egemenler bize, devletin en önemli görevinin halkın can ve mal güvenliğini sağlamak olduğunu, bu yüzden de asker ve polis gibi silahlı aygıtların varlığının şart olduğunu söylemektedirler. Egemenlere göre, toplumda barışın ve huzurun, adaletin, kanunun, nizamın hüküm sürmesi, toplumun iç ve dış düşmanlara, tehditlere karşı güvenliğinin sağlanması için asker ve polis gibi zor aygıtlarının varlığı zorunludur. Bu zor aygıtlarına istihbarat kurumlarını ve hatta yeri geldiğinde devlete bağlı kontr-gerilla örgütlenmelerini dahi katarlar. Üstelik devletin resmi olarak görevlendirdiği kişiler ya da kurumlar dışında silah taşıma ve kullanma hakkını da mümkün olduğunca sınırlarlar. Yani “şiddet tekeli” sadece ve sadece devlete ait olmalıdır.
Burjuvazinin bu yaklaşımı toplumun geneli tarafından da kabul gören, meşru karşılanan bir yaklaşımdır. Sınıflı toplumların ortaya çıkmasından beri süregelen bu durum artık o kadar kanıksanmıştır ki, toplumun çoğunluğunu oluşturan örgütsüz ve bilinçsiz kitlelerce sorgulanmaz. Oysa gerçeklik egemenlerin çizdiği tablodan farklıdır:
“İnsanlığın sınıflı toplumlara geçişi sürecinde ortaya çıkan devlet, her zaman egemen sınıfın baskı aygıtı olmuş ve egemen konuma gelen sınıfın toplumun diğer kesimleri üzerindeki tahakkümünü sürdürebilmesi amacıyla şiddet kullanma hakkını kendi tekeline almıştır. Egemen sınıflar, şiddet tekelinin kurulmasının gerekçesini, tıpkı bugün de burjuva ideologların yaptığı gibi, toplumu oluşturan bireylerin barış ve huzur içinde birarada yaşaması, iç veya dış düşmanlara karşı koruma ve toplumun güvenliğinin sağlanması olarak formüle etmişlerdir. Bu şiddet tekelinin somut görüngüleri ise sıradan insanların silah bulundurma ve/veya taşıma hakkına getirilen sınırlamalar yahut yasaklamalar, sadece devletin toplumu oluşturan bireylere şiddet uygulayabilme hakkına sahip olması, en önemlisi de silahlı adamlardan oluşan bir polis veya asker gücünü sürekli bulundurma hakkının sadece devlete ait olmasıdır. Böylece ezilen, sömürülen ve yönetilen sınıfların ya da mevcut düzene muhalif kişi veya oluşumların, maruz kaldıkları şiddete, benzer araç ve yollarla karşılık vermelerinin, bu düzeni değiştirmelerinin, egemen sınıfların çıkarlarına aykırı hareket etmelerinin önüne geçilmesi hedeflenmiştir. Başka devletlerin egemenlik alanlarına saldırılarak yağma ve talan yoluyla zenginliklere el konulabilmesinin, «düşman veya yabancı» devletlerden gelebilecek saldırılara karşı da içerideki egemenliğin ve çıkarların korunmasına çalışılmıştır.” (Kerem Dağlı, Kapitalizmde Şiddet ve Terör Üzerine, Marksist Tutum)
Devletin şiddet tekelini elinde tutabilmesinin en önemli koşulu, toplumun gözünde bu durumun meşruiyetinin korunmasıdır. Bu yüzden de egemenler, silahların sadece devletin elinde bulunmasını ve yine devletin bu silahları asla bırakmaması gerektiğini gerekçelendirirken hep yukarıda saydığımız türden ikna edici görünen olumlu argümanları sıralarlar. Hâlbuki söylenenlerin hepsi de yalandır. Devletin şiddet tekelini elinde tutmasının gerçek sebebini anlamak için, bu silahları ne amaçla kullandığına bakmak yeterli olacaktır. Güncel örnekler üzerinden yürüyelim.
Örneğin son günlerde burjuva devlet sahip olduğu silahları Cizre’de sivil halka karşı “etkin” bir şekilde kullanmış ve 30’a yakın sivil insan katledilmiştir, ki bunların içinde 35 günlük bebekler, yaşlı kadınlar, 12 yaşında çocuklar da vardır. Tankları, topları ve ordusuyla bu küçük şehri kuşatmaya almış, insanların en doğal ihtiyaçları için sokağa çıkmasını dahi engellemiş, yasağa uymayanları keskin nişancılar marifetiyle öldürmüştür. Peki, Cizreliler devlete ya da toplumun diğer kesimlerine ne yapmıştır da böylesi bir zulme maruz kalmıştır? Devlete savaş mı ilan etmişlerdir? Başka insanların canına, malına mı kastetmişlerdir? Yahut “yabancı, düşman” bir başka orduyla, devletle işbirliği içinde Türkiye topraklarını işgale mi kalkışmışlardır? Hayır, bunların hiçbirini yapmamışlardır. Ama burjuva devlet askeriyle ve polisiyle, sırf AKP seçimlerden istediği sonuçları alabilsin diye, Kürt illerinde seçim ortamı kalmasın ve HDP barajın altında kalsın diye bu saldırıları gerçekleştirmiştir. Sırf Kürt oldukları için ve Kürtler de yıllardır hakları uğruna mücadele verdikleri için Cizre’yi kuşatmış, masum insanların canını almıştır.
Cizre maalesef tek örnek değildir. Kürtlere karşı yürütülen haksız savaş on yıllardır sürmektedir. Ve onyıllardır devlet, ordusuyla, polisiyle, özel timiyle, JİTEM’iyle, kontr-gerillasıyla, topuyla, tüfeğiyle, savaş uçaklarıyla binlerce sivil insanın canını almıştır. Roboski katliamı hâlâ hatırlardadır. Milyon dolarlık savaş uçaklarının kime karşı kullanıldığını merak edenler, bu katliamda yaşananları gazete sayfalarından okuyabilirler. İnsanları bombaladığı yetmemiş, devlet bu yoksul insanların katırlarını bile öldürmüştür. Tek sebep Kürt halkının, meşru ve haklı talepleri uğruna verdiği mücadeledir. Kürtlere karşı yürütülen haksız savaş açıkça göstermektedir ki, devletin şiddet tekelini elinde tutmasının sebebi sıradan vatandaşların can ve mal güvenliği değil, burjuvazinin kendi egemenliğini korumak istemesidir.
Devletin tekelinde tuttuğu silahların ve polisin bir başka kullanım alanı da işçiler ve emekçilerin hak mücadelesidir. Daha yakın zaman önce polis Arçelik LG direnişçilerine saldırmış ve onları fabrikadan zorla dışarı atmıştır. Aynısı Kocaeli’deki Enpay direnişinde de yaşanmıştır. Yine ORS işçileri Polatlı’da jandarmanın azgın saldırısına maruz kalmış, aileleriyle birlikte bulundukları fabrika önünde küçücük bebekler bile gaza boğulmuşlardır. Üstelik bunlar, polisin ya da jandarmanın grev ve direnişlere saldırısının ne ilk ne de son örneğidir. Kuruluşundan beri TC’nin polisi grev ve direnişlerde hakkını arayan işçilere saldırmayı, onları coplamayı, gazlamayı ve hatta yeri geldiğinde katletmeyi görev bilmiştir. İşçiler ve emekçiler hak mücadelesi için alanlara çıktıklarında da karşılarında hep devletin polisini bulmuşlardır. Hakkı için mücadele edip de polisin copunu, gazını, plastik mermisini tatmamış, TOMA’sını bilmeyen insan Türkiye’de yoktur. Gezi protestoları sırasında öldürülen gencecik insanlar, tam da devletin polisinin elinden bırakmadığı silahlarla can vermişlerdir. HES’lere karşı mücadele eden köylüler de polisin, jandarmanın kendilerine karşı nasıl zor kullandığını iyi bilirler. Dolayısıyla polis şiddeti sadece “siyasilerle, solcularla, anarşistlerle, teröristlerle” sınırlı değildir. Yediden yetmişe herkes, karakola düştüğünde başına geleceklerden korkar. Toplumda polislere karşı duyulan olumsuz hissiyat boşuna değildir. Çünkü en milliyetçi kesilen vatandaş bile bilir ki, polisin eline düştüğünde can güvenliği yoktur.
Devlet elindeki zor aygıtlarını kullanarak, burjuvazinin egemenliğine tehdit oluşturduğunu veya oluşturacağını düşündüğü her şeye saldırır. Polisiyle, askeriyle onun üzerine gider, engeller, hapse atar, sistemli biçimde şiddet uygular, yetmezse yok eder. Devletin varlığının en temel sebebi, bu zor aygıtları aracılığıyla burjuvazinin iktidarını ve çıkarlarını korumaktır. Silahların ve ordunun ülke dışında kullanılmasının nedeni de aynıdır. Burjuva devletler sermayenin çıkarları için başka ülkelere saldırır, oradaki halkları katleder, yağmaya, talana girişirler. Türk devletinin verdiği silahlarla IŞİD’in Suriye ve Irak’ta neler yaptığı ortadadır. Erdoğan-AKP iktidarının körüklediği savaş yüzünden milyonlarca Suriyelinin yaşadığı dram ortadadır. TC’nin savaş uçakları IŞİD’i veya “terörist kampları”nı bombalamak adına sivil halkın yaşadığı alanları, köyleri bombalamaktan da çekinmemektedir. Burjuva devlet, el altından silahlandırdığı güçleri kışkırtarak savaşı körüklemektedir. Yetmediğinde kendi askerini, sanki Suriyeli muhalif milis güçleriymiş gibi savaşa dâhil etmektedir. 2013’ün sonlarına doğru ortalığa saçılan tapelerde; başbakan, MİT müsteşarı, üst düzey generaller ve dışişleri müsteşarından oluşan bir devlet zirvesinde, binlerce insanın ölümü pahasına en kanlı provokasyonların ne kadar da “basitçe” planlanabileceği açık biçimde görülmüştür. Tıpkı ülke içinde olduğu gibi, ülke dışında da devlet, burjuvazinin egemenlik alanını genişletmek, ona yeni nüfuz alanları kazandırmak için elindeki silahları ve orduyu kullanır.
Bu örneklerden de rahatlıkla anlaşılabileceği gibi, devletin derdi toplumun çoğunluğunu oluşturan insanların can ve mal güvenliği ya da barış ve huzurun sağlanması değildir. Egemen sınıfın, yani burjuvazinin çıkarlarının korunmasıdır. Bu yüzden milyonları götüren burjuvalar el üstünde tutulurken ya da hırsızlıklar örtbas edilirken, emekçi sınıftan birisi sadece bir simit çaldığı için 20 yıl hapis cezası alır. Açıktır ki, kanun ve nizam denilen şey toplumun genelinin çıkarına bir düzenin korunması için değil, egemen sınıfın tahakkümünün sürdüğü bir düzenin, yani en genel ifadesiyle sömürü düzeninin sürmesi için vardırlar. Dolayısıyla devlet, kanunu ve nizamı korumak için şiddet tekelini elinde tutmaktan bahsettiğinde söz konusu olan, halkın can ve mal güvenliği değil, bu sömürü düzeninin sürmesi ve burjuva sınıfın can ve mal güvenliğinin korunmasıdır.
Peki, toplumun geneli açısından kamu düzeninin korunması veya yeri geldiğinde örneğin işgalci bir güce karşı savaşılması için silahlı güçlere hiç mi ihtiyaç yoktur diye bir soru sorulabilir? Bu soruyu cevaplarken de dikkatli olmamız gerekir. Çünkü bu soru ancak sınıflı toplumlar sürdüğü ölçüde geçerlidir. İşçi ve emekçilerin devrimci mücadelesiyle sınıfsız ve sömürüsüz bir toplum kurulduğunda, aslında böylesi silahlı güçlere hiç mi hiç ihtiyaç kalmayacaktır. “Ama” diyebilir soruyu soran, “henüz sınıflı toplumda yaşıyoruz, o halde bu soru geçerlidir”. Doğrudur, fakat bu halde de işçi-emekçi sınıflar şöyle seslenmelidir burjuvaziye: “Madem amaç bizim can ve mal güvenliğimizin sağlanması ve barışın, huzurun korunması, o halde bize verin o silahları, biz kendimizi koruruz!” Ancak burjuvazinin ve devletinin en istemediği ve ölümüne korktuğu şey de budur. Çünkü burjuvazi çok iyi bilir ki, tüm o sözde demokrasi kisvesi altında egemenliğinin asıl koruyucusu devletin zor aygıtlarıdır, elinde tuttuğu şiddet tekelidir, silahlar ve silahlı insanlardır. Dolayısıyla halkın silahlandırılması demek, şiddet tekelinin devletin elinden alınması demektir. Çünkü silahlı halk, yani işçiler ve emekçiler, ilk fırsatta bu silahları kendi hakları ve çıkarları uğruna kullanacaklar ve sömürü düzenini yıkmaya girişeceklerdir.
Bu sebeple hiçbir kapitalist ülkede halkın silahlanmasına izin verilmesi söz konusu değildir. Zorunluluklardan dolayı işçi ve emekçi gençleri askere alan burjuva devlet, işi bittiğinde derhal bu insanları silahsızlandırır. Silahlı halkın neler yapabileceğini, Paris Komünü ve Ekim Devrimi burjuvaziye çok iyi göstermiştir. Burjuvazi kendi devrimini gerçekleştirdiği dönemlerde dahi, ya da örneğin ulusal kurtuluş savaşını kazandıktan sonra, ilk iş olarak işçi-emekçi halkı silahsızlandırmaya girişmiştir. Veya tarihe göz attığımızda, sınıflı toplumların ve devletin ortaya çıkış sürecinde egemen sınıfın ilk işinin halkı silahsızlandırmak ve şiddet tekelini kendi eline almak olduğunu görürüz.
İşte devletin şiddeti tekeline almasının ve silahları asla bırakmamasının sebepleri bunlardır.
link: Kerem Dağlı, Neden “Devlet Silah Bırakmaz”?, 18 Eylül 2015, https://marksist.net/node/4475
Kocaeli’de Kanser Riski 7 Kat Fazla
Kamp Armen’de Yıkıma Karşı Direniş Devam Ediyor