Türkiye’de işçi sınıfının siyasi ve ekonomik hareketlerine dönük yoğun baskılar ve kısıtlamalar hiçbir zaman eksik olmamıştır. Türkiye işçi sınıfı hareketi de yolunu her zaman, baskı ve sindirme ile karakterize olmuş böylesi koşullar altında bulmaya çalışmıştır. Kapitalist bir toplumda işçi sınıfı üzerinde siyasal ve sendikal baskıların olmadığı bir durum düşünülemez elbette. Ancak Türkiye için söz konusu olan baskı ve kısıtlama düzeyi pek çok kapitalist ülkede var olan durumun çok üzerindedir. Dünya işçi sınıfının çeşitli mücadeleleri sonucu oluşan siyasi ve ekonomik alandaki uluslararası kriterler, Türkiye’de hiçbir zaman eşzamanlı olarak hayat bulmadığı gibi hep olağanüstü sayılacak gecikmelerle yaşama geçmiştir ya da geçmeyi beklemektedir.
Türkiye’de çalışma yaşamında bugün geçerli olan yasal düzenlemelerin ve bunlara bağlı olarak gerçekleştirilen uygulamaların temelinde, 12 Eylül askeri faşist darbesi ile hayat bulan baskıcı Anayasa vardır. Burjuvazi, 12 Eylül ile birlikte, faşist darbenin zor gücü, Anayasası ve yasalarının sağladığı imkânlar sayesinde sosyalist mücadeleyi ve işçi sınıfı hareketini ezmeyi başarmış ve bunun sonucu olarak da kendi isteklerini yaşama geçirmiştir. Üzerinden onca zaman geçmesine ve bu zaman içerisinde çeşitli değişiklikler yapılmasına rağmen, işçi sınıfı hareketini ezmek ve burjuvazinin önünü açmak için gerçekleştirilen faşist darbenin ruhu, çalışma hayatındaki etkisini kaybetmemiştir.
12 Eylül’de sermayenin isteği ile grev yasaklarının genişletilmesi, çeşitli sektörlerde grevin engellenmesi, sendikaların gelirlerinin, grev fonlarının sınırlanması, grev hakkının “iyi niyet kurallarına, toplum ve genel sağlığa aykırılık”, “meşru çizgiyi aşma” gibi muğlak kriterlere göre “ertelenme” adı altında gasp edilmesi, bu hallerde uyuşmazlıkların zorunlu tahkim sistemine ve Yüksek Hakem Kurulu’nun çözümüne bırakılması, sendikaların siyasi partileri desteklemelerinin yasaklanması gibi maddeler Anayasa maddelerinde aynen yer almıştır. Anayasa’da olduğu gibi 2821 sayılı Sendikalar Kanunu ve 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi ve Lokavt Kanunu da sendikal hak ve özgürlüklere büyük kısıtlamalar getirmiştir. Bugün hâlâ bu sınırlamaların ve yasaklamaların çoğu varlığını sürdürmektedir.
Türkiye burjuvazisi bu koşullar sayesinde, iç pazara yaslanan büyüme modelini 12 Eylül’ü izleyen yıllar içerisinde aşabilmiş ve dünya pazarları ile entegrasyonunu sağlayacak biçimde Türkiye ekonomisini dönüştürmüştür. Baskı altına alınan işçi hareketi, sosyalist örgütleri de zayıflatan ve tasfiye eden diğer gelişmelerle birlikte, felç olmuş; burjuvazinin saldırılarına karşı yeterli bir mücadele geliştirememiştir. Bunun sonucu, beklendiği gibi burjuvazinin büyüyen sermayesi, işçi sınıfının ağırlaşan yaşam ve çalışma koşulları olmuştur. Uzun yıllar boyunca işçi sınıfının haklarına saldıran burjuvazinin politikalarının en somut göstergeleri çalışma yaşamındaki yasalar ve uygulamalardır.
Sermayenin entegrasyonu işçilere ne getirdi?
Türkiye burjuvazisi 12 Eylül faşist darbesinden sonraki yıllarda, bir yandan çeşitli dönüşümlerle dünya pazarına entegre olma çabası içerisinde iken diğer taraftan da askeri diktatörlük ve ardından gelen hükümetlerin yarattığı politik avantajlarla işçi sınıfı üzerindeki yoğun baskıların olabildiğince sürmesine çaba gösterdi. Ne var ki, dünya pazarı ile entegrasyon, kaçınılmaz olarak beraberinde uluslararası alandaki normlara uyum sağlamayı da gündeme getiriyordu. Çalışma hayatındaki normlara uyum ise başta Uluslararası Çalışma Örgütü ILO’nun çeşitli sözleşmelerinin kabulünü gerektiriyordu. Ancak burjuvazi istediği gibi at oynatmasını sağlayan bu avantajlı durumundan kolayına da vazgeçecek değildi.
Bu noktada egemen sınıf yıllar boyunca ustalaştığı bir oyunu oynamaya yöneldi. Yani bürokrasi içerisinde topu çevirme, çeşitli mekanizmaları bahane ederek meseleyi sündürme ve uluslararası sözleşmelerle yüklendiği sorumlulukları yıllarca yerine getirmeme oyununa. Meselâ, iş sözleşmesinin sona erdirilmesine yönelik ILO’nun 158 no’lu sözleşmesinin 1992 yılında kabulü ve ardından bunu hayata geçirmemek için yıllarca sürecek olan ayak sürümeler bu durumun açıklayıcı örneklerinden biridir. Sözleşmenin kabulü 1992 yılında önce cumhurbaşkanı Özal tarafından veto edilmiş, türlü oyalamaların ardından ancak iki yıl sonra, 1994’te onaylanabilmiştir. Ne var ki buna rağmen bu konuda 2000 yılına kadar iç hukukta hiçbir düzenleme yapılmamıştır. Bu yıldan itibaren bazı girişimler söz konusu olmuş, ancak yine de iki yıl boyunca hiçbir tasarı yasalaştırılmamıştır.
Avrupa Birliği ile geliştirilmek istenen ilişkilerde yüz yüze kalınan basınçlar sebebiyle, burjuva hükümetler bu çelişik durumu uzun süre devam ettiremeyeceklerine kanaat getirince tutum değiştirmek zorunda kalmışlardır. Ancak bu sefer de sadece iş güvencesi ile ilgili düzenleme yapılmasının doğru olmayacağını, iş yasasının bir bütün olarak ele alınarak esnekleştirilmesini, kıdem tazminatının sınırlandırılmasını, iş güvencesinin kapsamının da mümkün olduğunca daraltılmasını savunmuşlardır. Bu doğrultuda oluşturulan yasa tasarısı, Avrupa Birliği uyum yasalarının kabulünün ardından, 9 Ağustos 2002’de Meclis’ten geçmiş, ancak uygulama tarihi de 15 Mart 2003 olarak belirlenmiştir. Görüldüğü gibi güya 1992’de kabul edilen bir sözleşmede belirlenen kurallar, mümkün olduğunca daraltılmış halleriyle ancak 2003’de uygulanabilir duruma getirilmiştir. Ancak o bile aşağıda anlatacağımız gibi bu haliyle uygulamaya geçememiştir.
Sözünü ettiğimiz bu 4773 sayılı yasayla yapılan en önemli değişiklik, belirsiz süreli hizmet akdini sona erdirmek isteyen işverene akdin sona erdirilmesi sırasında “geçerli bir neden” gösterme zorunluluğunun getirilmesidir. Yani yasa işe iade mekanizmasını tam olarak kuran anlamlı bir iş güvencesini değil, geçerli bir nedene dayanmayan işten çıkarmalara karşı sınırlı bir güvenceyi içeriyordu. Bu güvence de belirli şartlara bağlıydı. Belirsiz süreli iş akdine bağlı çalışan işçi ancak 10 ve daha fazla sayıda işçinin bulunduğu bir işletmede, 6 aydan fazla bir süredir çalışıyorsa bu “güvence”den faydalanabiliyordu. Sendikal faaliyet, hak arama, sendika temsilciliği yapma, ırk, renk, cinsiyet, medeni hal, din, siyasi görüş vb. “geçerli neden” olarak kabul edilmeyecekti.
İşçinin feshe karşı yargıya başvurma hakkı vardı. İşveren işten çıkarma nedenini ispat ile yükümlü olacaktı. Yargıç, işten çıkarmayı geçersiz kabul ederse işçinin işe dönmesi işverenin kabul etmesine bağlı olacaktı. İşveren davayı kazanan işçinin işe iadesini kabul etmezse en az 6 ve en çok 12 aylık ücreti tutarında bir tazminat ödeyecekti. Dava ne kadar sürerse sürsün işçiye boşta geçen süreler içinse sadece 4 aylık tazminat ödenecekti. Yasa, keyfi işten çıkarmayı maddi tazminat yaptırımına bağlıyor, ancak işten çıkarmayı engellemiyor ve işe iadeyi öngörmüyordu. Buna rağmen burjuvazi bu yasayı Türk sanayiine indirilmiş ağır bir darbe olarak ilan etti ve uygulamaya geçmemesi için elinden ne geliyorsa yaptı.
AKP burjuvazinin imdadına yetişti
2002 yılının 3 Kasımında yapılan seçimlerin ardından siyasal tabloda büyük ve önemli bir değişiklik meydana geldi. AKP ciddi bir çoğunlukla hükümete geldi ve “istikrar” arayışındaki burjuvazi kendisi açısından öncelikli pek çok konuyu programına almış bir partinin hükümete gelmesiyle önemli bir imkâna sahip oldu. Nitekim AKP hükümete gelir gelmez, sermaye örgütleri de, derhal istedikleri çerçevede bir iş yasasının hayata geçmesi için baskı oluşturmaya başladılar.
4773 sayılı yasanın uygulamaya geçeceği 15 Mart 2003 tarihinin hemen öncesinde, TİSK ve TOBB’un istekleri doğrultusunda oluşturulan bir iş yasası tasarısı Meclis’te görüşülmeye başlandı. Fakat sendikaların verdiği tepkiler, düzenlenen protesto gösterileri ve Meclis’teki muhalefetin engellemeleri yüzünden az sayıda madde görüşülüp kabul edilebildi. Bu yüzden tasarı geri çekildi. Ancak işverenlerin isteğiyle 4773 sayılı yasanın yürürlüğe giriş tarihini erteleyen bir yasanın Meclis’te kabul edilmesi de sağlandı. Ama Cumhurbaşkanı Sezer bu yasayı veto etti. Böylece 4773 sayılı İş Güvencesi Yasası yürürlüğe girmiş oldu.
Bu gelişmeler üzerine hızlı bir biçimde yeniden bir iş yasası tasarısı oluşturulmaya başlandı. Sendikaların düzenlediği eylemler etkili olamadı ve 22 Mayıs 2003 tarihinde bu tasarı yasalaştı. Yasa ile iş güvencesinin uygulama sınırı 10 işçiden 30 işçiye çıkartıldı. Böylelikle ülkede çalışan işçilerin neredeyse yarısı bu “güvence” kapsamının dışına çıkarılmış oldu. Öngörülen iş güvencesi tazminatı da 6-12 aydan, 4-8 aya indirildi. Böylece 4857 sayılı İş Yasası, daha birkaç ay önce yürürlüğe giren 4773 sayılı İş Güvencesi Yasasının işçilerin lehine sayılabilecek en önemli yönlerini ortadan kaldırmış oldu.
Bu yasa ile birlikte pek çok başka önemli değişimler de hayata geçti. “Geçici iş ilişkisi”, “kısmi süreli iş sözleşmesi”, “belirli süreli sözleşme”, “çağrı üzerine çalışma”, “iş zamanı denkleştirilmesi”, “telafi çalışması”, hafta tatili gününün değiştirilebilmesi, ara dinlenmelerinin esnetilmesi, yıllık iznin üç parçaya bölünebilmesi çalışma yaşamına yasal düzeyde girmiş oldu. 4773 sayılı yasada işten çıkarmada ispat yükümlülüğü tümüyle işverene ait iken, 4857 sayılı yasanın 20. maddesine eklenen bir fıkra ile, geçersiz işten çıkarmada işverenin ispat yükümlülüğü gevşetildi ve işçiye “feshin farklı bir nedene dayandığını ileri sürmesi” halinde bunu ispatlama yükümlülüğü getirildi. İşçi aleyhine olan bir başka önemli düzenleme de, dava süresi ne olursa olsun işçinin boşta geçen süreler için alabileceği hakların sadece 4 aylık ücreti ile sınırlandırılması oldu.
Bu yasa ile taşeron uygulamasının kapsamı da genişletildi ve bu uygulama yasal bir çerçeveye oturtulmuş oldu. Yasa kapsamında tüm yardımcı işlerde taşeron uygulamasına gidilmesine olanak verilirken, asıl işin bir bölümünde taşeron çalıştırılmasına ve asıl işin bölünerek taşerona devrine olanak tanındı. İşe bu yasal düzenlemeleri yaparak başlayan AKP, iktidar dönemi boyunca işçi sınıfına karşı nasıl bir tutum içerisinde olacağını böylelikle göstermiş oluyordu. Nitekim 12 Eylül rejimiyle birlikte işçi sınıfının elinde kalan son haklar da, AKP’nin iktidar olduğu dönemde sistematik bir şekilde gasp edildi. Bu dönemde taşeronlaştırma alabildiğine yaygınlaşmış, geçici, esnek ve güvencesiz çalışma biçimleri alabildiğine genelleşmiş, kadrolu işçilik hayal olmuştur. Güvencesiz çalışma sadece özel sektörde değil devlet kurumlarında da 4B ve 4C uygulamalarıyla hayata geçirilmiştir.
Çalışma koşullarının böyle olması, sendikalaşma önünde de büyük engel oluşturmuştur. Bunlara ek olarak bu dönem boyunca sendikalılık oranlarında da hızlı bir düşüş yaşanmıştır. Önüne vahşi bir büyüme programı koyan AKP, sermayenin hızlı bir biçimde büyümesi anlamına gelen bu büyümeyi işçi sınıfının haklarını ve örgütlülüğünü alabildiğine gerileterek başarmıştır. Yukarıda anılan tüm gelişmelerle birlikte işçilerin çalışma saatleri yükselmiş, ücretler reel olarak düşmüş, iş cinayetleri ve kazalarında büyük artışlar kaydedilmiştir.
AKP, işçi sınıfının sendikal örgütlülüğünün gelişmesini fiili olarak engellemekle kalmayıp yasalarla da zayıflamasına ve dağılmasına yol açacak etkilerde bulunmuştur. Örneğin işçi sınıfı için zaten sıkıntılı olan sendikalar yasasında yaptığı değişikliklerle sendikal örgütlülüğün önüne yeni zorluklar çıkarmıştır. Yapılan 2012 tarih ve 6356 sayılı yeni yasayla işkolu barajı kâğıt üstünde ilk yıl için %1’e indirilmiş olmasına karşın, bu indirim sendikaların önünü açmak şöyle dursun yeni zorluklara yol açmıştır. Pek çok sendika SGK verilerini, yani gerçek sigortalı çalışan sayılarını esas alan yeni barajı geçmekte zorlanmıştır.
Bu yasa ile birlikte işkollarının birleştirilerek işkolu sayısının 20’ye düşürülmesi pek çok sendika için başka zorluklara da yol açmıştır. Bugün birçok işkolunda, bir sendikanın yetki alabilmesi için eskiye oranla çok daha fazla sayıda işçiyi üye yapması gerekmektedir. İşkollarındaki değişiklik ve üye sayılarında SGK kayıtlarının esas alınmasının sonucu 115 sendikadan sadece 47’si barajın üstünde kalabilmiştir. Üstelik baraj yasada öngörüldüğü üzere kademeli olarak %3’e çıktığında, yetki hakkını kaybeden sendikaların sayısı daha da artacak; bugün 900 bini bile bulmayan toplu sözleşmeden yararlanabilen işçi sayısı daha da azalacaktır.
Önemli grevler de fiilen engellenmektedir
Önemli grevlerde AKP hükümeti belirgin biçimde grevleri devam ettirmeme yönünde bir tutum belirlemekte ve yasal düzenlemelerin grev erteleme konusunda hükümete verdiği sınırsız yetkinin ifadesi olan “milli güvenliği” ve/veya “genel sağlığı” tehdit ettiği gerekçesiyle önemli grevleri “erteleme” adı altında yasaklamaktadır. Son olarak 2015 yılında Birleşik Metal-İş Sendikası’na üye işçilerin grevleri Bakanlar Kurulu tarafından “milli güvenlik” gerekçesiyle engellenmiştir. “Grevlerin milli güvenliği bozucu nitelikli görülmesi” gerekçesi ile engellenen bu dönemdeki önemli grevleri şöyle sıralayabiliriz: 22 Mayıs 2002 Lastik-İş, 8 Aralık 2003 Kristal-İş, 14 Şubat 2004 Kristal-İş, 21 Mart 2004 Lastik-İş, 1 Eylül 2005 Maden-İş, 27 Haziran 2014 Kristal-İş, 24 Temmuz 2014 Maden-İş ve 30 Ocak 2015 Birleşik Metal-İş grevleri.
“Grev erteleme” uygulaması sistemli bir grev hakkı ihlaline dönüşmüş durumdadır ve bu kararlar şirketlerin ve işveren örgütlerinin talepleri sonucunda hızlı bir biçimde alınır hale gelmiştir. “Erteleme” ifadesi gerçek durumun üzerini örten bir söz oyunundan başka bir şey değildir. Gerçekte hükümetin bu gerekçelerle bir greve müdahalesi grevin ertelenmesine değil fiilen yasaklanmasına yol açmaktadır. Çünkü grevin ertelendiği 60 günün sonunda sendika greve yeniden başlayamamakta, anlaşmazlığın bağıtlanması için yüksek hakem kuruluna başvurmak zorunda kalmaktadır. Sendika bu sürecin ardından söz konusu başvuruyu yapmadığı durumda işçi sendikasının yetkisi düşmektedir. Durum böyle olduğundan işçilerin elinde, işverenler karşısında bir koz olan grev hakkı bütünüyle etkisizleşmiştir.
Grev hakkındaki son anayasal düzenleme 2010 tarihli değişiklikler kapsamındaki Anayasa’nın 54. maddesinde yapılmıştır. Bu kapsamda Anayasa’da yer alan “Siyasi amaçlı grev ve lokavt, dayanışma grev ve lokavtı, genel grev ve lokavt, işyeri işgali, işi yavaşlatma, verimi düşürme ve diğer direnişler yapılamaz” hükmü kaldırılmıştır. 54. maddedeki bu değişikliğin gerekçesi, “uluslararası sözleşmelerle ve çağdaş demokratik toplumlarda çalışma hayatını düzenleyen ve genel kabul gören evrensel ilkelerle bağdaşmaması” olarak ifade edilmiştir. Bununla birlikte grev hakkına sınırlamalar getiren çeşitli madde içerikleri de yürürlükten kaldırılmıştır. Ne var ki, anılan yasaklar Anayasa’dan kaldırılmasına rağmen 2822 sayılı yasada henüz bu yönde bir değişiklik yapılmamıştır. 2012’de çıkan 6356 sayılı yasada ise bu yasaklara yer verilmemekle birlikte, yapılan grev tanımı başta olmak üzere çeşitli maddeler, bu tür grevleri ve eylemleri yasadışı saydığından, söz konusu yasaklar halen devam etmektedir.
Bununla birlikte, 2010 yılındaki Anayasa değişikliği ve bunun yorumu işçi mücadelelerinin hukuki zemini bakımından çok önemli hale gelmiştir. Buna en iyi örnek Mersin Limanı’nda 2013 yılında yaşanan mücadele sürecidir. Toplu iş sözleşmesinin hemen arifesinde, işçilerin, işveren olan MIP’nin başka işçiler alacağına dair duyumları üzerine yaptıkları iş durdurma ve ardından da öncülük eden işçilerden 22’sinin işten atılmasına karşılık vinçleri işgal etmeleri ve 53 saat boyunca iş durdurmaları eyleminde, Yargıtay 7. Hukuk Dairesi işçileri haklı bulmuştur. Bu davanın sonucu işçilerin grev hakkı açısından çok önemlidir. Buna rağmen işçilerin haklılığı mahkeme kararları ile tescil edilse de son noktada bu durum doğrudan sendikal mücadelenin ilerlemesine yol açmamaktadır. Çünkü mahkeme haksız görse de, işvereni sınırlı bir maddi tazminatla bu durumun sorumluluklarından kurtarmaktadır.
Sonuçta, sendikal mücadele yüzünden işten atılan mücadeleci işçilerin işe iadesi sadece işverenin tazminat ödemesi anlamına gelmektedir. Haksız nedenlerle işten çıkarma yaptığı mahkeme kararıyla belirlenen işverenin, tazminatı ödemek koşuluyla, işçiyi işe alma zorunluluğu yoktur çünkü. Nitekim Mersin Liman işçilerinden söz konusu davada haklı görülenler, işveren tarafından tazminatları ödenmek suretiyle işe alınmamış ve sendikal mücadele zarar görmüştür. Mevcut hukuki düzenlemeler zemininde ulaşılabilecek son düzey burasıdır.
Başarının yolu örgütlü, fiili mücadeleden geçiyor
Türkiye ekonomisi son dönemlerde kayda değer bir biçimde büyümüştür. Kapitalistlerin sermayelerinin bu muazzam büyümesini, işçi sınıfının temel haklarının hiçe sayıldığı, örgütlü mücadelesinin önüne muazzam engellerin dikildiği koşullarda sağladıkları da aşikârdır. Bu dönemde çalışma yaşamına ilişkin yasalar, işçi hareketinin zayıflamasının, gerilemesinin yarattığı fırsatları kaçırmayan burjuva politikacıların marifetiyle, işçi sınıfının elini kolunu bağlar nitelikte çıkarılmıştır. Yasal düzenlemelerin devletin altına imza attığı uluslararası sözleşmelerle uyumsuzluğu, yapılan Anayasa değişikliklerinin gerektirdiği yasaların çıkarılmaması ve mevcut kısıtlayıcı hükümler, hükümetin işçi hareketini baskılayıcı politikaları ve tutumları ile birleşince, işçi hakları konusunda muazzam gerilemenin söz konusu olduğu bir tablo ortaya çıkmıştır.
Ancak bu tablonun olduğu gibi devam etmesine işçi sınıfının artık tahammülü kalmamıştır. Burjuva yorumcuların kullanmayı sevdikleri terminoloji ile söyleyecek olursak, durum işçi sınıfı açısından “sürdürülebilir” değildir. Son dönemdeki grev yasaklamalarına karşı oluşan tepkiler ve metal işçilerinin yapılan toplu sözleşme ve onlara dayatılan sendikal anlayışa karşı yükselttikleri mücadele, bu sürdürülemezliğin önemli göstergeleridir.
Mücadeleye girişip mevcut yasaların duvarına çarpan işçiler hep aynı noktaya gelmektedir: Fiili mücadeleyi örgütlü biçimde hayata geçirmek! Geçtiğimiz günlerde grevlerini sona erdiren Jokey Plastik işçilerinden birinin, Uluslararası İşçi Dayanışması Derneği’ne gönderdiği mektupta yazdıkları bunu net bir biçimde ortaya koyuyor:
“Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’nun 64. maddesinin 1. fıkrası, «İşçiler greve katılıp katılmamakta serbesttir. Greve katılan işçiler ile lokavta maruz kalan işçiler işyerinden ayrılmak zorundadır. Greve katılmayan veya katılmaktan vazgeçenlerin işyerinde çalışmaları hiçbir şekilde engellenemez» diyor. Yani biz fabrikanın önüne grev yazımızı asmışız. «Haklarımız tanınıncaya kadar üretim yok» diyoruz. Patron da ikna edip greve katılmaktan vazgeçirdiği işçilerle «üretime devam etme hakkım var» diyor. İlk günlerde işçi arkadaşlarımızın çok büyük bir bölümü greve katılmışken, sonraki günlerde kayıplar vermeye başladık. (…)
Yine 64. maddenin 2. fıkrasına göre, greve katılan işçiler olarak işyerine giriş çıkışları engellememiz yasakmış. 73. maddenin 2. fıkrasına göre de grev gözcüsü olan arkadaşlarımız işyerine giriş ve çıkışlara engel olamaz, giren ve çıkanları kontrol amacıyla dahi durduramazlarmış. Bizler 70 gün boyunca sürdürdüğümüz grevimizde işyerine giren-çıkan tüm araçları, kişileri kontrol ettik. Taşeron firmalardan temizlik işçisi olarak getirildiği söylenen işçilerin, aslında üretimde çalıştırılmak üzere getirildiğini öğrendik. Derhal yetkilileri çağırıp bu durumu kayıt altına aldırdık. İŞKUR’dan gelen yetkililere de defalarca ispatlamamıza rağmen gördük ki, devlet organları taraf tutuyor. Gerekli denetimleri yapmıyorlar, üst mercilere iletmeleri gereken dosyaları geciktiriyorlar. Açtığımız davalarda çeşit çeşit oyalama taktiği ile bizleri caydırmak için her yolu deniyorlar. Sermaye, direncimizi kırmak adına bütün güçlerini bu yasalarla birlikte sonuna kadar kullandı. Bu yasalar ile bir grevi başarılı sonuçlandırmak nasıl mümkün olabilir? Bu yasalar kimi koruyor? Toplu iş sözleşmesi masasına oturmayan patrona karşı grev yapma hakkım var. Grev sürecinin başlangıcına kadar bütün yasal prosedürleri izledik ve greve başladık. Ancak patronun da üretimi çeşitli şekillerde sürdürme hakkı var. Üretimin devam ettiği bir fabrikada grev olur mu? Bu yasalara kalırsak işçiler olarak başarma şansımız neredeyse yok. Başarmanın tek yolu işçilerin güçlü ve bir arada verdiği örgütlü, fiili mücadeledir.”[*]
Jokey Plastik fabrikasında direnen işçinin altını çizdiği gibi, bu noktada mücadeleci işçilerin bu sorunları aşmak için yapabilecekleri bir tek şey kalmaktadır; fiili mücadele. Bursa’daki metal işçilerinin başlattığı ve hızla başka illerdeki fabrikalara da yayılan eylemler bu tarz mücadelenin önemli örnekleri olmuştur. Sendikal yasakların kıskacındaki işçiler, bu kısıtlamaları fiili mücadele ile geçersizleştirmiş ve bundan sonra yürüyecek işçi mücadeleleri için yeni ve önemli örnekler sunarak yol göstermişlerdir.
Bu mücadeleler önemli bir eksikliğe de işaret etmiştir. Daha yüksek düzeyde bir örgütlülük yaratılmadan fiili mücadelelerin sağlayacağı kazanımlar da sınırlı ve geçici olacaktır. Çalışma yasaları ve sendikal yasaklar işçi sınıfının örgütlü mücadelesi ile aşılmayı beklemektedir.
link: Selim Fuat, Çalışma ve Sendika Yasaları Mücadele ile Aşılmayı Bekliyor, 31 Temmuz 2015, https://marksist.net/node/4349
Sınıf Kardeşliği
Assos’ta Dile Gelen Taşlar