Erdoğan başkanlık sistemi arzusunu dile getirdiği mitinglerine aralıksız devam ediyor. 7 Haziran seçimlerinin gündemini tümüyle bu konuya çevirme hevesiyle hırs ve şevk içinde oradan oraya koşuyor. Mevcut güç dengeleri çerçevesinde bu isteğini gerçekleştirmesi pek kolay olmadığı için bu çabası gitgide açık bir zorlamaya dönüşüyor ve tek gerçek arzusunun başkanlık sistemi adı altında sınırsız ve denetimsiz bir güç elde etmek olduğu daha aşikâr hale geliyor. Bonapartlaşan Erdoğan ve AKP Burjuvazisi adlı yazısında Mehmet Sinan, Erdoğan’ın arzularının niteliğini şu satırlarla ortaya koymuştu:
“Erdoğan’ın aklının dibinde yatanın ne olduğu ise giderek daha bir netlik kazanıyor. Anlaşılan Erdoğan tüm yetkilerin kendinde toplandığı, aklına estiği gibi konuşabildiği, kimsenin onu denetlemeye kalkışmadığı “Türk tipi” bir başkanlık sistemine (başkan baba!) geçilmesini arzuluyor! Osmanlı despotizminin (padişahlık) modern zamanlara uyarlanmış bir versiyonu da diyebiliriz onun arzuladığı bu başkanlık sistemine.”
Erdoğan özde otoriter hırslarının ifadesi olan bu başkanlık sistemi isteğini kitlelere yutturabilmek için, tarihte bu tür otoriter arzulara sahip birçok siyasi lider gibi sık sık popülist demagoji yöntemlerini kullanmaktan çekinmiyor. Arzuladığı şeyin kitlelerin demokratik ihtiyaç ve özlemleriyle hiçbir ilgisi olmadığı için bu onun açısından kaçınılmaz bir zorunluluk. Yalan, çarpıtma ve demagojinin sonu yok Erdoğan için.
Erdoğan’ın demagojik yalanlarından birisi, gelişmiş ülkelerde başkanlık sisteminin olduğudur. Demagojinin hedefi açık: gelişmek, ilerlemek istiyorsak başkanlık gerekiyor! Hâlbuki Kuzey Amerika ve Batı Avrupa ülkeleri ve yanı sıra Japonya ve Avustralya gibi sayısı 25 kadar olan gelişmiş kapitalist ülkeler içinde başkanlık sistemine sahip ülke sayısı sadece 2’dir: ABD ve Fransa. Aslında bu sayıya 1,5 demek daha uygun olacaktır, çünkü Fransa’daki sistem yarı-başkanlıktır. Bu 1,5 örnek hariç tutulursa, dünyada başkanlık sisteminin olduğu 50 kadar ülkenin tamamı az ve orta gelişmişlikteki ülkelerdir ve bu ülkelerde burjuva demokrasisi genel olarak zayıftır. Bu tabloya sadece kuş bakışı bir göz atma bile gelişmişlik ile başkanlık sistemi arasında bir paralellik olmadığını gösterir. Dahası, ille de bir genelleme yapılacaksa, başkanlık sistemi, iktisadi ve demokratik gelişmişlikle bir arada bulunmaktan ziyade bunların tersi ile bir arada bulunmaktadır. Gelişmiş kapitalist ülkelere bakıldığında ise, bu ülkelerin neredeyse tamamına yakınının parlamenter sistem ile yönetildiği görülür.
Demagojisini devam ettiren Erdoğan, kendisini diktatörlük heveslisi olmakla eleştirenlere “Amerika’da diktatörlük mü var” diyerek efeleniyor. Dünyanın tüm kapitalist ülkelerinde, ABD’sinde de Türkiye’sinde de bir sermaye diktatörlüğü olduğu gerçeğini şimdilik bir kenara bırakalım. Bir siyasal üstyapı biçimi olarak başkanlık sisteminin, ezici çoğunlukla otoriter baskı mekanizmalarının yürürlükte olduğu az ve orta gelişmişlikteki kapitalist ülkelerde bulunduğuna az önce değindik. Ancak gelişmiş ülkeler arasında istisna oluşturan ABD ve Fransa örnekleri de yanıltıcı olmamalıdır. Gerçekte bu örnekler de baskıcı, tutucu, gerici, anti-demokratik gelişmelerin ya da eğilimlerin bir ifadesi olarak ortaya çıkmıştır.
Fransa’da bu durum çok açıktır. Orada başkanlık sistemi, dünyada devrimci ve demokratik rüzgârlar estiren o görkemli burjuva devriminin bir ürünü olarak değil, aksine, devrimden 170 yıl sonra, kapitalizmin çürüme çağında bir gerici adım olarak ortaya çıkmıştır. Fransa’nın bir sömürgesi olan Cezayir’deki ulusal kurtuluş mücadelesinin doğurduğu siyasal kriz sonucu 1958 yılında bu sisteme geçilmiştir ve Fransız Komünist Partisinin çok sayıda sandalyeye sahip olduğu parlamentonun dizginlerinin sıkılaştırılması özellikle amaçlanmıştır. Yani bu sistem, bir kriz ortamında gücün tek elde toplanmasının, sıkı bir otoritenin gerektiğini düşünen burjuvazi ve onun şanlı generali De Gaulle tarafından getirilmiştir. Ve sistem “yarı-başkanlık” olmasına rağmen, birçok başkanlık sisteminde dahi bulunmayan bir yetki olarak, seçilmiş parlamentoyu feshetme yetkisi başkana verilmiştir. Özetle Fransa’da başkanlığın gelişi açıkça gerici bir siyasal gelişmeydi.
ABD’deki başkanlık sistemi de, her ne kadar Fransa’dakinden farklı olarak devrimin bir ürünü olarak doğmuşsa da, özde benzer bir siyasal niteliğe sahiptir. Devrim süreci içinde demokratik dinamikleri gemlemeye çalışan burjuva kodamanlar, “bu kadar demokrasi fazla” diyerek, bu dinamikleri kontrol altında tutabilmelerine olanak verecek düzenlemelere kafa yormuş ve bunun mekanizmalarından biri olarak başkanlık sistemini dayatmışlardır. Bu sistem ve mekanizmalar kolayca getirilememiş, büyük çatışma ve kapışmalar içinde doğmuştur. Özetle, ABD’deki başkanlık sistemi toplamda büyük bir ilerici gelişme olan Amerikan devriminin içindeki tutucu, baskıcı eğilimlerin bir ifadesi olmuştur. ABD örneğini izleyen Latin Amerika ülkeleri de bağımsızlıklarını kazandıkları 1800’lü yılların ilk yarısında başkanlık sistemine yönelmişlerdir.
Gelişmiş ülkeler grubu içindeki istisnalar olan ABD ve Fransa örneklerinin çeşitli yönleri, Erdoğan’ın demagojisindeki bir başka aldatmacayı da ortaya koyar. Erdoğan oportünistçe bu örneklerden dem vursa bile, gerçekte buralardaki gibi bir başkanlık sistemi zinhar istememektedir. Yani birileri çıkıp da “tamam, getirelim o zaman ABD’deki ya da Fransa’daki sistemin aynısını” dese, Erdoğan’ın kem küm edeceği şüphesizdir. Nitekim bir süre önce onun bakanlarından biri, bütçe konusunda ABD’de yaşanan siyasi tıkanma vesilesiyle hayretini açığa vurmuş ve “olmaz olsun böyle başkanlık” diye buyurmuştu. Zaten Erdoğan başkanlık hakkında konuşurken ancak soyut olarak ABD’nin adını zikretmektedir. Konu nadiren de olsa somut formüle gelir gibi olduğunda ABD’deki sistemin adını ağzına almamaktadır. Bunun yerine “Türk tipi başkanlık” sisteminden dem vurmaktadır. Bir keresinde de Meksika’daki gibi bir sistem istediğini söylemiştir. Böylece “gelişmiş ülkelerde başkanlık var” söyleminin bir demagoji olduğunu da alenen itiraf etmiş olmaktadır.
Bütün bunlar Erdoğan’ın başkanlık sistemi adı altında aslında ne istediğinin ipuçlarını vermektedir. O sınırsız ve denetimsiz bir güç istemektedir. Tüm gücün tek elde, kendisinin elinde toplandığı ve başkan babanın oyuncağı olarak birer plebisite (halk oylaması) çevrilmiş seçimler dışında hiçbir demokratik kontrol ve denge mekanizmasının yer almadığı, kuvvetler ayrılığı gibi burjuvazinin uzun tarihsel deneyimlerinin ürünü olan ilkelerin paçavraya çevrildiği, basının esas duruşta tutulup hık deyicilik yaptığı bir tür modern sultanlık istemektedir. O bunu, kâğıt üzerinde muteber olan “başkanlık sistemi” kılıfı altında gerçekleştirmeye çalışıyor. Başkanlık sisteminin, çeşitli versiyonları olmakla beraber, genel olarak otoriter eğilimleri daha fazla yansıtan ya da buna daha açık bir sistem olduğunu bilerek bunu yapıyor.
Erdoğan arzusunu dillendirirken, merdin Kıpti şecaat arzederken sirkatin söylermiş misali sıkça çamlar devirmekten, gaflar yapmaktan geri durmuyor. Mehmet Sinan’ın da dikkat çektiği gibi aklının dibini gösteren bu tür sözler onun siyasi hamlığını ortaya koymakta. Bunun son örneklerinden biri, ülkeyi “anonim şirket gibi yönetmek” gerektiğinden dem vurmasıydı: “Benim derdim ne biliyor musunuz? Bir anonim şirket nasıl yönetiliyorsa Türkiye böyle yönetilmelidir. Yoksa bileklerine bağlıyorlar prangayı yürü yürüyebilirsen.” Siyasi açıdan bir skandal olan bu sözler, onun koca ülkeyi kendi özel mülkü, insanlarını da kendine kul köle çalışanlar olarak gören, canını sıkanların kolayca “kapı dışarı” edilebildiği, genel olarak da “paydaşlara” sus payını dağıtıp seslerini çıkarmamalarını sağlamayı öngören zihniyetini açığa vuran bir gaftı.
Elbette başkanlık sisteminden yana birtakım olumsuzlukları sıralayışımız, bir parlamenter sistem övgüsü anlamına gelmiyor. Son tahlilde bunlar burjuva demokrasisinin farklı somutlanış ve işleyiş biçimleridir. İşçi sınıfı elbette kapitalist düzenin şu bunama çağında burjuva demokrasisinin farklı biçimleri arasında bir tercihe kendini hapsedecek değildir. İşçi sınıfının mücadelesi açısından demokrasi sorunu dendiğinde ana başlık işçi demokrasisidir. Burjuva demokrasisini milyon kat aşan bir demokrasi insanlığın gerçek demokratik özlemlerine bir çare olabilir ancak. İşçi sınıfı mücadelesinde bu genel perspektif asla gözden kaçırılamaz.
Ancak işçi sınıfı, mücadelesinin gelişimi içinde burjuva rejim biçimlerine ve burjuva demokrasisinin kapsamını ilgilendiren sistem değişikliklerine ilgisiz değildir. Onun mücadelesinin içinde cereyan ettiği somut koşulları belirleyen bu önemli konuya işçi sınıfı sırtını dönmez. Her zaman demokratik hak ve özgürlüklerin kapsamının genişletilmesine çalışır ve bunun doğal bir uzantısı olarak tersi yöndeki her türlü gelişmeye karşı aktif mücadele eder. Bu bakımdan Erdoğan’ın başkanlık sistemi adı altında, bir tür modern sultanlık getirme zorlamasına karşı mücadele işçi sınıfının hayati bir görevidir. Erdoğan’ın dünyadaki başkanlık sistemlerinin en kötü yönlerinden bir bileşim yaparak kendi istediği gibi bir “Türk tipi” başkanlık getirmesine geçit vermek, işçi sınıfı açısından önemli bir gerileme olacaktır.
link: Levent Toprak, Erdoğan’ın Sultanlık Arzusu, 24 Mart 2015, https://marksist.net/node/4087
MİT “Milli” Olsa Ne Olur, Olmasa Ne Olur?