Marksizmin temellerinin atıldığı günlerden bugüne uzun yıllar geçti. Tüm bu yıllar boyunca kapitalizm bir dünya sistemi oluşturma doğrultusunda yol aldı ve kaçınılmaz olarak işçi sınıfını da dünya genelinde devasa büyüttü. Sınıflı toplumlar tarihinde hep yaşandığı üzere, kapitalizm altında geçen yüzyıllar da özünde sınıf mücadelelerinin tarihi oldu. Kapitalizm dönemine burjuvazi ve proletarya arasındaki gerilim, çatışma ve savaşların küçük büyük çeşitli örnekleri damgasını bastı. Dünya işçi sınıfı, 1871 Paris Komününden 1917 Ekim Devrimine, Komünarların yenilgisinden Sovyetler Birliği’ndeki işçi iktidarının yıkılmasına dek nice zaferler ve yenilgiler yaşadı. Proletaryanın devrimci başarılar kaydettiği tarih kesitlerine işçi sınıfına duyulan güven ve inanç eşlik etti. Yenilgi yılları ise sınıftan kaçış, inkâr ve tasfiyecilik eğilimleriyle karakterize oldu.
Zor günlerin sınavı
İşçi sınıfının mücadele tarihi, sınıftan kaçış, devrimci mücadeleyi inkâr ve tasfiyecilik dalgalarının çeşitli örnekleriyle doludur. Bir büyük dalga 1871 Paris Komünü yenilgisini takiben yaşanmıştır. Bir diğeri Çarlık Rusya’sında 1905 devrim yenilgisini izleyen gericilik yılları boyunca ortaya çıkmıştır. İşçi sınıfının devrimci örgütlülüğünden ideolojisine dek çeşitli alanlarda ve çeşitli biçimlerde yürütülen tasfiyeci saldırılar Lenin tarafından teorik boyutlarıyla incelenmiş ve gelecek kuşakların kavramasına elverişli derslere dönüştürülmüştür.
İşçi sınıfının mücadelesi saf proleter temellerde yol almaz, diğer sınıfların ideolojik etkisine açıktır ve o yüzden çeşitli tipte bozulma ve çarpılmalara uğrayabilir. Sosyalist örgütler, burjuva ve küçük-burjuva ideolojisinin yozlaştırıcı etkisine karşı başarılı bir mücadele yürütmedikleri takdirde, reformizm ve oportünizme teslim olurlar. Reformizm ve oportünizm gibi eğilimler yalnızca mücadelenin ideolojik ya da siyasal boyutlarında deformasyon yaratmakla kalmaz; özellikle tarihin zorlu dönemeçlerinde devrimci örgütlerin varlığına saldırı, onları legalizm bataklığına sürükleme benzeri büyük tahribatlara neden olurlar. İşte tasfiyecilik kavramı, devrimci mücadelenin tarihinde tanık olunan bu gibi durumları anlatır.
Tasfiyecilik, sosyalist örgüt saflarında bilhassa gericilik dönemlerinde boy veren bozgunculuk ve mücadeleden kaçış eğiliminin ürünüdür. Kısaca vurgulamak gerekirse, tasfiyecilik, işçi sınıfının devrimci örgütünü reddetmeye ve onu ortadan kaldırmaya varan ciddiyette bir inkârcılıktır. Vaktiyle Rusya’da yaşananlar temelinde Lenin’in ifade ettiği gibi, tasfiyecilik sadece işçi sınıfının devrimci partisinin tasfiyesi (yani dağılması, yıkılması) demek değildir. Aynı zamanda proletaryanın sınıf bağımsızlığının yıkılması ve işçilerin sınıf bilincinin burjuva fikirleriyle baştan çıkartılmasıdır.
Dünden bugüne her önemli örnekte gözler önüne serildiği üzere, tasfiyeciler devrimci örgütlerin içinde sonu döneklikle biten burjuva etkisini yaymaya çalışmışlardır. Türkiye’de 12 Eylül faşizmi altında veya dünyada Sovyetler Birliği’nin çöküşünü izleyen gerileme döneminde tanık olduğumuz örnekler bu denilenleri fazlasıyla doğruluyor. 1980 dönemecini takiben, dünyada ve Türkiye’de tasfiyecilik işçi sınıfının devrimci örgüt ihtiyacını inkâr etmiş ve dahası zincirlerinden boşanarak, soluğu neredeyse işçi sınıfının varlığını bile yadsıma noktasında almıştı.
Öznel faktör (işçi sınıfının devrimci bilinç ve örgütlülük düzeyi), işçi sınıfındaki nesnel gelişmeyi hiçbir zaman kendiliğinden ve doğrusal biçimde izlemez. Bunun en çarpıcı örneğini, dünya genelinde 1980 dönemeciyle birlikte ortaya çıkan çelişkili durum sergiliyor. Bu dönem boyunca kapitalizm neoliberal saldırılar eşliğinde yol alırken ve işçi sınıfı nicel olarak ezici çoğunluğa ulaşırken, öznel faktör ürkütücü bir gerileme kaydetti. Fakat öznel faktördeki bu gerileme, kimi yazar ve ideologların göstermek istediği gibi, işçi sınıfının yapısındaki değişime bağlı geri döndürülemez bir eğilimin habercisi değildi. Söz konusu gerileme tarihsel açıdan değerlendirildiğinde, kalıcı değil geçici bir duruma işaret ediyordu. Bu gerilemeyi yaratan farklı faktörler vardı. Bunlardan biri, uzun yıllar boyunca kendini dünyaya sosyalist diye yutturmuş olan Stalinizmin ve benzerlerinin işçiler nezdinde yarattığı olumsuz duygulardı. Bir diğeri, çürüyen kapitalizmin katmerlediği sorunlar nedeniyle, ergeç yeniden ayağa kalkacak olan işçi sınıfına karşı ön almaya çalışan dünya burjuvazisinin ağır ve sistematik saldırılarıydı.
Hatırlanacağı üzere, 20. yüzyılın kapanışına Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerindeki bürokratik rejimlerin çöküşü eşlik etmişti. Buradan hareketle dünya burjuvazisi işçi sınıfının devrimci mücadelesine, örgütlülüğüne ve ideolojisine karşı topyekûn bir karalama kampanyasına girişmişti. Burjuvazinin sosyalizm mücadelesine ve Marksist dünya görüşüne karşı kendi sınıf cephesinden başlattığı bu saldırı kampanyası, bir anlamda sosyalizm ve Marksizm cephesinin içinden yükselen büyük bir tasfiyecilik dalgalanmasına da hız verdi. Neticede, işçi sınıfının devrimci mücadelesi dünya ölçeğinde örgütsel açıdan çok ciddi bir parçalanma ve dağılma dönemi yaşadı. Burjuva saldırıların ve tasfiyecilik eğiliminin yarattığı tahribat kuşkusuz bu noktada durmadı ve proletaryanın teorik ve ideolojik mevzileri de çok ağır darbeler aldı. Tüm bu yaşananlar nedeniyle, işçi sınıfının devrimci mücadelesi 20. yüzyıl boyunca ulaştığı mevzilerin çok gerilerine püskürtüldü. 21. yüzyıla girerken, Marksizm ve sosyalizm artık yeniden canlanamayacak biçimde demode olmuş gösteriliyordu.
Proletaryanın devrimci mücadelesine karşı yürüttüğü büyük ideolojik saldırı dönemi boyunca, burjuvazinin en önemli yardımcısı, işçi sınıfına burjuva etkisini taşıyan sözde Marksistler ve küçük-burjuva unsurlar oldu. Tarihte sıkça görüldüğü üzere, devrimci yükseliş dönemlerinde proletaryadan yanaymış gibi pozisyon alan solcu entelijansiya, devrimci mücadele ağır burjuva saldırılar altında gerilemeye başladığında hızla tutum değiştirdi. İşçi mücadelesinde yükseliş dalgasının etkisiyle “devrimci” kesilen küçük-burjuva geçici yol arkadaşları da, zor günler geldiğinde çabucak sınıfa övgü dönemini sona erdirip sınıfa sövgü dönemini başlattılar. Bu toplumsal kesimlerin önde gelen yazar-çizer unsurları, ideolojik-teorik planda sınıftan kaçış eğiliminin öncülüğüne soyundular.
Türkiye özelinde ise 80 dönemeci, önemli bir yükseliş dönemini takiben işçi hareketinin ve devrimci mücadelenin burjuvazinin faşist çizmeleri altında ezildiği karanlık dönemin başlangıcı oldu. Türkiye sosyalist ve devrimci hareketi, 1980 askeri-faşist diktatörlük döneminde tarihinin en ağır darbeleriyle yüz yüze geldi, inanılmaz ölçüde kan kaybetti ve art arda gelen tasfiyecilik dalgalarıyla boğuşmak zorunda kaldı. Bu temelde yaşananlar, o dönemlerde yer alan küçük büyük tüm sol ve devrimci örgütleri, çevreleri ve kişileri derinden etkileyen ve onların özel tarihlerinin de başlıca halkalarını oluşturan bir öneme sahiptir. Genel hatlarıyla belirtmek gerekirse, ideolojik, siyasal ve örgütsel boyutlarda yürüyen tasfiyecilik, o dönemlerin tüm örgütlerini yukardan aşağı kesmek üzere hükmünü icra etmiştir. Neticede, en çarpıcı haliyle eski TKP örneğinde yaşandığı üzere, örgütleri likide edip kapısına kilit vuranlarla, en umutsuz gibi görünen ufak direnme noktalarına bile tutunmaya çalışıp yeni bir geleceği devrimci dersler ve devrimci mücadele temelinde inşa etmeye azimli olanlar ayrışmıştır.
1960-70’lerin devrimci yükseliş dönemlerini yaşadıktan sonra, 80 ve 90’ların zor yıllarında ters akıntılara karşı yüzebilenlerin ve böylece de işçi sınıfının devrimci değerlerini bugünlere taşımaya çalışanların sayısı kuşkusuz fazla değildir. Bu tür unsurlar neticede bir azınlıktır. Fakat geçmişten geleceğe devrimci mücadele bayrağının taşınabilmesini mümkün kılan da bu azınlık olmuştur. O zor yıllarda örgütsel mevziler paramparça edilirken, ideolojik mevzilere sıkıca tutunup yeni bir örgütlü mücadelenin çekirdeğini inşaya soyunan ve böylece Marksist Tutum’u var eden birikim de işte bu azınlığın içinden çıkmıştır. Marksist Tutum’un ilk yıllarına damgasını vuran zahmetli çabalar arasında, her türlü saldırıya inat devrimci Marksizmin kararlı biçimde savunusu ve bu noktadan kaynaklanan bir teorik mücadele yer alır.
Büyüyen işçi sınıfı
Dünya sosyalist ve işçi hareketindeki gerileme dönemi boyunca yaşanan sınıftan kaçış eğiliminin ilk ve çarpıcı örneklerinden biri, Andre Gorz’un “Elveda Proletarya”sı idi. İşte Büyüyen İşçi Sınıfı kitabı (Elif Çağlı, Büyüyen İşçi Sınıfı, Tarih Bilinci Yay., Ocak 2002), işçi sınıfına “Elveda” diyen Andre Gorz gibi şarlatanların iddialarının aksine, işçi sınıfının dünya ölçeğinde büyümekte olduğunu ortaya koyuyordu; işçi sınıfının iç yapısına ve tarihsel rolüne dair ortaya atılan ve moda halinde yaygınlaştırılmaya çalışılan anti-Marksist yaklaşımları da birer birer çürütüyordu.
Ancak Büyüyen İşçi Sınıfı kitabı ve benzeri diğer çalışmalarla yıllar içinde ortaya konan çözümlemeler, dönemin ilgisizlikle karakterize olan ruhunu yansıtan biçimde, diğer sosyalist çevreler tarafından genelde yok sayıldı. Böylece yıllar geçti, köprülerin altından nice sular aktı. 2013 yılı geldiğinde, genelde sosyalist çevrelerin olduğundan büyük anlamlar yüklediği Gezi olaylarıyla birlikte, başrolde işçi sınıfının mı yoksa orta sınıfın mı olduğu vb. yolunda her kafadan bir sesin çıktığı bulanık bir tartışma süreci başlatıldı. Bu tartışmalar, mevcut bulanıklık ve küçük-burjuva nitelikli Gezi güzellemeleri temelinde bugün de varlığını sürdürüyor. Fakat söz konusu tartışma süreci, doğrusuyla yanlışıyla, işçi sınıfına ve sınıfın yapısına ilişkin görüşlerin yeniden ortaya konmasına da vesile oldu.
Buna bir örnek, Sungur Savran, Kurtar Tanyılmaz ve E. Ahmet Tonak tarafından yayına hazırlanan Kasım 2014 tarihli “Marksizm ve Sınıflar” adlı kitaptır. Korkut Boratav’ın da 5 Aralık 2014 tarihinde sendika.org’da yayınlanan yazısında dikkat çektiği üzere, kitapta işçi sınıfından üretilen bir orta sınıf açılımının yanlışlığına, üretken olan/olmayan emek konusuna, işçi sınıfı içindeki beyaz/mavi yakalı ayrımına, ücretli kategorisinde görünseler dahi işçi sınıfından sayılmaması gereken kesimlere, işçi sınıfının nicel olarak büyümekte olduğuna, işçi sınıfının işsiz kesimleriyle birlikte bir bütün oluşturduğuna değinilmektedir. Bu değerlendirmeler Marksist temellere sadık kaldığı ölçüde kuşkusuz önemlidir ve pek çok noktada Büyüyen İşçi Sınıfı kitabındaki açılımlarla örtüşmektedir. Ne var ki, günümüzde teorik mücadele bağlamında genel bazı doğruların ifade edilmesi yeterli olmuyor. Bugün yakıcı derecede önem taşıyan husus, devrimci işçi mücadelesinin ilerletilmesine ilişkin sağlıklı ve doğru bir siyasal-örgütsel yolun tutulabilmesidir.
Bu hususun önemi, farklı mahiyetteki bir başka örnekte, Ergin Yıldızoğlu’nun 17 Temmuz 2014 tarihinde sendika.org’da çıkan “İşçi sınıfının siyasi örgütü/partisi üzerine bir not” başlıklı yazısının katılmadığımız yönlerinde çok daha açık biçimde ortaya çıkıyor. Yıldızoğlu yazısında üzerinde düşünülmesi gereken bazı noktalara değiniyor, ancak bütününde yazarın temel kaygısı işçi sınıfının devrimci partisi konusunda doğru olan yaklaşımların demode ilan edilmesidir. Yıldızoğlu sosyalist hareketteki gerilemeyi, işçi sınıfının yapısındaki değişime ayak uyduracak örgüt biçimlerinin bulunmamasına bağlıyor. Bu noktadan hareketle, özellikle işçi sınıfının yeni gelişmekte olan eğitimli, gelir ve tüketim düzeyi yüksek kesimlerinin taşıdığı dinamiğe dikkat çekiyor.
Yıldızoğlu’nun bu dinamik konusundaki açıklamaları, aslında günümüzde pek moda olan yaklaşımları hatırlatmaktadır. Yıldızoğlu işçi sınıfının eğitimli kesimlerine, bunlar “en son üretim tekniklerine en yatkın, uluslararası benzerleriyle en hızlı ilişki kurabilen, en yeni iletişim teknolojilerini kullanarak egemenlerin başına belâ olabilen bireylerden oluşuyor” şeklinde yaklaşıyor. Bizce burada asıl problemli nokta söz konusu kesimlerin taşıdığı dinamiğe dikkat çekmek değildir; sorun, bu dinamiklerin abartılarak “yeni tip örgütlenmeler” icadındadır. Ucu işçi sınıfının devrimci mücadelesi açısından yenilgiye çıkan yol ve yöntemleri alabildiğine övmek, günümüzde örgütsüz sosyalistler tarafından dünya genelinde yaygınlaştırılmaktadır. İşçi sınıfının yeni ve genç kesimleri de dahil günümüz gençliğinin eylem tiplerindeki temel eksikliği görmezden gelerek bunlara methiyeler düzmek, bu gençlerin yeni teknolojiler temelinde bir batıp bir çıkan haberleşmeler ağıyla meydanlarda boy göstermelerine olduğundan büyük önem atfetmek ve tüm bu örgütsüzlüğü günümüzde ihtiyaç duyulan “yeni tip örgütlenme” diye lanse etmek sorumsuzluktur. İşçi sınıfının ihtiyaç duyulan devrimci örgüt ihtiyacını gölgeleyen ve dolayısıyla kapitalist düzene karşı esaslı bir devrimci mücadelenin örgütlenebilmesini de engelleyen bu eğilime teslim olmamak, tersine buna karşı mücadele yürütmek gerekiyor.
Yıldızoğlu’nun yazısı, aslında işçi sınıfının devrimci ruhundan uzak, burjuva ideolojisinden beslenen ve bireyciliğine de pek bir önem veren genç unsurlara atfedilen fazladan önem konusunda gerçekten de dikkat çekiyor. Şöyle diyor Yıldızoğlu: “Bu sınıf, finansallaşmanın körüklediği hazlara dayalı tüketim modeli gelişirken, hem işçi sınıfının geri kalanına göre daha yüksek bir refah düzeyini yakalayabildi, hem de, hazlara dayalı tüketimin içinde kendi bedenine odaklanmış, bireysel hazlarını maksimize etmeye yönelik «özgürlüğüne» alışmış bir yaşam tarzı ve bu yaşam tarzını desteklemek üzere bir seri «özgün olma», «farklı olma», «kendi olma» fantezileri de geliştirdi.”
Yıldızoğlu, kapitalizmin artan kriziyle birlikte bu sınıf üyelerinin hem topluma hem de geleceğe ilişkin güvenlerini kaybetmeye başladıklarını, artık bu yeni sınıf fraksiyonu için proletarya kavramını kullanmanın zamanının geldiğini belirtiyor ve “Bu proletarya, Türkiye’de kendini ilk kez «RedHack» ile ama esas olarak «Gezi Parkı» olayıyla gösterdi, tarih sahnesine «Gezi Olayı»nın «öznesi» olarak çıktı” diyor. Şayet Yıldızoğlu’nun tasvir etmeye çalıştığı bu “proletarya” gerçekten de sınıfın devrimci örgütlülük ve mücadelesini güçlendirici özelliklerle donanmış olsaydı, o takdirde yüreğimiz gam yemez ve biz de gönül ferahlığıyla bu Gezi güzellemeleri kervanına katılırdık. Ne var ki, söz konusu genç kesimlerin “kendiliğinden” durumunun hiç de gönül rahatlatıcı olmadığını bizzat Yıldızoğlu’nun satırları gözler önüne sermektedir. Şöyle diyor Yıldızoğlu: “Bu kesimin çarpıcı özellikleri (teknolojiyle olan ilişkilerinin dışında) görebildiğim kadarıyla, otoriteye, otoritenin her türüne karşı çıkışları, bireysel özgürlüklere bağlılıkları, buna karşılık yeni düşünceleri konuşmaya tartışmaya açık olmalarıdır. Bu kesim, önlerine gelen her türlü düşünceye önce kuşkuyla yaklaşıyor, alaya alıyor, küçümsüyor, sonra, bu sınavı geçen düşünceleri kimlikleri benimsemeye başlıyor. Bir kez ikna olduktan sonra, «Gezi»den bu yana sokaklarda gördüğümüz gibi, bu kesim inatla ve özveriyle siyasette yerini alıyor.”
Bu ve benzeri değerlendirmeleri hayırhah bulup katılmak bizce asla mümkün değildir. Çünkü bu yaklaşım, burjuvazinin gençleri devrimci siyasetten ve devrimci disiplinden uzak tutmak için ittiği noktanın kutsanmasıdır. Burjuva ideolojisi, “kendi bireysel özgürlüklerine düşkünlükleri ve her türlü otoriteye karşı çıkışları” gibi faktörlerin ardına sinsice gizlenip gençleri devrimci mücadeleden uzak tutuyor ve bu yolda başarılı olduğu ölçüde de onları burjuva düzene binbir görünmez iplikle bağlıyor. Bu bağlamdan türeyen bir siyaset de, tahmin edileceği gibi burjuva düzen sınırlarını aşmamakta ve böyle bir siyasetin gençler tarafından özveriyle benimsenip meydanlara taşınması onun burjuva sol niteliğini değiştirmemektedir. Kişinin bu tablodan devrimci açıdan siyasi bir olumluluk çıkartabilmesi için, ya Marksizmi hiç bilmiyor ya da tamamen unutmuş olması gerekir!
İşte Gezi süreci vesilesiyle gündeme getirilen ve işçi sınıfının yapısına, “orta sınıf”a ya da yeni dinamiklerin rolüne vb. ilişkin yukarıda örneklemeye çalıştığımız tartışma konuları, Büyüyen İşçi Sınıfı kitabında yıllar önce ortaya koyduğumuz çözümlemelerimizi çok kısaca da olsa hatırlatmamızı gerekli kılıyor.
Kitabın yazılışının üzerinden yıllar geçti, fakat kitapta yer alan değerlendirmeler günümüzde yürütülen tartışmalara bugün de ışık tutuyor. İlk planda, kitabın Ekim 1999 tarihli Önsöz’ünde vurgulanan önemli bir gerçekliği hatırlatalım: “Kapitalist gelişme, kırı çözerek, emekçiyi proleterleştirerek, eski üretim tarzlarını ve ilişkilerini tarihe gömerek, tek bir kapitalist dünya sistemi yarattı. Böyle bir dünyada, işçi sınıfının gücünü görmezden gelmeye ya da gölgelemeye çalışan yaklaşımlar artık tamamen kendilerini kandırıyorlar. Çünkü gerçekte bugün tüm dünya nüfusu içinde ağırlığını hissettiren sınıf proletaryadır. … Globalleşen kapitalist sömürü düzeninin tehlike çanlarını, küçük-burjuvazinin ağır bastığı «halk ittifakları» değil, globalleşen proletarya çalıyor. Ona veda etmek isteyenlere ya da olduğundan küçük göstermeye çalışanlara inat, işçi sınıfı büyüyor.”
İlk baskısı Ocak 2002 yılında yapılan Büyüyen İşçi Sınıfı kitabından bazı hatırlatmalar eşliğinde ilerleyelim. Kişilerin verili üretim tarzı içindeki konumunu ve dolayısıyla toplumsal ürünün paylaşılmasındaki durumunu belirleyen temel unsur, üretim araçlarıyla kurulan ilişkidir. Bu temel husus, üretim ilişkilerinin hukuksal ifadesi olan mülkiyet ilişkilerinde yansımasını bulur. Bu açıdan, kapitalist toplumda üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip bulunan kapitalist sınıfın karşısında, bu mülkiyetten yoksun işçi sınıfı yer alır. Üretim aracı sahibi olmayan ve bu nedenle de yaşamını sürdürebilmek için işgücünü kapitaliste satmak dışında bir seçeneği bulunmayan ücretlilerin tümü, meslek, gelir düzeyi, üretimdeki gözetim ve denetim işlevlerini sürdürüyor oluşu gibi ayrımlara bakmaksızın genel olarak işçi sınıfının kapsamı içindedir.
Kapitalist gelişme süreci, aynı zamanda işçi sınıfının yapısında da değişimin yaşandığı bir süreçtir. Önemli olan, bu değişimin ne anlama geldiğinin doğru bir biçimde yorumlanabilmesidir. Teknolojik gelişmelere bağlı olarak işçi sınıfının teknik bileşiminde, yani kafa ve kol emeğinin ağırlığında, sınıfın iç yapılanmasında, üretim dalları itibarıyla dağılımında, vasıf düzeyi ve çeşitlerinde değişim sürekli olarak vardır. Fakat öte yandan işçi sınıfının kapitalist toplum içindeki temel konumu, yani toplumsal işbölümünde, kapitalist üretim ilişkileri içinde tuttuğu yer değişmemektedir. Zaten işçi sınıfının bizi asıl ilgilendiren yönü, taşıdığı devrimci potansiyel, sınıfın tarihsel anlamdaki devrimci misyonu buradan kaynaklanmaktadır.
Kapitalist gelişme sürecinde işçi sınıfının iç yapısında meydana gelen değişimin Marksist temellerde kavranması, üretken olan ve olmayan emek kapsamındaki işçilere dair yanlış yaklaşımların çürütülebilmesi bakımından da son derece önemlidir. Marx, kapitalizmde üretken işçi kavramının, sadece iş ile işin yararlılığı, emekle emek ürünü arasındaki bir ilişkiyi anlatmakla kalmadığını ve işçiye bir artı-değer yaratma aracı damgasını vuran özgül bir toplumsal üretim ilişkisini anlattığını belirtir. O nedenle, işçi sınıfının üretken emek kapsamına giren kısmını ayırt edebilmek için kafa ve kol işi ayrımına değil, artı-değerin üretildiği alanlara ve bu alanlarda çalışan kolektif emek güçlerine bakmak gerekecektir. Kapitalist gelişmeyle birlikte, her gün artan sayıda iş çeşidi üretken emek kavramına dahil olmaktadır ve bu işleri yapan işçiler, ister kol isterse kafa emeği ağır bassın, üretken işçidirler. Artı-değer üretimi salt geleneksel maddi nesneler üretimi ile sınırlı değildir. Günümüzde büyük bir önem kazanmış bulunan hizmet sektöründe çalışıp maddi olmayan bir meta üreten işçiler de, beyaz ve mavi yakalı ayrımına bakmaksızın, şayet artı-değer üretiyorlarsa üretken işçi kapsamı içindedirler.
Günümüzde kapitalist üretim sürecinde kafa emeği ağırlık kazanmaktadır, fakat bu durum kimilerinin iddia ettiği gibi işçi sınıfının yok olduğu anlamına gelmez. Ne var ki gerçekliği keyfî bir tarzda çarpıtan yazarlar, beyaz yakalı işçilerin maddi üretim yapmadığı ve dolayısıyla işçi sınıfının içinde yer almadığı yolunda görüşler ileri sürmektedirler. Bu türden yazarlar, beyaz yakalıların tümünü “yeni küçük-burjuvazi” kavramı içine tıkıştırarak, hem onların büyük bir bölümünün işçi olduğunu hem de bunlardan bir kısmının üretken emekçi kapsamına girdiğini göz ardı etmektedirler. Kafa emekçilerini işçi sınıfının kapsamı dışına atan, örneğin kol işçilerine oranla burjuva ideolojisinden etkilenmeye daha açık oldukları gerekçesiyle bunları bir “orta sınıf” kategorisi içine tıkıştıran yazarların (örneğin Poulantzas ve benzerlerinin) yaklaşımları külliyen yanlıştır. Kabaca bir sorgulama bile, salt işçi olmakla kimsenin (kol işçilerinin de!) burjuva ideolojisinin hegemonyasından ve ondan etkilenmeye açık bulunmaktan yakasını kurtaramadığını ortaya koyacaktır.
İşçi sınıfının çok daha düşük ücret düzeyiyle yaşamını sürdüren kesimlerine oranla, görece daha fazla ücret elde eden ve daha çok tüketen kesimlerinin “orta sınıf” diye bir kategori içine sokuşturulmasının da Marksist açıdan hiçbir doğruluk payı yoktur. Burjuva ideolojisinin etkisini yansıtan bu türden yanlış görüşler, bir yandan muazzam proleterleşme gerçeğini gözlerden gizlemeye hizmet ederken, diğer yandan bu türden palavralara kanan bir kısım işçilerin kendilerini “orta sınıf”tan hissetmeleri sonucunu doğurmuştur. Böylece, beyaz yakalı işçilerin (örneğin mühendisler, öğretmenler, doktorlar, hemşireler, memur statüsünde çalıştırılan kamu emekçileri, büro elemanları vb.) bir kısmı, kendilerini aslında ait oldukları işçi sınıfının genel mücadelesinden soyutlamışlardır. Bilinci çarpılmış bu tür işçiler, işçi sendikalarında örgütlenmekten uzak durmayı, toplumsal yaşamda daha yüksek bir statü sahibi olmanın bir göstergesi olarak benimseyebilmişlerdir.
Kapitalist düzen içinde kendi konumları hakkında yanılan ve yaşam tarzı itibarıyla gözü biraz yükseklerde olan işçileri küçük-burjuva olarak nitelemek siyasal açıdan bir şey ifade etse de, böyle bir niteleme onların sosyal ve sınıfsal açıdan işçi sınıfının parçası oldukları gerçeğini değiştirmez. Bir de unutulmamalı ki, gerçekler acımasızdır. Kapitalizmin gerçek yüzü krizlerle, işçilerin düşen yaşam standartlarıyla ve kaybolan sosyal haklarla vb. kendini açığa vurdukça, acı ilacı yutan daha pek çok işçinin aklı başına gelecektir. Bu yüzden asıl üzerinde durulması gereken nokta, çarpılmış bilinçleri düzeltmek ve işçi sınıfının tüm kesimlerini kapitalizme karşı ortak kitlesel mücadeleye seferber edebilmektir. Günümüzde sınıf devrimcileri için önemli olan hususlardan biri, sınıfın genç ve yeni kesimlerini, modern kent toplumunun eğitimli proletaryasını burjuva düzenin ideolojik etkisinden kurtararak devrimci mücadele saflarına kazanmaktır.
Kapitalist gelişme geçmişte büyük ayrıcalıklara sahip serbest meslekleri (doktor, avukat, muhasebeci, mühendis gibi) sıradanlaştırıp, bu mesleklere mensup olanların önemli bir bölümünü proletaryanın saflarına iter. Bu nedenle de meslek ayrımı açısından ele alındığında yanıltıcı biçimde serbest meslek sahibi kategorisinde görünseler bile, gerçekte işgüçlerini çeşitli şirketlere, işletmelere satarak yaşamlarını işgücü geliriyle sürdüren doktor, mühendis, avukat, vb. gibi kişiler işçi sınıfının içindedirler. Bu serbest meslek sahiplerinin küçük bir bölümü, kendilerine sermaye birikimi fırsatı sağlayan büyük çaplı büro ve benzeri organizasyonların mülkiyetine sahip olup, yanlarında çok sayıda işçi çalıştırdıklarından ve artı-değer sömürüsüne katıldıklarından burjuvadırlar. Öte yandan, bu türden meslek gruplarına mensup olup kendi bürosunun sahibi bulunanların bir kısmı ise, kapitalistler gibi artı-değer sömürüsüne katılacak çapta sermayeye sahip değildirler ve esas olarak kendi emekleriyle varlıklarını sürdürürler. Bu durumdaki kişi, şu ya da bu şekilde hizmet veren kendi emeğinin ve bu emeğinin nesnel koşullarının (büro, çeşitli araç gereçler, vb.) sahibidir. Dolayısıyla, bu konumda olanlar geleneksel küçük-burjuvazi tanımının pek de dışına taşmazlar.
Ayrıca kapitalist gelişmenin çeşitlendirip yaygınlaştırdığı profesyonel meslekler kapsamında, bağımsız sözleşmeler temelinde çeşitli sermaye kuruluşlarında ve şirketlerde çalışan, genellikle yönetici konumunda bulunan ve işgücünün maliyetinin üzerinde gelir elde eden sözde ücretlileri de işçi sınıfının kapsamı dışında tutmak gerekir. Karar mekanizmasında belirli yetkilerle donatılmış bu yönetici ve teknokratlar, kapitalist işletmelerde sıradan gözetim ve denetim işleriyle görevlendirilmiş mühendis ve küçük şeflerle karıştırılmamalıdır. En başta ayırt etmek gerekir ki, düzenli ve dolgun bir ücret gelirinin dışında, kârdan hisse, primler vb. gibi çeşitli yan ödemelerle beslenen üst düzey yöneticilerin işçi sınıfının içinde hiçbir yeri yoktur. Sermaye sahipliğiyle profesyonel yöneticiliğin birbirinden ayrılmasının bir sonucu olarak, bir zamanlar üretim sürecinde sanayi kapitalistinin yaptığı işlevleri yerine getiren üst düzey yöneticilerin, orta düzeydeki yöneticilerden de farklı olduğu açıktır. Üst düzey menajerler, daha çok malî kaynakların temini ve dağılımı konusunda stratejik kararların alınması ve denetlenmesiyle ilgilenirler. Bunlar şirket bütçelerinden aylık ücret alıyor gibi görünseler de, asıl olarak kârdan aldıkları pay ve sahip oldukları hisse senedi ve benzeri değerli kâğıtlarla birlikte halisinden burjuvadırlar.
Orta düzey menajerler ise, karar mekanizmasının işleyişinde ve parasal kaynakların dağılımında üst düzey menajerler kadar büyük yetkilere ve avantajlara sahip değildirler. Fakat işgücünün yeniden üretilmesi maliyetini bir hayli aşan dolgun ücretleri, ek primleri vb. ile vasıflı işçi durumundaki gözetim ve denetim işçilerinden de farklı bir konumda bulunmaktadırlar. Taşıdıkları özellikler itibarıyla ne burjuvaziye ne de proletaryaya dahil edemeyeceğimiz ve tıpkı geleneksel küçük-burjuvazide olduğu gibi ara konumda bulunan böyle bir tabakayı “orta sınıf” diye nitelemek pek de yanlış olmaz. İşin gerçeğinde modern kapitalist toplumda küçük-burjuvazi dışında ayrıca bir de “orta sınıf” yoktur. O nedenle de “orta sınıf” kavramı (ya da “ara sınıf”, “orta tabakalar” vb.), olsa olsa, Marksizmin çözümlediği küçük-burjuvazi gerçeğine denk düşebilir.
Türkiye’de burjuva yasaları, işçi sınıfının kapsamını daraltmak, sendikalaşma hakkını kısıtlamak gibi nedenlerle, devlet fabrikalarının ve işletmelerinin işçilerinin bir kısmını “memur” statüsünün içine tıkıştırmıştır. Oysa kapitalist düzende, devletin ekonomik yaşamın çeşitli alanlarında kolektif kapitalist rolüyle yer aldığı iktisadi işletmelerde ücret karşılığı çalışan emekçiler işçi sınıfının kapsamı içindedirler. Bu işçilerin karşısında patron olarak kapitalist devletin yer alması hususu, onları özel sermaye sahiplerinin mülkiyetindeki çeşitli işletmelerde çalışan işçilerden farklı kılmaz. Çünkü, kapitalizm altında sermayenin sahibinin özel mi yoksa devlet mi olduğu, işçinin konumu açısından hiçbir değişiklik yaratmaz.
Maaşları devlet gelirlerinden ödenen ve genel olarak devlet memuru olarak adlandırılan devlet görevlilerinin de kendi içinde taşıdığı ayrımlar vardır. Devlet memurlarını kendi içindeki sınıfsal bölünme bakımından incelediğimizde, kuşkusuz ki en büyük bölümünü işçi diyebileceğimiz kısım oluşturur. Kapitalist devlet altında, hâlâ eski dönemlerdeki ayrıcalıklı konumunu sürdüren üst düzey ideolojik hizmetkârların genel memur toplamı içinde tuttuğu yer ise küçüktür. Üst düzey bürokrasi, egemen sınıf içindeki işbölümü temelinde zihinsel iş yürütücüleri kısmına denk düşer ve doğrudan doğruya burjuva sınıfın içinde yer alır. Devlet görevlisi statüsündeki parlamenterler, bakanlar, üst düzey idareciler, müsteşarlar vb. bu konumdadırlar. Bunlar aylıkçı gibi görünseler de, gerçekte hiç de salt işgücü geliriyle yaşam sürdürmeyen, örtülü ödeneklerle, devlet arpalıklarından tırtıkladıkları ek gelirlerle ayırt edilen bürokratlardır.
Marksizm işçi sınıfını yalnızca onun çalışan (aktif) bölümünden ibaretmiş gibi ele almaz, proletaryanın işsiz kesimini yani yedek sanayi ordusunu önemle hesaba katar. Gerçekte, aktif işçi ordusunun yanı sıra bir de yedek işçi ordusu yaratmayan bir kapitalizm düşünülemez. O halde, ister doğrudan işsizler kapsamında yer alsın isterse emekli statüsünde olsun, işgücü satıcılarının iş bulamayanları ve artık çalışamaz duruma düşenleri de işçi sınıfına dahildir. Ayrıca işçiler yalnızca kendi varlıklarını değil, yeni kuşaklarıyla birlikte ücretli işgücü kitlelerini de üretmek durumundadırlar. Bu nedenle, işgücünü satarak yaşamını sürdürme statüsü yalnızca “aile reisi”ni ilgilendirmemekte, işçi sınıfı işçi aileleriyle birlikte bir gerçeklik oluşturmaktadır. Kısaca hatırlatmaya çalıştığımız tüm bu hususlar, günümüzde işçi sınıfının dünya ölçeğinde ezici bir çoğunluk olduğunu çarpıcı biçimde gözler önüne seriyor.
Tarih göreve çağırıyor
İşçi sınıfını yok saymaya, tarih sahnesinden kovmaya veya kimliği belirsiz bir “orta sınıf” tanımlaması içinde eritmek isteyenlere inat, sınıfın kapitalist gelişme ve yeni teknolojiler temelinde değişen yapısı ne proletaryanın büyümesini durdurmuş ne de onun devrimci mücadele potansiyelini ortadan kaldırmıştır. Dünyayı devrimci yönde değiştirme potansiyeline sahip sınıf, tıpkı geçmiş dönemlerde olduğu gibi, yine işçi sınıfıdır. Proletaryanın devrimci mücadele potansiyelinin nesnel bir temeli bulunmakta ve bu da onun kapitalist üretim süreci içindeki konumundan kaynaklanmaktadır. Kapitalizm var oldukça kendi mezar kazıcısını üretmekten, kapitalist sömürü düzenine son verecek sınıfı var etmekten kaçamayacaktır.
İşte biz, işçi sınıfına veda etmenin moda olduğu günlerde, Marksizmin bu bilimsel çözümlemelerine dayanan tarihsel iyimserliğimizle yüzümüzü geleceğe dönmüştük. Sınıf hareketindeki geçici gerilemelere teslim olmayıp, sabırlı, planlı ve uzun soluklu bir mücadele anlayışıyla yola devam etmiş ve ancak böyle yapanların işçi sınıfı mücadelesinin yine yükselişe geçeceği günlere hazırlanacağını büyük bir inançla dile getirmiştik. Büyüyen İşçi Sınıfı kitabı, kapitalist ekonominin iyi günlerinde kendi sistemine güven tazeleyen burjuvazinin görmezden gelmeye ve yok saymaya çalıştığı işçi sınıfının, 21. yüzyıl başında çeşitli ülkelerde tekrar yükselişe geçmeye hazırlanan hareketiyle dünyaya “son gülen, iyi güler!” diye seslendiğini müjdeliyordu.
Günümüzde ise, kapitalizmin derinleşen tarihsel krizinin yarattığı yıkıcı sonuçların tetiklemesiyle, işçi sınıfının öfkesinin büyüdüğü ve bu haklı öfkenin dünyanın çeşitli noktalarında patlamalı isyanlara dönüştüğü yeni bir süreci yaşıyoruz. Bu anlamda işçi hareketindeki gerileme dönemi artık sona erdi. Evet, henüz sınıfın devrimci bilinç ve örgütlülük düzeyini yükseltmek bakımından dünya genelinde yolun başında bulunuluyor. Ancak nesnel durumdaki değişim, sınıf devrimcilerinin öznel faktörü güçlendirmek üzere azimle atılıma geçmeleri bakımından çok büyük bir önem taşıyor. Bugün işçi sınıfının devrimci misyonunun öneminin kat be kat arttığı, insanlık tarihinin kaderini belirleyecek ölçüde yakıcı bir önem kazandığı aşikârdır. Tarih, insafsız sömürüsüyle, dayanılmaz eşitsizlik ilişkileriyle, kanlı emperyalist savaşlarıyla insanlığı yıkıma sürükleyen kapitalist sömürü düzenini sona erdirmek üzere işçi sınıfını büyük göreve çağırıyor!
link: Elif Çağlı, Tarih İşçi Sınıfını Göreve Çağırıyor, 2 Ocak 2015, https://marksist.net/node/3880
“Kamu Düzeni” Dedikleri...
Diyanet’in İtibarı Mercedes