Son aylarda başta Davutoğlu olmak üzere hükümet yetkililerinin ağızlarından “kamu düzeni” ve “kamu güvenliği” sözcükleri düşmüyor. Davutoğlu hemen hemen her konuşmasında mutlaka “kamu düzeni” vurgusu yapıyor. Birçok konuda önceliklerinin “kamu düzeni” olduğunu tekrarlayıp duruyor. Başbakan Davutoğlu, özellikle Kürt sorunu konusunda izledikleri politikaya meşruiyet kazandırabilmek için “kamu düzeni”ni gerekçe gösteriyor. Çıkarılan anti-demokratik yasaların ve uygulamaların “kamu düzeni ve güvenliği” için yapıldığını iddia ediyor.
Elbette Edirne’den Hakkâri’ye kamu düzenini tesis edeceğiz diye naralar atan Davutoğlu’nun sözlerinin bir karşılığı oluyor. Bir taraftan Kürt hareketiyle görüşmeler devam ederken, diğer taraftan Kürt illerinde devletin kolluk güçlerinin baskısı ve saldırıları tüm hızıyla devam etmektedir. Aralık ayında biri Diyarbakır’da, diğeri de Yüksekova’da olmak üzere iki genç infaz edildi. Belli ki, hükümet Kürtleri oyalayarak seçim öncesinde AKP aleyhine bir atmosferin oluşmasına engel olmayı amaçlıyor.
Türkiye’de “kamu düzeni ve güvenliği”
Burjuvazi kamu düzeni ve kamu güvenliğinden söz ederken aslında ideolojik bir manipülasyon yapıyor. Kamu kelimesi toplum anlamına gelen bir kelimedir. Burjuva ideologlar burjuva devleti tüm toplumun ortak çıkarlarının cisimleştiği bir aygıt olarak gösterip, kamu ve devlet kavramlarını birbirleri yerine kullanarak emekçi kitlelerin bilincini bulandırıyorlar. Onların kamu düzeni ve güvenliği dedikleri şey, “toplumun barış ve huzur içinde yaşaması” değil, burjuva düzenin ve devletin güvenliğidir. Tam da bu yüzdendir ki, “kamu düzeni ve güvenliğini” sağlamaktan söz eden AKP hükümeti ve devlet, yurttaşlarını sokak ortasında infaz edebilmektedir.
Asyatik geçmişe sahip olan Türkiye’de kamu ve devlet kavramlarının içiçe geçirilmesinin daha derin kökleri vardır. Türkiye’de “kamu” denilince anlaşılan şey ile Batı’da genel olarak anlaşılan farklıdır. Sivil toplumun geliştiği Batı’da kamu denilince toplumun tamamı anlaşılırken, Türkiye’de ise kamu kelimesinden daha ziyade devlet anlaşılmaktadır. Tam da bu yüzden Davutoğlu “kamu düzeni”nden bahsederken “tek devlet, tek vatan” vurgusunu yapmayı da ihmal etmiyor.
Türkiye’de kamu düzeni ve güvenliği denilince ne kastedildiğini anlamak için bu toprakların Asyatik tarihine bakmamız gerekiyor:
“Özel mülkiyet temelinde oluşmuş Batı’nın sınıflı toplumlarında devlet, iktisaden egemen olan sınıfın devletiydi ve o sınıfın gücüne dayanmaktaydı. Kolektif devlet mülkiyeti temelinde oluşmuş asyatik sınıflı toplumlarda ise bunun tersi bir durum geçerlidir. Burada tek egemen sınıf olan bürokrasi, devlete dayanmakta ve egemenliğini devlet denen «bürokratik makine» sayesinde sürdürebilmekteydi. Nitekim bu gerçekliğin bir sonucu olarak, Asyatik sınıflı toplumlarda bir «kutsal devlet» ideolojisi oluşmuş ve tüm topluma bu ideoloji egemen olmuştur. Oysa Batılı sınıflı toplumlarda, her toplumsal sınıfın kendi çıkarlarını yansıtan bir «sınıfsal ideolojisi» vardır ve toplumda egemen olan ideoloji de genellikle iktisaden egemen olan sınıfın ideolojisidir.” (Mehmet Sinan, Paşalar Cumhuriyetinden Burjuva Cumhuriyetine TC’nin Sivilleşme Sancısı, wwww.marksist.com)
Mehmet Sinan’ın vurguladığı üzere, Batı gelişim çizgisinden farklı bir tarihsel sürece ev sahipliği yapan bu topraklarda “kutsal devlet” anlayışı yönetenden yönetilene kadar tüm topluma egemen olmuştur. Asyatik üretim tarzına sahip Osmanlı Devletinin yerine kurulan, kapitalist Cumhuriyetin kurucularının genlerine de aynı kodlar işlenmiştir. Mustafa Kemal, yeni toplumun sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir topluluk olduğunu iddia ediyordu. Böylece yeni devleti sınıflar üstü gösterip toplumun her kesiminin devlete itaat etmesini bekliyordu. Resmi ideolojiye karşı çıkanlar ise tek parti diktatörlüğü dönemi boyunca devletin sopası ile karşı karşıya kalacaklardı. Bu sayede devlete sahip olanlar da herhangi bir muhalefetle karşılaşmadan egemenliklerini sürdürebileceklerdi. Geç doğan Türk burjuvazisi de devletin (sivil-asker bürokrasi) kanatları altında sermaye birikimini gerçekleştirebilecekti. Nitekim Türkiye burjuvazisi aradan geçen uzun yıllar sonucunda giderek palazlandı ve AKP’nin iktidarda olduğu süreç içerisinde Türkiye dünyanın 17. büyük ekonomisi oldu. Ne var ki, bir dönem kanatları altına sığındığı ve kendisini devletin sahibi olarak gören statükocu bürokrasi artık burjuvazinin gelişiminin önünde bir engel haline geldi. AKP, iktidarda olduğu 12 yıl boyunca kendi çıkarları gereği Kemalist devlet mekanizmalarını ve Kemalist ideolojiyi zayıflattı ama geleneksel devletçi refleksler ve zihniyet değişmedi.
AKP’lilerin, Şeyh Edebali’nin “insanı yaşat ki devlet yaşasın” sözünü de sıklıkla dillendirmelerinin sebebi elbette insanı temel alan bir siyaset izlemeleri değil. Aslında atalarının mirasına sahip çıkan AKP’liler aynı devlet ideolojisini sahipleniyor ve yaşatmaya çalışıyorlar. Tıpkı Osmanlı gibi bugünün AKP’li egemenleri de, öncelikli olarak devleti yaşatmaya çalışıyorlar. Devletin büyümesine faydası olmayacaksa insanın bir önemi yoktur.
Erdoğan’ın ve AKP’nin öncelikli ihtiyacı devleti tamamıyla kendi kontrollerine almaktı. Nitekim gerek asker gerekse de sivil bürokrasiye karşı yürütülen mücadeleden AKP galip çıktı ve devletin merkezine oturdu. Bugün Gülen Cemaatine karşı yürütülen operasyonlar da son tahlilde aynı amacın parçasıdır. Karşıtlarını gerileten veya saf dışı bırakan AKP, böylece bugüne kadar hiçbir partinin sahip olamadığı bir güce kavuştu. Devletin dümenini eline geçirince, liberalleri büyük bir hayal kırıklığına uğratarak demokratik vaatlerinden geri adım attı ve bir baskı aygıtı olarak devletin gücünü daha da arttırdı. Çünkü Erdoğan’a göre kapitalizmin sistem krizinin devam ettiği konjonktürde AKP’yi 2023 hedeflerine ulaştıracak olan demokratik bir devlet değil, otoriter bir devletti. Erdoğan tarihe büyük Türkiye’nin büyük lideri olarak geçmek istiyor. Bu hayalini de ancak büyük bir devlet sayesinde tarihe geçirebileceğini düşünüyor.
İşte bugün “kamu düzeni ve güvenliği” derken AKP’li yetkililerin kastettiği şey onların egemenliğini devam ettirecek olan devletin düzeni ve güvenliğidir. Mehmet Sinan, Batı ve Doğu’yu karşılaştırarak, kamu kavramının Batı’da ve Doğu’da neden farklı anlamlara sahip olduğunu da açıklamış oluyor:
“Batı kapitalizminin ve Batı burjuva cumhuriyetinin tarihsel arka planında, Batı’nın daha orta çağdan itibaren geliştirdiği özerk topluluklar (lonca kuruluşları ve özerk kent oluşumları) vardır. Daha 11. yüzyılda oluşmaya başlayan bu özerk topluluklar, bireylerin özgür iradeleriyle bir araya gelerek oluşturdukları ortaklıklardı. Bireylerin kendi aralarında yaptıkları sözleşmeye ve katılımcılığa dayanan bu ortaklıklar, daha sonra merkezî devletlerin oluşumuyla birlikte, kendilerini ulusal düzeyde de ifade edeceklerdi. Yani Batı’da sivil toplumun gelişmesiyle birlikte, önce bir bireyselleşme süreci yaşanmış, sonra da bu bireyselliğin kolektif hali olan (bireylerin iradesine dayanan) özerk kent toplulukları (kent komünleri) ortaya çıkmıştır. Bu özerk kent toplulukları, birbirlerine yeminle bağlı yurttaşlardan meydana gelen ortaklıklardır. Dolayısıyla bu özerk mekânlarda, kamusal bir görev olan siyaset de çok geniş bir alana sahip bulunuyordu. Kent yurttaşlarının birbirlerine bağımlı olmaksızın, fakat bir yurttaşlık bilinci içinde sorunlarına çözüm bulmak üzere katıldıkları geniş bir eylem alanıydı siyaset. İşte Batı’nın cumhuriyetinin tarihsel arka planında, böylesi bir toplumsal gelişim süreci yatmaktadır.
“Oysa bir Doğu toplumu olan Osmanlı toplumunda, ne özerk kentler, ne bireysel haklar, ne kenttaşlık ne de yurttaşlık bilinci gelişebilmişti yüzyıllar boyunca. Osmanlı toplumunda yönetici devletlû sınıf (askeriye ve ilmiye) dışında herkes padişahın reayası (sürü) sayıldığından, bu toplumda halkın siyasete katılımı da söz konusu olamazdı. Siyaset, tepedeki dar bir yöneticiler oligarşisinin tekelinde bulunuyordu. Yani toplumsal sınıflara dayanan gerçek bir politik toplumun oluşumu da hiçbir zaman söz konusu olmamıştır Osmanlı’da. Bundan dolayı Osmanlı toplumunda bireysellik ve birey hakları gibi konular hiçbir zaman gündeme gelmemiş ve gücünü devlet dışında bir yerden alan bir sınıf ya da tabaka gelişememiştir. Osmanlı’da hak değil, devletin bahşettiği ihsanlar vardır. Bu nedenle insanlar, haklar uğruna mücadele etmek yerine, sırtını devlete dayayarak imtiyaz koparma peşinde koşmuşlardır hep. Evet, Türkiye’deki burjuva cumhuriyetin tarihsel arka planında da işte böyle bir «toplumsal gelişme» süreci yatmaktadır!” (agm)
* * *
“Kamu düzeni ve güvenliği” kavramı bugün Türkiye’nin en can yakıcı sorunlarından biri olan Kürt sorunu ile birlikte anılmakta. Hükümet Kürt sorununun çözümü için “kamu düzeninin” sağlanmasını şart koşuyor. Bunun en önemli sebebi bölgenin kimi yerlerinde devletin otoritesinin zayıflaması ve 6-7 Ekim isyanında görüldüğü üzere devletin bütün baskılara rağmen Kürt halkını zapturapt altına alamamasıdır.
Nitekim “kamu düzeni” şartı 6-7 Ekim olaylarından sonra hükümetin diline pelesenk oldu. Yani AKP istiyor ki, Kürt halkı söylenilen her şeye tâbi olsun, sesini çıkarmasın, devlete güvensin, hâşâ kendini devlet yerine koymaya kalkışmasın. Yukarıdaki satırlarda “Osmanlı’da hak değil, devletin bahşettiği ihsanlar vardır” diyor Mehmet Sinan. Erdoğan’ın ve kurmaylarının zihniyetinde de Osmanlı kuralları devam etmektedir. En ufak bir hak aranmasına dahi tahammülleri yoktur. En demokratik haklarını kullananları bile devletin sopasıyla ehlileştirmeye çalışıyorlar. Devlet otoritesine karşı çıkmak devletin sahipleri için en büyük suçtur. Bu suçu işleyenler sorgusuz sualsiz cezalandırılmalıdır. Kobanê olaylarından sonra küplere binen Erdoğan şöyle buyurmuştu: “Çocukların eline taş verenler, silahı verenler, polislerimizi şehit edenler ortada. Bütün bunlara karşı polisimiz ne yapacak? Hâlâ kalkan mı tutacak? Kusura bakmasınlar, kimse de bu konuda bize akıl vermesin. Artık ne polisimizin ne askerimizin kalkanla bu işin önüne geçmesi mümkün değil. Gereği neyse askerimiz de polisimiz de onu yapacaktır.”
Fakat içinden geçtiğimiz dönemin koşullarını göz önünde bulundurduğumuzda, hükümetin Kürt sorununun çözümü için hiçbir adım atmadan Kürt halkını uzun süre oyalayabilmesi mümkün değildir. Bunun farkında olan hükümet bir taraftan Kürt hareketi ile görüşmeler kapsamında demokratikleşme yasalarından bahsederken, diğer taraftan sözde “kamu düzenini sağlamak için” İç Güvenlik Reformu adıyla bilinen anti-demokratik bir tasarıyı Meclise taşıdı. Bu tasarı yasalaştığında arama izni sözlü olarak alınabilecek, molotof, havai fişek gibi yanıcı maddelere karşı silah kullanabilecek, demir bilye ve sapan bulundurulması ve taşınması yasak olan maddeler kapsamına alınacak. Polis artık savcı izni olmaksızın amirinin onayıyla istediği kişiyi 24 saat gözaltına alabilecek. Hâkim kararı olmaksızın Emniyet Genel Müdürü veya İstihbarat Dairesi Başkanının yazılı emriyle telefonlar dinlenebilecek. Gösterilerde yüzü kapatmanın cezası arttırılacak. Aslına bakarsanız bunlar devletin kolluk güçlerinin zaten uyguladığı yöntemler. Tasarının yasalaşmasıyla birlikte polisin yasadışı olarak başvurduğu bu yöntemler yasal hale gelecek.
Hükümetin “kamu düzeni ve güvenliği”nden anladığı kamuyu zapturapt altına almaktır. 2010 yılında kurulan Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı da bu anlayışının sonucudur. Misyonu “terörle mücadeleye ilişkin politika ve stratejileri geliştirmek ve bu konuda ilgili kurum ve kuruluşlar arasında koordinasyonu sağlamak” olan Müsteşarlığın toplumun ihtiyaçlarını sağlamak için kurulmadığı yeterince açık. Her türlü hak aramanın, en demokratik mücadelelerin bile “terör” olarak yaftalandığı Türkiye’de, “terörle mücadele” demek aslında kamunun temel demokratik haklarının bile devlet güvenliği adına engellenmesidir.
Hükümet, “kamu düzeni” kavramını bu şekilde kullanarak bütün anti-demokratik uygulamalarına meşruiyet kazandırmak istiyor. Bugün bu konu daha çok Kürt sorunu kapsamında gündeme gelse de, hükümetin “kamu düzeni ve güvenliği” anlayışı sadece Kürtleri ilgilendiren bir konu değildir. AKP, anti-demokratik yasa ve uygulamalarıyla tüm toplumun kendisine biat etmesini sağlamaya çalışıyor. Önümüzdeki günlerde bunun sonuçlarını daha fazla görmeye başlayacağız. AKP, karşısında örgütlü bir işçi sınıfı olmadıkça daha fazla pervasızlaşacak. Muhalefette bulunan diğer burjuva partilerin “kamu düzeni ve güvenliği” konusunda AKP’den hiçbir farkı yoktur. CHP ve MHP’nin de önceliği her zaman devlettir, kamu değil. Hatta bunlar AKP’yi devlet egemenliğini tartışılır hale getirmekle ve kamu güvenliğini sağlayamamakla suçluyorlar. Sonuç olarak, burjuva düzen yıkılmadıkça Türkiye’de kamunun güvende olması mümkün değildir!
link: Suphi Koray, “Kamu Düzeni” Dedikleri..., 29 Aralık 2014, https://marksist.net/node/3878
AKP’nin Yolsuzlukları Örtme Çabası
Tarih İşçi Sınıfını Göreve Çağırıyor