Türkiye’de rejimin otoriterleşme yönündeki eğilimi istikrarlı biçimde sürüyor. Bir yandan “demokratikleşme paketi” açılacağı söylenerek mavi boncuk dağıtılırken, diğer yandan demokratik hak ve özgürlükler alanının daraltılması yönünde uygulamalar, girişimler ve devlet terörü hız kazanıyor. Öteden beri süren ve özellikle 12 Eylül faşizmi tarafından güçlendirilen anadilde eğitim yasağı ya da yüzde 10’luk seçim barajı gibi temel nitelikte baskı ve yasaklamalar AKP tarafından ısrarla sahiplenilip korunurken, şimdilerde, savcı kararı olmaksızın polise gözaltı yetkisi veren düzenlemelerde örnekleri görülen yeni baskı uygulamaları birbiri ardına gündeme getirilmekte.
Daha önce AKP’nin bu otoriter eğilimlerinin gerek dünya genelinde kapitalist sistemin yaşadığı tarihsel bunalımla, gerekse de AKP’nin statükocu Kemalist burjuva güçleri büyük oranda alt ederek orduyu zapturapt altına alması ve dolayısıyla artık iktidarda tekel oluşturmasıyla ilgili olduğuna Marksist Tutum’da birçok makalede değinmiştik. Statükocu-Kemalist darbe tehlikesinin savuşturulması ve devletin kilit konumları üzerinde önemli ölçüde kontrol kurulması, AKP’nin kitleler karşısında mağdur rolü oynama olanağının da temelde ortadan kalkması anlamına geliyordu. Kapitalist sömürünün çarkları altında inleyen kitleleri kontrol altında tutmak için başka araçlara ağırlık verme ihtiyacı belirmişti. İşte AKP’nin bir yandan dinsel-muhafazakâr bazı uygulamaları giderek öne çıkarmaya başlaması, bir yandan da polis devleti uygulamalarına daha büyük bir özgüvenle yeni bir hız vermesi bir yönüyle bu çerçeveye oturmaktaydı. Bunun yanı sıra elbette Ortadoğu’da ve özellikle Suriye’de kaynayan savaş kazanının yarattığı tehditler ve Kürt hareketinin bu süreçte elde ettiği yeni kazanım ve mevziler bu sürecin diğer önemli etmenlerini oluşturmaktaydı.
İşte bu genel tablonun üzerine gelen kitlesel Gezi protestoları AKP’nin bu yöndeki eğilimlerine yeni bir itilim verdi. Ülke içindeki seçmen desteği önemli bir darbe almasa da, içerde ve dışarıda imajı çok ciddi bir yara alan AKP ve Erdoğan, Gezi üzerinden başlayan hareketi panik içinde acımasız bir devlet terörüyle bastırmaya yöneldi. 5 gencin katledilmesi, onlarca insanın kalıcı sakatlığa mahkûm olması, yüzlerce insanın da ciddi yaralanmalara maruz kalmasıyla sonuçlanan bu sürecin bir aşamasında Arınç orduyu devreye sokmaktan bile söz etti. Binlerce insanın gözaltına alınmasını, tutuklamaları ve yargılamaları bir kenara bırakıyoruz.
Hükümet Gezi travmasıyla baş etme telaşı içindeyken bir de üstüne dışarıdan büyük bir darbe yedi. Mısır’da şevkle destek verdiği ve bir bölge ittifakı oluşturma yolunda büyük umutlar beslediği İhvan yönetimi askeri darbeyle alaşağı edildi. Böylece, bölgeye yönelik olarak yürütülen dış siyaset bağlamında büyük yatırım yapılmış olan Suriye’de işlerin pek iyi gitmemesine ilave olarak, Mısır’da da önemli bir müttefik yitiriliyordu. Dahası bölgede Suriye bağlamında ve genelde ittifak içinde hareket edilen Suudi Arabistan gibi güçlerle de açıkça karşı cephelere düşülüyordu. Ancak burada AKP açısından özellikle hassasiyet doğuran nokta Mısır’da İhvan yönetiminin darbe öncesinde büyük kitle gösterilerinin baskısı altında kalmış olmasıydı.
Böylece, zaten genelde hoşlanmadığı kitle gösterileri, sokak eylemleri, bu süreçte AKP için özellikle alerji yaratmaya başladı. Hükümete muhalefet ifade eden hemen her sokak eylemine acımasız bir polis şiddetiyle karşılık verilirken, bir yandan da bu tür eylemlere destek ya da sempati beyan eden tanınmış kişiler de açık saldırı hedefine kondu. O kadar ki, Gezi protestolarına destek veren dizi oyuncuları bile türlü mekanizmalarla işlerinden edilmeye başlandı.
Çeşitli baskı mekanizmalarını güçlendirme yönündeki somut adım ve girişimler bir yana, ideolojik planda da bir kampanya söz konusudur. Bu çerçevede kitlelere siyaset yapmanın tek yolu olarak seçimlerde sandık başına gidip uslu uslu oy kullanma gösterilmektedir. Sokak eylemleri, protestolar vb. kanunsuz, gayrimeşru ilan edilmekte, buna yeltenen herkes “teröristlik”, “darbecilik” vs. ile damgalanmaya çalışılmaktadır.
Kitlelerin siyaset yapması konusundaki bu çarpıtma, bir yandan hükümet ve yandaşları cephesinden empoze edilirken, hükümet karşıtı sağlı sollu burjuva cephede de, darbeleri de siyasetin adeta meşru bir yolu olarak göstermeye yönelik argümanların dillendirilmesine zemin döşenmiş olmaktadır. Nitekim açıktan ya da örtülü biçimde bunu yapanlar oldu. Böylece bir yanda sandık fetişizmi diğer yanda darbe seviciliği diyebileceğimiz çift yönlü bir saptırmaca ekseni oluşmuştur. O nedenle seçimler, sandık ve darbeler konusunda devrimci işçi sınıfının Marksist yaklaşımını hatırlatmanın yararlı olacağı düşüncesindeyiz.
İnsanlığın evrensel demokratik kazanımlarının sandığa indirgenmesi
AKP ve Erdoğan’ın seçimler ve sandığa dair yürüttüğü adı konmamış demagojik kampanyası konusunda Elif Çağlı geçtiğimiz ay bazı temel hususları hatırlatmıştı:
“Bugün Erdoğan’ın meseleleri çarpıtarak toplumu yanıltmaya çalıştığının aksine, burjuva parlamenter demokrasilerde yürütme gücünden hesap sorulabilen tek yer seçim sandığı değildir. Burjuva demokrasisinin işlerliğinden söz edebilmek için, kitlelerin seçim dönemleri dışında da, yürütmenin yani hükümetin icraatlarından hoşnutsuz oldukları hususlarda tepkilerini çeşitli biçimler altında ortaya koyma hakkına sahip olmaları gerekir. Parlamenter işleyişi, iki seçim dönemi arasında yürütmenin gücünü mutlaklaştıran biçimde yorumlamak yanlıştır. Kitlelerin her zaman kullanmaları gereken demokratik haklarını çiğneyerek, “demokrasiyi” yalnızca seçim sandığında oy verip vermeme meselesine indirgemek tam anlamıyla otoriter rejim yanlılığıdır. İşte özellikle son dönemde başbakan Erdoğan’ın, artık adeta bir ruh hastalığı derecesinde pervasız biçimde savunup sergilediği siyaset böyle bir otoriterlik eğilimidir.” (Elif Çağlı, Burjuva İktidara Karşı Sınıf Çizgisi, marksist.com)
Normal olarak tüm burjuva demokrasilerinde egemenler kitlelerin seçimler dışında etliye sütlüye karışmalarını pek arzu etmezler. Ancak burjuva demokrasisinin genel demokratik standartlarını temsil eden kapitalist ülkelerde yöneticilerin seçim ve sandığı diğer demokratik hakların karşısına üstün bir ilke olarak koyması türünden söylemlere yeltenmesi pek görülmez. Çünkü bu demokratik haklar yüzyılların mücadeleleri sonucu bilek hakkıyla kazanılmış ve norm durumuna yükselmiş haklardır. Aynı şekilde ifade, örgütlenme, protesto ve gösteri haklarının özünü hedef alacak nitelikte söylemler ile gösteriler karşısında Türkiye’deki denli açık ve pervasız polis teröründen de genel olarak kaçınılır.
Böylesi bir söylemle Erdoğan, emekçi yığınlarda güdük ve çarpık bir demokrasi ve özgürlükler algısı yerleştirmeye gayret etmektedir. Erdoğan gibilerin anlayışı, burjuva demokrasisinin genel kabul görmüş normları açısından bile skandal sayılabilecek niteliktedir. Doğrusu, seçimleri gitgide egemenlerin dayattığı şu ya da bu tercihin onaylanması anlamına gelen plebisite çeviren ve bunu demokrasi diye pazarlayan bir anlayış tırmanışa geçmiş durumdadır. Bunun doğal bir uzantısı olarak, seçimler dışında her türlü siyasal etkinliği boğma yönünde bir girişimle karşı karşıyayız. İşte bu pervasızlık, olağan olmayan şeyi, yani otoriterlik eğilimini ortaya koyan belirtilerden biridir.
Demokratik hak ve özgürlüklerin sandığa indirgenmesi olarak tanımlayabileceğimiz yaklaşım tümüyle demagojik bir çarpıtma anlamına gelmektedir. Pratikte böyle bir durumun oluşması plebisiter bir diktatörlükten başka şey ifade etmez. İster tek partili olsun ister çok partili, durumun özünü ortaya koyan tanımlama budur. Örneğin Suriye’de sanıldığının aksine sadece Baas Partisi yoktur. Baas’tan başka birçok parti ve görünüşte seçimler vardır. Ama bu rejimin bir demokrasi olmadığı tartışmasız bir gerçektir.
Dünyanın hiçbir yerinde temel demokratik hakların varolup da seçim hakkının varolmadığı görülmemiştir. Ama bunun tersi çeşitli örnekler mevcuttur. Sadece bu basit olgu bile temel demokratik özgürlüklerin seçim ve sandık hakkından daha hayati ve öncel olduğunu ortaya koymaktadır. Tarihsel sürece bakıldığında da bunu net biçimde görmek mümkündür. Siyasetin seçim, sandık ve parlamento dışı araçları, ki esas olarak “sokak” diye özetleyebiliriz, daima önce gelmiş ve sonunda da seçim hakkını doğurmuştur. Yani seçimler, parlamentolar vs. sokakta yapılan siyasetin, doğrudan kitle eylemlerinin bir meyvesi olarak ortaya çıkmıştır. Kestirme bir anlatımla, seçimlerden ve sandıktan önce sokak vardı ve sandık da o sokaktan geldi.
Ama egemenler bu tür kurumlar ortaya çıktıktan sonra daima kitleleri evlerine yollamaya çalışmışlardır. Buna mukabil kitleler de seçim, sandık, parlamento gibi kurumlar karşısında doğrudan siyaset araçlarını daima kullanmışlardır. Doğrudan siyaset araçları, sokak, daima kitlelerin tek gerçek güvencesi olmuştur. Bunun içindir ki, egemenler bu araçları men edememiş, kabullenmek zorunda kalmışlardır. “Siyaset bilimi” literatürüne devrim hakkı ya da isyan hakkı olarak geçen kavram bunun fikir planındaki en özlü anlatımıdır.
Halk devrimi niteliği taşıyan 17. ve 18. yüzyılın büyük burjuva devrimlerinin ünlü siyasi metinlerinde, anayasalarda, bildirgelerde bu husus değişik biçimlerde ifadesini bulmuştur. İsyan hakkı bugünkü ABD anayasasında bile bir kalıntı olarak mevcuttur. Mealen “eğer yönetim zalimleşmişse yurttaşların isyan etme hakkı vardır” der. Bu hak burjuva düşüncenin devrimci zamanlarında siyasi fikriyatın önemli ilkelerinden birini oluşturuyordu ve kimi metinlerde eşanlamlı olarak devrim hakkı diye de geçmiştir. Bunun izleri ta İngiltere’deki Magna Carta’ya kadar gider. 1215 tarihli Magna Carta ilk anayasal belge olarak tarihe geçmiştir ve içerdiği maddelerden biri kralın yükümlülüklerini yerine getirmemesi halinde baronlardan oluşan bir komiteye gerektiğinde zor kullanma hakkını verir. Nihayetinde tüm bu kazanımların genel bir ifadesi konumundaki İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde bile bu hakka bir atıf yapılarak, “İnsanın zulüm ve baskıya karşı son çare olarak ayaklanmaya mecbur kalmaması için insan haklarının bir hukuk rejimi ile korunmasının esaslı bir zaruret olması”ndan söz edilir.
Bugün demokratik hak ve özgürlükler diye kısaca ifade edilen şey, gerisinde yüzyıllara yayılmış büyük ve kanlı sınıfsal mücadeleleri barındırır. Ama burjuva düzenin ideolojik araçları bu tarihsel gerçekleri ellerinden geldiğince gizlemeye çalışırlar. Sanki ezelden beri seçimler ve sandık gibi halim selim kurumlar mevcutmuş gibi bir mistifikasyon yaratmaya, bu kurumlar dışında siyasi faaliyeti, özellikle de “sokağı”, doğrudan eylemi teşvik etmemeye çalışırlar. Örneğin burjuva demokrasisinin beşiği olan İngiltere ılımlı ve uzlaşmacı gelişmenin timsali, demokratik tartışma kültürünün ve sorunların bu mekanizmalarla çözülmesinin örnek ülkesi gibi lanse edilir. Oysa bu önemli ölçüde bir mistifikasyondur. Zira o İngiltere’de bile yüzyılların mücadeleleri içinde dökülen kanın, uçan kellelerin haddi hesabı yoktur. Bugünlerde dünyadaki isyan hareketlerinde yaygın biçimde taşınan yüz maskeleri, 1605 yılında İngiliz parlamentosunu havaya uçurmaya çalışan ancak gammazlandığı için hedefine ulaşamayıp idam edilen bir eylemcinin (Guy Fawkes) yüzünü temsil etmektedir.
Elbette burjuva egemenler daima emekçi yığınların siyaset yapmasını sınırlamaya çalışırlar. Kitlelerin dört ya da beş yılda bir seçim sandığının başına gidip sınırlı seçenekler arasında bir tercih yapmaları ve sonra evlerinde oturup etliye sütlüye olabildiğince karışmamaları istenir. Ancak egemenler aynı zamanda istemeden kabullenmişlerdir ki, kitle mücadeleleri sonucu anayasal haklar biçiminde tescillenmiş başka demokratik hak ve özgürlükler de vardır. Bunlar arasında ifade, toplanma ve örgütlenme özgürlüklerinin kabulü aslında seçimle her şeyin hallolamayacağının, seçimle gelmiş bir iktidarın kendini mutlak iktidar konumunda göremeyeceğinin peşinen bir kabulüdür. Bu hak ve özgürlüklerin dışlandığı bir demokrasi düşünülemez.
Yukarıda bahsedilen tarihsel sınıf mücadeleleri içinde özellikle emekçi kitleler, seçtikleri kişi ve grupların başlarına buyruk hareket etmemesi, seçimlerle gelen kralların doğmaması için başka önlemler de geliştirmişlerdir. Seçilen kişileri bir sonraki seçimi beklemeden görevden alma hakkı anlamına gelen geri çağırma hakkı gibi. Dahası seçime tâbi olan görevlerin sayı ve çeşitliliği mümkün olduğunca genişletilmiştir. İşin doğrusu, nerede yoksul emekçi kitleler mücadeleye katılmışsa orada görece daha demokratik biçimler oluşmuştur. Bu biçimler daha sonra gitgide kabuğa döndürülseler de. Örneğin ABD’de mahkemelerde halk temsilcilerinden oluşan jürilerin olması, şeriflerin, savcıların, okul idari yönetimlerinin halk tarafından seçilmesi gibi hakları saymak mümkündür.
İşçi sınıfı açısından özel önem taşıyan bir nokta ise grev hakkıyla ilgilidir. Örneğin Türkiye’de genel grev ya da siyasal grev hâlâ yasaktır. Bıraktık genel grevi ve siyasal grevi, dayanışma grevi yapmak bile yasaktır. İşçiler toplu sözleşme anlaşmazlığı dışında grev yapma hakkına sahip değildirler. Bu yasaklamalarla, işçi sınıfının özgül ve temel bir mücadele aracı olan grev bir siyaset yapma aracı olmaktan men edilmiştir. Oysa çok iyi bilinir ki tarihte birçok gelişme bizzat işçi sınıfının etkili grevleriyle sağlanmıştır. Türkiye’de grev hakkının kendisi Kavel greviyle kabul edilmek zorunda kalınmıştır. Keza 1980 öncesinde, baskının özel bir biçimi olan Devlet Güvenlik Mahkemeleri işçilerin siyasi grevleri sayesinde engellenmiştir.
Burjuva egemenler emekçi kitleler için siyasetin tek mecrası olarak seçim ve sandığı empoze etmeye çalışmakla yetinmezler. Neme lazım deyip seçme hakkını da elden geldiğince anti-demokratik biçimlerle kuşatarak bu hakkın içeriğini de bozmaya gayret ederler.
Bir kere burjuva demokrasisi doğrudan değil, temsili bir demokrasidir. Az sayıda temsilci toplumun yerine karar verir ve uygular. Kitlelerin seçtikleri kişileri denetleme olanakları ya hiç yoktur ya da sınırlıdır. Bu sınırlar sınıf mücadelelerinin gelişim özelliklerine bağlı olarak ülkeden ülkeye değişse de son tahlilde sınırlı kalmaya mahkûmdur. İkincisi, seçimler asla adil bir yarışma şeklinde olmaz. Düzen partileri ve şahıslarıyla düzene muhalif olanlar eşit şartlarda yarışmazlar. Bir kere propaganda olanakları açısından büyük bir eşitsizlik vardır. Düzen içi düşünceler zaten kitlelerin kendiliğinden ideolojisi olarak belli bir önyargı temeli oluştururlar ki, bu önyargılar medyasıyla, eğitim sistemiyle vb. her gün kitlelerin yaşamına zerk edilirler. Düzen partileri bu yerleşik önyargıların temeli üzerinde oynamanın rahatlığı içinde hareket ederler. Öte yandan ellerinde büyük maddi olanaklar ve araçlar vardır. İnsanların gündelik yaşamını boydan boya kuşatan medya gücü onların elindedir. Bu eşitsizliklerin yanı sıra birçok hukuki engeller çıkarılır ve son olarak da bizzat seçim sistemleri temsiliyeti alabildiğine sınırlandırıcı biçimde işlev görürler.
Tam da bu nedenlerle genel olarak en eski ve köklü burjuva demokrasilerini oluşturan gelişmiş kapitalist ülkelerde emekçi kitleler seçimlerden bezmeye başlamışlar ve sandığa giderek daha az ilgi gösterir olmuşlardır. Çünkü uzun burjuva demokrasisi deneyimi, temel nitelikte sorunların seçimlerle pek çözülemeyeceğini ortaya koymuştur emekçi kitleler açısından. Bunun sadece gelişmiş ülkelerle sınırlı olduğu da söylenemez üstelik. Başka birçok ülkede benzer bir durum söz konusudur. Seçimlere katılımın düşüklüğü temsiliyet açısından temel bir sorun teşkil etmesine rağmen egemenler bunu görmezden gelmeye eğilimlidirler.
Örneğin Mısır’da halkın iradesini temsil ettiği söylenen Mursi’nin aldığı oy oranı gerçekte toplam seçmenin sadece yüzde 11’i düzeyinde. Zira asıl temsil gücünü gösteren ilk turda aldığı oy oranı yaklaşık yüzde 25’tir ve katılım oranının yüzde 46 civarında olduğu düşünüldüğünde bu gerçekte yüzde 11 anlamına gelmektedir. Böylece gerçek kitle tabanı yüzde 11 olan bir kişi, geri kalan yüzde 90’a da hükmetme hakkını eline almış olmaktadır.
Öte yandan seçim sistemleri aracılığıyla getirilen birçok haksızlık ve eşitsizlik bulunuyor. Örneğin seçim barajları. Türkiye’de yüzde 10’luk seçim barajı yüzünden 5 milyon seçmenin oyunu alsanız bile parlamentoya hiçbir temsilci gönderemeyebilirsiniz. Nitekim Kürt hareketi 3 milyona yakın oy aldığı halde parlamento dışı kalmıştır geçtiğimiz yıllarda. Bu baraj sayesinde AKP 2002 seçimlerinde sadece yüzde 36 oyla parlamentoda yüzde 65 oranında sandalye kazanmıştır. Böylece başka kişi ve partilere verilmiş oylar alenen çalınmış olmaktadır.
Ancak egemenler seçim sistemleri bağlamında sadece baraj türü engellerle de yetinmezler. Öyle seçim sistemleri icat ederler ki, milyonların oyları boşa gider. Örneğin yukarıda bazı görece ileri demokratik formlarından söz ettiğimiz ABD’deki seçim sistemi, olağanüstü ölçüde anti-demokratik, eşitsiz, adaletsiz bir sistemdir. Bu nedenle iki parti dışında hiçbir partinin bu mekanizmayla seçim zaferi elde etmesi söz konusu olamaz. ABD’de de, İngiltere’de de seçim sisteminin önemli bir parçası çoğunluk sistemidir. Buna göre, “birinci gelen hepsini alır” prensibi geçerli kılınarak, en çok oy alan dışındakilerin temsiliyeti sıfıra indirgenir. Birinci gelenden sadece birkaç oy az alsanız bile size hiçbir temsil hakkı verilmez. Böylece orantılı bir temsil imkânsız hale getirilir. Adil orantılı bir temsili mümkün kılan seçim sistemleri Türkiye’de de olduğu gibi terk edilmiştir. Türkiye’de 1961 Anayasasından sonra getirilen milli bakiye sistemi daha adil bir sistemdi ve bu sistem sayesinde Türkiye İşçi Partisi meclise 15 milletvekili sokabilmişti. Ama bundan çok ürken egemenler çok geçmeden bu sistemi değiştirdiler.
Darbeler mubah mı?
Bir yandan seçimler ve sandığın sınırlılıklarını, adaletsizliklerini vs. vurgulamamız, bir yandan da kitlelerin doğrudan siyaset araçlarının önemine dikkat çekmemiz, darbelere davetiye çıkardığımız anlamına gelmez. Burjuva demokrasisi ve seçimler konusundaki genel bazı eleştirileri kendilerine kalkan yapan kimileri darbeleri mazur ve hoş göstermeye kalkabilmektedirler. Örneğin Ertuğrul Özkök Mısır’daki son süreç bağlamında yazarken, “demokrasi bazen darbeyle gelir” fikrini savunmuştur.
Ertuğrul Özkök’ün postal seviciliğini zaten biliyoruz diyenler olabilir. Ama başkaları da var. Örneğin eski İngiliz başbakanı Tony Blair de, “Mısır’da ordu demokrasiyi tesis ediyor” diyerek cuntaya desteğini ifade etmiştir. Mevcut ABD Dışişleri Bakanı John Kerry de, “Mısır’da ordunun demokrasiyi yeniden inşa etmek için müdahale ettiği”ni söylemektedir. Genelde darbenin Batılı devletler ve siyasetçiler tarafından pek tepkiyle karşılanmaması, aksine ılımlı değerlendirilmesi burjuva demokrasisinin çürümüşlüğünün, ikiyüzlülüğünün çarpıcı bir örneğidir. Lafı uzatmadan ekleyelim ki, ilerici addedilen kimi darbeleri sol hareket içinden de destekleyenler her zaman çıkmıştır. Türkiye’de de solun bir kesimi Mısır’daki darbeye bu gözle bakmıştır.
Darbeler kitlelerin doğrudan siyasetine tam zıt olarak, tepeden inmeyi ifade ederler. Düzenin baş silahlı gücü olan ordu, elindeki silaha güvenerek, kitlelere karşı ya da onları dışlayan biçimde iktidara el koyar. Burada kitlelerin doğrudan siyaset yapmasına tümüyle karşıt bir yöntem söz konusudur. Ordular düzenin başlıca koruyucusu ve onun en büyük şiddet aygıtını oluştururlar. Bu şiddet aygıtı durum gerektirdiğinde içte ve dışta emekçi kitleleri ezmek için hazırda tutulur. Bir kurum olarak ordu tabiatı gereği halk düşmanıdır. “Bir kurum olarak” ibaresinin altını çiziyoruz, çünkü burada kasıt halk çocukları olan erat değildir.
Geçmişte 27 Mayıs 1960’ta olduğu gibi Demokrat Partinin gericiliğini ya da şimdi Mısır’da İhvan’ın gericiliğini bahane edip, burjuva gericiliğinin bir başka formu olan darbeciliği savunmak işçi sınıfının ya da kendine sosyalist diyenlerin işi olamaz. İşçi sınıfı kendi bağımsız siyasetini ortaya koyan kitlesel eylem biçimleriyle siyaset yapmak durumundadır. Bu onun doğası gereğidir. İşçi sınıfı dünyanın hiçbir yerinde hiçbir darbeye hayırhah gözle bakmamalı, yalnız ve yalnızca kendi öz örgütlülüğü ve eylemine güvenmelidir. İşçi sınıfının özgüvenini, öz örgütlülüğünü ve mücadelesini ilerletmeyen hiçbir eylem biçiminden yarar umulamaz.
Öte yandan burjuva demokrasisinin sınırlılığına ve özünde bir sınıf diktatörlüğünü ifade eden doğasına işaret etmek ne kadar anlamlı ve gerekliyse, bu böyledir diye, olağanüstü burjuva rejimlerle olağan burjuva demokratik işleyiş arasında ayrım gözetmeyen, fark etmez diyen bir tutuma kaymak o kadar yanlıştır. Marksizm burjuva demokrasisini, tepeden inmecilik, olağanüstü burjuva rejimler ya da darbecilik yararına eleştirmez. Marksizmin eleştirisi onu aşan bir demokratik perspektife dayanır ki bunun anlamı işçi demokrasisidir.
İşçi demokrasisinde bütün emekçiler için tam bir propaganda özgürlüğü ve eşitliği vardır. Tüm kilit görevlere seçimle gelinir, seçenler seçtikleri kişileri her an görevden alma hakkına sahiptirler. Seçenler seçimden sonra geri plana çekilmezler, seçilenler ise kendilerini seçenlerden kopuk bir yaşam sürdürmezler. Seçilenler işçi sınıfının iktidar organları olan işçi konseylerinde alınan kararların uygulayıcısı olarak çalışırlar ve bu kararları bizzat kendilerini seçen insanlarla birlikte hayata geçirirler. Seçilenler ortalama işçi ücretinden daha fazla ücret alamazlar. Dolayısıyla vekillik bir ayrıcalık, bir arpalık kapısı olmaktan çıkarılır. Dahası ordu gibi halktan ayrı örgütlenmiş bir silahlı güç yoktur. Düzenli ordunun yerini silahlanmış işçi milisleri alacak ve böylece örgütlü dar bir grubun elindeki silah tekeli kırılmış olacaktır.
Bu gibi temel özelliklere sahip işçi demokrasisi hiç kuşkusuz burjuva demokrasisinden bin kat daha gelişkin ve özgürlükçüdür. Bu temel nitelikler işçi sınıfının kendi mücadeleleri içinde keşfettiği devrimci önlemlerdir. İşte işçi sınıfı burjuva demokrasisini eleştirirken bu çok daha demokratik ve özgürlükçü perspektiften hareket eder, darbecilere payanda olacak gerici bir perspektiften değil. İşçi sınıfı düşmanı siyasi iktidarları alt etmesi gereken güç ordu ya da komplocu gruplar değil, işçi sınıfının kendisidir. Bunun yöntemi de darbe ya da burjuva seçim sandıkları değil işçi kitlelerinin kendi doğrudan eylemidir, grevleridir, gösterileridir, ayaklanmasıdır.
link: Levent Toprak, Sandık, Darbe ve Burjuva Demokrasisi, 1 Eylül 2013, https://marksist.net/node/3327
AKP’nin Timsah Gözyaşları
AKP’nin Saldırgan Politikaları ve Yoğunlaşan Çelişkiler