Tarih boyunca egemenler, üzerinde hâkimiyet kurdukları emekçi sınıfları aşağılamak ve mevcut iktidara başkaldıranları karalamak üzere çeşitli sıfatlar kullandılar. Roma İmparatorluğundaki köle sahipleri, başkaldıran köleleri “sesli alet” diye nitelendiriyordu. Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim, katlettiği Alevileri karalamak için akla hayale sığmayacak iftiralar üretiyordu. 1789 Fransız İhtilali’nde isyana katılan yoksul kitlelere “baldırıçıplaklar” deniyordu. Paris Komünü’nün saflarında çarpışan kadınlar “şirret cadalozlar” diye anılıyordu. Afrika kıtasından köle olarak Amerika’ya zorla götürülen Afrikalı yerlilerin, evrimini tamamlamamış maymunsular olduğu iddia ediliyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nde ilk Kürt isyanları kanla bastırılırken, Kürtlerin dağlarda ve mağaralarda yaşadığı ve “kuyruklu” olduğu propaganda edilmişti. Son 30 yıllık dönemde ise egemenler, Kürt isyancılara “eşkıya”, “şaki”, “terörist” gibi sıfatları lâyık görürken, Kürtler de “kıro” denilerek aşağılandılar. Kısacası muktedirler, tepeden baktıkları, yönettikleri, sömürdükleri, ezdikleri, şiddetle bastırdıkları, yeri geldiğinde hunharca katlettikleri insanları aşağılamak ve karalamak için türlü sıfatlar kullanmışlardır.
Muktedirlerin hepsinin ortak yönleri ise iktidarlarına karşı çıkan kesimlerden nefret etmeleri, esiri haline geldikleri kibirleri, tepeden baktıkları insanları aşağılamaları, düşman olarak göstermek istedikleri kesimi karalamak üzere yalan ve iftirada sınır tanımamalarıdır.
Gezi Parkı direnişiyle yükselen protesto dalgası da Türkiye’nin şimdiki muktedirlerini öfkeden kudurttu. Başbakan eylemlere katılanlara “çapulcu” dedi. İktidarın şefi, Topçu Kışlası-AVM yapmak için ağaç keserken ve parkı biçerken, “3-5 çapulcuya soracak” değildi! “Ayaklar baş mı olacak”tı! Ardından klasik psikolojik savaş taktikleri devreye sokuldu. Polis terörüyle yaralanan insanların Dolmabahçe’de sığındığı ve revire çevirdiği camide alkollü içki içildiği yalanı sistematik biçimde tekrarlanmaya başlandı. İktidarın provokatör destekçilerinden Akit gazetesi, yalancılıkta ve iftiracılıkta Başbakan’ı da aşan bir çirkeflikle camide toplu seks yapıldığını iddia etti. Rezilce iftiraların ardı arkası kesilmedi. Eylemlere destek veren sanatçılara gözdağı vermek için Mehmet Ali Alabora kurban seçildi. Alabora’nın oynadığı bir tiyatro oyununun ayaklanma provası olduğunu iddia etti Başbakan. Nihayet iktidarın emrindeki medyada protestolara katılan çevreci grupların ve sol siyasi örgütlerin “vandal”, “marjinal”, “provokatör” olduğu yalanı işlenmeye başlandı.
Aşağılama, hedef gösterme ve çarpıtmalar
Gezi Parkı direnişiyle başlayan protesto gösterilerine katılanlar, Başbakan’ın “çapulcu” hakaretini sahiplenerek bu iftirayı boşa çıkarmaya çalıştılar. Türk Dil Kurumu, Başbakan’ın protestocuları karalamak için sarf ettiği “çapulcu” sıfatını haklı çıkarabilmek için internet sitesindeki çapulcu kelimesinin tanımını alelacele değiştirdi. TDK’nın yeni tanımına göre çapulcu “düzene aykırı davranışlarda bulunan, düzeni bozan” demekmiş. Ancak TDK’nın Başbakan yalakası memurları kelimenin kökünün, yani “çapul” kelimesinin tanımını değiştirmeyi akıl edememişler. TDK sözlüğüne göre “çapul” kelimesi soygunculuk ve yağma anlamlarına geliyor. Dolayısıyla “çapulcu” gerçekte soygun, yağma yapan kişi anlamına geliyor.
İşçilerin emeğini sömüren, yağmalayan burjuva sınıfın ta kendisidir. İşçi ücretlerinden kesilen işsizlik sigortası paralarını işsizlere vermemek için bin dereden su getiren, biriken milyarlarca liranın büyük kısmının üzerine yatan, bir kısmını da burjuvalara peşkeş çeken, hükümetin ta kendisidir. Yüksek vergi oranlarıyla işçi ve emekçi halkı çapullayan hükümet değil midir? Kentsel dönüşüm adı altında en değerli arazileri yağmalayanlar, kıyıları, ormanları yandaş şirketlere peşkeş çeken en büyük çapulcular işadamı ve siyasetçi kılığında karşımıza çıkıyor. Gezi Parkı’nı çapulcu iktidara bırakmamak için direnenlere “çapulcu” diyenler için söylenecek tek söz var: “Yavuz hırsız ev sahibini bastırır!” Gözlerini açıp etrafına bakan milyonlarca emekçi gerçekte kimlerin büyük ölçeklerde çapul yaptığını, son yıllarda kimlerin muazzam zenginleştiğini gayet iyi görecektir. Gerçek çapulcular gözünü kâr hırsı bürümüş kapitalistler, sermayeye hizmette sınır tanımayan pervasız burjuva politikacılar ve iktidarın nimetlerinden faydalanmaya çalışan bilumum çakal sürüsüdür!
Gelelim provokatörlük meselesine. Öncelikle şunu belirtelim: Polis saldırmadığı sürece genelde hiçbir protesto gösterisinde çatışma çıkmaz. Örneğin 2011 ve 2012 yıllarında hükümet Taksim’deki 1 Mayıs gösterilerine polisi saldırtmadığı için hiçbir çatışma çıkmamıştı. Hükümetin alanları emekçilere kapatıp polis terörü estirdiği her 1 Mayıs’ta ise çatışmalar çıktı. Hükümetin Suriye politikasının sonucu Cilvegözü ve Reyhanlı’da bombalar patladı ve onlarca insan öldü. Hükümet, Reyhanlı ile ilgili olarak medyaya yayın yasağı koydu. Bununla da kalmadı; Reyhanlı ile ilgili gerçekleştirilen onlarca protesto gösterisine polisi azgınca saldırttı ve çatışma çıkarttı. Gezi Parkı’nda yatıp kalkan eylemcilerle polis arasındaki çatışma da, polis saldırısı ve parkta nöbet tutanların çadırlarının yakılması sonrasında başladı. Aynı gün on binlerce insan, “hükümetin saldırganlığına ve polis terörüne yeter” demek için Taksim Meydanı’na yürüdü. Hükümetin, polisi kitlelerin üzerine saldırttığı her an çatışma oldu. Polis saldırısına ara verildiği zamanlarda herhangi bir çatışma yaşanmadı. Polisin TOMA, biber gazı, plastik mermi, hatta gerçek mermi ile saldırısı sonucu 4 kişi öldü, ondan fazla kişi kör oldu, binlerce kişi yaralandı. Ama hükümet bir yandan polisi azgınca kitlelere saldırttı, öte yandan bulabildiği her araçla kendisini savunmaya, polis saldırısına direnmeye çalışan insanları suçlu gibi göstermeye çalıştı. Devlet ve polis terörünü gözlerden saklamaya uğraşıp, kendilerini savunmaya çalışan göstericileri “şiddet düşkünü” olarak suçlamak egemenlerin tipik tavrıdır.
Gerçek provokatörler, polisi kitlelerin üzerine saldırtanlardır; Alevileri kışkırtmak için 3. köprüye “Yavuz Sultan Selim” adını vereceklerini açıklayanlardır; 1 Mayıs’ta Taksim’i sahtekârca bahanelerle yasaklayanlar ve polis terörüyle emekçilere saldıranlardır; protestocuların içine sivil polislerini, silahlı ajanlarını gönderenlerdir; protestoculara çapulcu diyerek hakaret edenlerdir; “camide alem yapıyorlar” diye iftira edenlerdir; yaralılara yardım eden doktorları, eylemlere destek veren sanatçıları hedef gösterenlerdir; polisi otellere, hastanelere, evlere kadar saldırtanlar, gaz bombası attıranlardır; polisi adliyenin içindeki avukatlara bile saldırtanlardır; eli sopalı sivil itlerini halkın üzerine salanlardır; 4 insanı öldürtenler, polisi cenazelere bile saldırtanlar, insanlara sokaklarda ve meydanlarda işkence edenlerdir…
Şu “marjinal örgütler” lafı üzerine de birkaç kelam etmek gerekiyor. Düşünceleri veya yaşam biçimi toplumun genelinden farklı olanlar “marjinal” olarak adlandırılıyor. Bu tanıma göre her çağda yerleşik düzene ve değer yargılarına karşı duranlar, egemenler tarafından “marjinal” olarak görülmüşlerdir. Roma İmparatorluğunda köleliğe karşı olmak marjinallikti. Spartaküs ve yoldaşları “marjinal”di. Mekke’deki egemenleri rahatsız etmek pahasına tek tanrı inancını savunan, ilk dönemde yoksulları ve köleleri yanına toplayan İslam peygamberi Muhammed de bir zamanlar “marjinal”di. Ortaçağda dünyanın yuvarlak olduğunu söyleyen bilim adamları da, kilisenin aforoz belgelerini yakan isyancılar da, krallıkların kaldırılmasını ve herkesin eşit vatandaşlık haklarına sahip olması gerektiğini ileri süren burjuva devrimcileri de kendi çağlarında “marjinal”di. Bugün de sınıfsız, sınırsız, sömürüsüz bir dünya için mücadele eden sosyalistler egemenler tarafından “marjinal” olarak nitelendirilmektedir.
AKP hükümeti eylemcilerin yanı sıra eylemi de karalamak için her türlü çarpıtmaya ve manipülasyona başvurdu. Hükümet yıllardır sıcak parayı çekmek için atmadık takla bırakmıyor, yabancı sermayeyi İstanbul Borsasına yatırım yapmaya çağırıyor. Sermayenin en küçük bir istikrarsızlık yaşandığında daha güvenli piyasalara kaçacağını biraz ekonomiden anlayan herkes bilir. Düne kadar borsa spekülatörlerinin ayaklarına kırmızı halı serenler herhalde Gezi Parkı eylemcileri değildi. Milyarlarca doları borsaya yatırıp döviz açığını kapattıkları sürece spekülatörlere canım cicim diyen Başbakan, istikrarsızlığı görüp paralarını çektikleri anda bu spekülatörleri komploculukla suçlamaya, “faiz lobisi” diye feveran etmeye başladı. İşçilerin ve emekçilerin uluslararası finans kurumlarıyla, borsa spekülatörleriyle bir alışverişi yoktur. Onlarla yıllardır çeşitli düzeyde ilişkiler geliştiren, hükümetin ve Başbakan’ın ta kendisidir.
AKP burjuvazisine rakip burjuva güçlerin hükümeti protesto eylemlerinden faydalanarak hükümete ayar çekmeye çalıştığı da inkâr edilemez bir gerçektir. AKP burjuvazisinin uluslararası arenadaki rakipleri de eylemlerden faydalanmaya ve saldırgan bir dış siyaset izleyen AKP’yi hizaya çekmeye çalıştılar. İşçiler ve emekçiler ne AKP burjuvazisiyle ve Türkiye’deki rakip burjuva güçlerle, ne de Avrupa Birliği üyesi kapitalist ülkelerle ve ABD ile aynı kaptan yemek yiyorlar. Bu güçlerle bazen çekişen, bazen ortaklık kuran ama nihayetinde aynı kaptan yemek yiyen AKP hükümetidir. Gerek ülke içindeki rakip burjuva güçler arasındaki çekişme, gerek küresel düzeydeki rekabet ve hegemonya mücadeleleri, nihayetinde işçi sınıfının sömürüsüyle yaratılan zenginlikten kimin ne kadar pay alacağının kavgasıdır. Bugün ortaklık eden burjuvalar yarın birbirine düşer, bugün düşman ilan edilenler yarın ortak haline gelirler. Bu nedenle işçi sınıfı ve emekçiler burjuvalar arası ortaklıkların da çekişmelerin de tarafı olmamalıdır.
AKP’ye ayar çekmek isteyen burjuva odaklar, Gezi Parkı protestolarının örgütlü işçi sınıfının öncülüğünden yoksun, işçi ve emekçilerin taleplerini ve mücadele hedeflerini taşımayan, kapitalist düzene tehdit oluşturmayan bir hareket olduğunu, AKP’ye karşı biriken tepkilerin patladığını gayet iyi biliyorlardı. Bu yüzden Gezi Parkı protestolarını kendi çıkarları için kullanmaya çalışabildiler. Şunu çok iyi biliyoruz: Türkiye’de örgütlü bir işçi mücadelesi yükseldiğinde ülke içindeki ve dışındaki tüm rakip burjuva güçler kapitalist sömürünün bekası için işçi sınıfına karşı domuz topu gibi birleşecektir. Eğer işçiler sınıf örgütleriyle ve sınıfsal talepleriyle eylemlerde yer alıp öncülük edebilselerdi, sosyalist gruplar kitlelerin kuyruğuna takılmanın ve protesto eylemlerinin içerisinde ruhlarını tatmin etmenin ötesine geçebilecek bir perspektife ve güce sahip olsalardı, devrim hayaleti ile dehşete kapılacak Cem Boyner tipi burjuvalar, bırakalım Taksim’e çıkıp poz vermeyi, eylemlerin yakınına bile yaklaşmaya cesaret edemeyecek; Tayyip Erdoğan’ın paçalarına yapışıp sömürü düzenini kurtarması için arkasında saf tutacaklardı. Ancak maalesef bunu gerektirecek bir durum yoktu ortada.
Eylemlerde kendi yaşamsal sorunlarının çözümüne yönelik hiçbir şey bulamayan geniş işçi ve emekçi kesimler, eylemlere uzak ve seyirci kaldı. Bu sayede Tayyip Erdoğan, “sessiz çoğunluk” olarak tanımladığı ve eylemlere seyirci kalan kesimleri kandırmaya, destekçisi haline getirmeye yönelik taktikler geliştirebildi. Erdoğan’ın temel taktiği, protestolara katılanları karalamak, yalanlar ve hakaretler üzerine kurulu sahtekârca bir propaganda yürütmekti. AKP medyası, Erdoğan’ın yürüttüğü propaganda savaşının neferi olarak görevini canla başla yerine getirdi. Erdoğan, eylemlerden faydalanarak kendisine ayar çekmek isteyen Türkiye’deki ve dünyadaki rakip burjuva güçlerin varlığını da propaganda savaşının argümanı haline getirebildi. Türkiye’deki ve dünyadaki rakip burjuva güçlerin varlığı sayesinde Erdoğan, “Türkiye’nin gelişmesini istemeyen güçler” ve “faiz lobisi” gibi söylemlerle saldırıya geçmek için uygun zemin yakaladı. Saldırgan ve kışkırtıcı üslubuyla kendisine karşı gelişen hareketin sınırlarını test ederken, parti tabanını ve “sessiz çoğunluğu” arkasında tahkim etmeye girişti. Cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaşırken, partisi içinden çatlak sesler çıkaran kadroları da hizaya getirerek “tek adam” pozisyonunu güçlendirmeye çalıştı. “Komplolar karşısında dik duran lider” imajı çizerek cumhurbaşkanlığı seçimlerinde rakip olarak karşısına çıkabilecek Abdullah Gül’ü ve onu destekleyen kesimlerin itibarını zayıflatmayı da ihmal etmedi.
***
Bugün işçi sınıfının ve ezilenlerin büyük çoğunluğunun zihinleri sömürü düzeninin sınırlarıyla kuşatılmış haldedir. İşçilerin büyük çoğunluğu, kendi haklarını savunmak için gerekli örgütlülükten yoksundur. Sınıfsız, sömürüsüz bir dünya için mücadele eden örgütlü işçiler, bugün için ne yazık ki azınlık durumundadırlar. Bu işçiler örgütlü mücadele içerisinde öğreniyorlar, gelişiyorlar ve çevrelerindeki işçilere gerçek çıkarlarının nerede olduğunu gösteriyorlar. İşçi sınıfı örgütlü olmadığı sürece, örgütlü işçi mücadelesi yol göstermediği sürece hiçbir toplumsal hareketin kapitalist düzeni alt edemeyeceğini; küçük-burjuva hareketlerin kuyruğuna takılarak bir şey elde edilemeyeceğini, sınıf mücadelesinde işçi sınıfı adına yeni mevziler kazanılamayacağını tarihsel deneyimlerden biliyorlar. İşçi sınıfının, kendi programı, kendi örgütü, kendi talepleri ve kendi bayrağı altında mücadeleye atılmadığı sürece burjuvazinin şu ya da bu kesiminin oyuncağı haline geleceğinin bilinciyle hareket ediyorlar. İşçi sınıfını örgütlü olmaya ve kendi çıkarları için dövüşmeye davet ediyorlar. Geleceğe dair umutları ve bilinçleri yüzünden egemenlerin hışmına uğrayan devrimci işçiler, kendi sınıflarından asla kopmayacak ve yarın milyonlarca işçiyle sömürü düzeninin karşısına dikileceklerdir. Başka bir dünya kurma hayalini kapitalistler için gerçek bir kâbusa çevirmenin, zalimlerden hesap sorulacak o büyük günlere doğru yürümenin başka bir yolu yok!
link: Zehra Aras, Egemenlerin Kirli Dili, 1 Temmuz 2013, https://marksist.net/node/3286
“Beyaz Yakalı” Kim, “Orta Sınıf” Ne?
Taksim’de Tarihin mi, Rantın mı İhyası İsteniyor?