Burjuva devletlerin toplumsal muhalefeti bastırmak ve yok etmek için işledikleri cinayetlerin haddi hesabı bulunmuyor. Latin Amerika’dan Türkiye’ye dünyanın her yanında burjuvazi fiziksel imhayı bir toplumsal sindirme yöntemi olarak kullanıyor. Gözaltında “kaybetme” de bu fiziksel imhanın bildik bir yöntemini teşkil ediyor. 17-31 Mayıs Gözaltında Kayıplara Karşı Uluslararası Mücadele Haftası, işte bu katliamlara karşı mücadelenin sembolize edildiği bir hafta olarak kabul ediliyor. Bunun uluslararası bir hafta olarak gündeme gelmesi ise Türkiyeli ve Arjantinli kayıp analarının mücadelesine dayanıyor. Arjantin’den başlayarak bu mücadelenin geçmişini kısaca hatırlatalım.
1970’li yıllarda Latin Amerika ülkelerinde ve özellikle Arjantin’de gözaltında kaybetmeler son derece yoğun bir biçimde yaşanır. Arjantin, 1976’da gerçekleşen faşist darbenin ardından cuntanın postalları altında ezilir. İktidara el koyan General Videla ve ekibi 1983 yılına kadar iktidarda kalır ve on binlerce öncü işçinin, sosyalistin, muhalifin kanını akıtır. Arjantinli 14 kadın, evlatları gözaltında kaybedilmiş 14 ana, oğullarının ve kızlarının hesabını sormak için eylemler başlatırlar. İlki 30 Nisan 1977’de gerçekleştirilen bu eylemler giderek büyümeye ve kitleselleşmeye başlar. Bu annelere, toplanıp eylem yaptıkları meydandan ötürü Plaza de Mayo Anneleri denir. Plaza de Mayo yani Mayıs Meydanı Anneleri, 30 yıl boyunca her Perşembe günü bir araya gelirler. Kayıp evlatlarının, yakınlarının isimlerini nakşettikleri beyaz başörtüleri onların simgesi olur. Analar, Arjantin devletinin tüm baskılarına karşın kayıplarının peşine düşerler, mücadelelerine devam ederler ve bir mevzi yaratırlar.
Acılı Arjantinli anaların tüm dünyanın gözü önünde büyüyen mücadelesi, Arjantinli diktatörlerin devrilmesini ve yargılanmasını sağlar. 1983 yılında devrilen diktatör Videla yargılanır ve 1985 yılında hapse mahkûm edilir. 1990 yılında çıkarılan bir aftan yararlanan ve serbest bırakılan Videla’nın peşini bırakmayan kayıp yakınları onu tekrar mahkûm ettirirler. Diktatör, 17 Mayıs 2013’te eceliyle öldüğünde hâlâ cezaevindedir.
Videla, cuntanın başında kaldığı 1976-1983 yılları arasında, 30 bin kişinin öldürülmesi ya da işkence görmesinden sorumlu bir diktatör olarak öldü. “Kirli Savaş” yılları olarak anılacak o yıllarda öldürülen, kaybedilen sosyalistlerin çocukları oldukları için çalınan ve iktidar yanlısı ailelere verilen 400 bebek gerçek ailelerini hiçbir zaman tanımadı. Son eylemlerini 2006’da gerçekleştiren annelerin mücadelesinin ve yaşanan acıların bir simgesi olarak, ülkenin başkenti Buenos Aires’teki Plaza de Mayo Meydanı’nın zeminine çizilmiş beyaz bir başörtüsü resmi bulunmaktadır.
Beyaz başörtüsü meydandaki çizimde kalmamış, yine benzer mücadelelerde bir sembol olarak kullanılmıştır. Çünkü pek çok ülkede benzer bir biçimde gözaltında kayıplar ve faili meçhuller devam etmiştir. Türkiye’de 1980 yılında gerçekleşen faşist askeri darbe ve ardından gelen karanlık yıllar binlerce kaybetme olayı ile karadeliği andırır. Türkiye, Hitler faşizminin “Gece ve Sis” operasyonlarından, Latin Amerika ülkelerindeki faşist diktatörlüklerin deneyimlerinden ve Amerikan istihbarat örgütlerinin yöntemlerinden yararlanarak gözaltında insan kaybetme konusunda “uzman” devletler arasında yerini alır. Bu uzmanlık özellikle Kürt coğrafyasında kendini gösterecek ve bütün bir halkı imha etme girişimi uzun yıllar sürdürülecektir.
Kürtler, sosyalistler, devrimciler 1980’li ve 90’lı yıllar boyunca kaybedilmiş, katledilmişlerdir. Anaları, eşleri, evlatları onları karakollara sorduklarında onlara “burada yok” denilmiştir. 1994 yılında 229 kişi gözaltında kaybedilir ve pek çoğunun ailelerine aynı sözler söylenir. 17 Mayıs 1995’te Hasan Ocak’ın cenazesi Kimsesizler Mezarlığı’nda bulunur. Ocak ailesinin mücadelesi ve yürüttüğü kampanya 55 gündür kayıp olan Hasan’ın kendisinin değil ama cenazesinin bulunmasını sağlar. Bir süre sonra kayıp Rıdvan Karakoç’un da cenazesi bulununca kayıp yakınları bir araya gelirler. Evlatlarını sağ bulamayacaklarını bilen aileler, evlatlarına bir mezar yaptırabilmenin ümidi ile eylemler başlatırlar. 27 Mayıs 1995’te ilk eylemlerini gerçekleştiren aileler, artık her Cumartesi İstanbul’da Galatasaray Meydanı’ndadırlar. Onlar artık Cumartesi Anneleri’dir. Başlarında beyaz başörtüleri, yüreklerinde evlatlarının acısı vardır. Onlar da tıpkı evlatları gibi polisin ve devletin şiddetine maruz kalırlar yıllar yılı. Ama mücadele her şeye rağmen devam eder.
Yürütülen kampanyanın ardından Hasan Ocak’ın cenazesi bulunduğunda, kayıplara karşı mücadelenin uluslararası düzeyde ele alınması gerektiği fikri güçlenir. Bu amaçla, 17-19 Mayıs 1996 tarihleri arasında İstanbul’da gözaltında kayıplara karşı uluslararası bir kurultay toplanır. Uluslararası Gözaltında Kayıplar Kurultayı, tüm baskılara rağmen Arjantinli Plaza De Mayo Anneleriyle Cumartesi Annelerini ve pek çok ülkeden kayıp ailelerini bir araya getirir. Kurultayda bir araya gelen acılı aileler birbirlerine deneyimlerini aktarmaya, ışık olmaya çalışırlar. Kayıp yakınları, kendi devletlerinin kaybetme politikalarına karşı yürüttükleri mücadeleyi, bir daha aynı acılar yaşanmasın diye tüm dünyaya duyurmaya çalışırlar.
Kurultayın sonunda mücadeleyi güçlendirmek ve sürekliliğini sağlamak amacıyla Gözaltında Kayıplara Karşı Uluslararası Komite’nin yani ICAD’ın kurulmasına karar verilir. Hasan Ocak’ın işkenceyle katledilen bedeninin bulunduğu 17 Mayıs tarihinden yola çıkarak, 17-31 Mayıs tarihleri “Gözaltında Kayıplara Karşı Uluslararası Mücadele Haftası” ilan edilir. ICAD, her yıl Kayıplar Haftası’nda dünyanın her yerinde gözaltında kayıplara karşı mücadelenin yükseltilmesi ve kayıpların sorumlularından hesap sorulması talebini yükseltmekte, bu amaçla faaliyetlerini yoğunlaştırmaktadır. Bu doğrultuda ICAD dünyanın çeşitli bölgelerinde 6 kez kurultay toplar. 1997’de Kolombiya’da, 1999’da Filipinler’de, 2002’de Almanya’da toplanan Kurultay, 2006’da gözaltında kayıpların en çok yaşandığı coğrafyalardan biri olan Kürdistan’da, Diyarbakır’da toplanır. Kurultay Diyarbakır’ın ardından en son 2010’da Londra’da toplanır.
Pek çok ülkede gelişen mücadeleler, 2007 yılında BM’yi, zorla kaybedilmeleri yasaklayan, bu suçu işleyenlerin cezalandırılması ve ailelerinin kaybedilenlerle ilgili bilgi edinme haklarını içeren Uluslararası Kayıplar Sözleşmesi’ni imzaya açmaya zorlar. 90’dan fazla ülke bu sözleşmeyi imzalar. Ancak gözaltında kayıplar nedeniyle sınırsız acıların yaşandığı Türkiye, bu anlaşmayı imzalamaz. Hikmetinden sual olunmasını istemeyen TC devleti, uluslararası çağrıları hiçe sayarak imza atmayı ve BM Kayıplar Sözleşmesi’nin yükümlülüklerini yerine getirmeyi reddeder.
Başbakan Erdoğan, ölümünden kısa süre önce görüştüğü, 12 Eylül karanlığında yitirdiği oğlu Cemil Kırbayır’ın kemiklerini bulmak için 105 yaşına kadar sürdürdüğü mücadele ile kayıp yakınlarının simgesi haline gelen Berfo Ana’ya ve beraberindeki kayıp yakınlarına Türkiye’de artık gözaltında kayıp vakaları gerçekleşmediğini söylüyor ve övünüyordu. Ancak bu koca bir yalandır. AKP iktidarı döneminde de kayıplar yaşanmış, 1980’li ve 1990’lı yılların faili belli karanlığı da olanca ağırlığıyla çöktüğü yerde kalmıştır. Berfo Ana oğlunun kemiklerini bulamadan mezara girdi. Oysa sözde yargılanmasının önü açılan katil Kenan Evren resim yaparak uzun ömrünün noktalanmasını bekliyor. 1987-1991 yıllarında Olağanüstü Hal Bölge Valisi olan ve binlerce insanın kanını akıtan Hayri Kozakçıoğlu, hesap vermeden, döktüğü kanın bedelini ödemeden yaşamına son verdi. “Terörle mücadele” adı altında şiddetli bir devlet terörü uygulayan, Kürtlere ve devrimcilere karşı “bin operasyon” yapmakla övünen Mehmet Ağar, birkaç ay konuk edildiği cezaevinden salıverildi. Katillerin bir kısmı AKP’nin Ergenekon operasyonlarında yargılandılar, hapsedildiler. Ama hiçbirine akıttıkları kanın, söndürdükleri yaşamların hesabı sorulmadı. Devlet terörünün sembolleşmiş isimleri de dahil hesap vermesi gereken daha pek çok kişi ömrünü şatafat içinde ve korku duymadan sürdürmektedir. Bu topraklarda işçi sınıfının ve toplumsal mücadelelerin üzerinden bir silindir gibi geçen, on binlerce genci yaşamının baharında imha eden 12 Eylül faşist darbesinin de hesabı sorulmadı.
Tüm bu nedenlerle 17-31 Mayıs tarihleri, 2013 yılında da kayıp ailelerinin yüreğini bir kere daha acı ve isyanla doldurmuştur. Ancak o yüreklerde acı ve isyan kadar insanın insanı öldürmediği, sömürmediği bir geleceğin umudu da vardır. Gözaltında kaybetmeler özellikle Kürdistan coğrafyasında görülmüştür. O coğrafyada savaş çok can almıştır. Tıpkı Cumartesi Anneleri gibi Barış Anneleri de kaybedilen yakınları için her hafta eylemdedir. Onlar da Diyarbakır’dan seslenirler dünyaya: “Biz yandık, başka anneler yanmasın. Kardeşi kardeşe düşman ettiler. Dünyaya geldiğimize pişman ettiler. Yeter. Artık barış olsun. Biz bütün acımıza rağmen ‘barış’ diyoruz.”
1994’te gözaltına alınan ve bir daha hiç geri dönmeyen Nihat Aydoğan’ın eşi Halime Aydoğan yıllar sonra yaşadıklarını anlatırken şöyle diyordu: “Mardin Midyat’a bağlı Doğançay köyündenim. Eşim Nihat Aydoğan, 1994 yılında kayboldu. Sabah saat 5’te eve baskın yapıldı. Bir ifadesinin olduğunu söyleyerek götüreceklerini söylediler. Daha evdeyken işkence yapmaya başladılar. En büyük kızım o zaman 12 yaşındaydı. En küçük çocuğum ise 6 aylıktı. Büyük kızım babasını o halde görünce bayıldı. Ben de polislere kızdım. Eşimi evden alıp götürdüler. Kasımın sonuydu. Kar yağmıştı köye. Köyden götürdüklerinde Midyat’a, kimse arkasından gitmedi. Herkes korkuyordu. Sabah olunca enişteme gidip Midyat’ta araştırmasını istedim. Akşam dönünce, orada olmadığını, Mardin merkeze götürdüklerini söyledi. Mardin’e götürülenleri kolay kolay göstermezlerdi. En az 15 gün ve bir aya kadar süren işkenceler yapılıyordu. Eşim 20 gün gözaltında kaldıktan sonra bir gün, sadece köyümüzün muhtarında telefon vardı, o telefonu arayarak eve geleceğini söylemişti. Muhtarın kızı 01.12.1994 tarihinde gelip bana eşimin gözaltından çıktığını ve eve geleceğini söyledi. O gün sabaha kadar onu bekledik. Akşam eve gelmeyince bir daha asla gelmeyeceğini anlamıştım. Bu gece gelmediyse bu köye bir daha gelmez dedim. Çünkü o dönem çok fazla kişiyi kaybediyorlardı.” (Özgür Gündem, Röportaj Günay Aksoy, Zana Kaya)
Gözaltında kaybedilenler bir daha geri gelmediler. Gelemezler. Onların bedenleri uçaklardan okyanuslara atıldı. Onların bedenleri asit kuyularına atıldı. Onların ölü bedenleri kimsesizler mezarlığına gönderildi uzun işkencelerin ardından. Onların bedenleri parçalandı, battaniyelere sarıldı ve tenhalara gömüldü. İnsanlık bu vahşete ve çekilen acılara tanıklık etti, daha da edecek. Çünkü insanları sınıflara bölen ve sırf bu nedenle birini diğerine üstün kılan, birine diğerini ezme ve yok etme hakkı tanıyan kapitalizm yaşıyor. Kapitalizm, tüm vahşetiyle korkutmaya ve sindirmeye devam ediyor.
Aydoğan, kocasını ararken neler yaşadığını ve toplum tarafından nasıl dışlandığını anlatır. Yakınlarının kendisi ile görünmekten, konuşmaktan korktuklarını aktarır. Ama 4 çocuğu ile yaşadığı yeri terk etse de acısı dinmez. “Bir gün bana bilmediğim bir kişiden bir haber geldi. Haberde benim çocuklarımla köyü terk etmem gerektiği söyleniyordu. Terk etmezsem beni öldüreceklerini söylediler. Gidecektim, ama nasıl? Gitsem, evimi, hayvanlarımı ne yapacaktım? Bir gün hayvan satıcısı köye geldi. Ona yaşadıklarımı anlattım. Gidersem eğer hayvanları alırsın dedim. Bir sabah çocuklarımın elbiselerini valize koydum. Valizi de çuvala koyup evden çıktım. Eşimin kaybedilmesinden bir yıl sonra köyden çıktım. İstanbul’a görümcemin yanına yerleştim. Evim birinci kattaydı. Dışarıda Türkçe konuşanların sesini duyunca, polisin baskına geldiğini düşünerek tedirgin olurdum. İstanbul’a geldikten sonra da bizim evi basmaya devam ettiler. Yine gelip eşimi soruyorlardı. Ben de eşimin onların yanında olduğunu söylüyordum. İstanbul’a geldikten sonra 1995 yılında İHD’ye başvurdum. İHD üzerinden yaptığımız hiçbir başvurudan sonuç alamadık.” (aynı röportajdan)
Aydoğan kayıp yakınlarından, yapılan zulüm karşısında hesap sormaya kalkıştığında sonuç alamayanlardan sadece biri. Türkiye’de şimdilerde barış süreci konuşuluyor. Yakınları kaybedilenler, katledilenler hakikatlerin ortaya çıkmasını istiyorlar. Katillerle yüzleşmek istiyorlar. Yaralarını sarmak ve yollarına devam edebilmek için suçluların suçunu kabul etmesini bekliyorlar. “Kaybedenler kaybedecek” diyorlar. Kalıcı barış için kaybedenlerin hesap vermesi ve kaybetmesi gerektiğini biliyorlar.
Arjantin, Şili, Nepal, Türkiye, Kürdistan, Filipinler, Belucistan, Sri Lanka, Irak, Kolombiya ve daha niceleri… Toprağın kanla sulandığı, insanların bir damla su buharı gibi yok edildiği bu ülkelerde hesap sorulmalı ve kaybedilenlerin intikamı alınmalıdır. Ama bir daha aynı acıların yaşanmaması için bu yeterli değildir. Dünya değişmeden, kapitalizm ortadan kalkmadan gözaltında kaybetmeler son bulmayacaktır. Faili meçhuller, savaşlar, işkenceler son bulmayacaktır. Eşlerini, evlatlarını, genç fidanlarını yitirenlerin acısı son bulmayacaktır.
Kaybedenlerin kaybetmesi için insanın insanı sömürmesi demek olan kapitalizm yok edilmelidir. Kapitalizm evrenin geçmişinde kaybolmadan insan gibi yaşamak mümkün olamaz. Kapitalizm yok olmadan gelecek de, dünya da insanlık da kurtulamaz. Kayıplarımız acılarımızdır, isyanımızdır. Kendisiyle beraber tüm ezilenleri kurtaracak olan işçi sınıfı, kayıplarının hesabını acılarından kuvvet devşirerek soracaktır.
link: Ezgi Şanlı, “Kaybedenler Kaybedecek!”, Haziran 2013, https://marksist.net/node/3274
İran’da Cumhurbaşkanlığı Seçimleri Yaklaşırken
Bonapartlaşan Erdoğan ve AKP Burjuvazisi