Neo-liberal gericiliğin yükseliş döneminin simge ismi Margaret Thatcher’ın geçtiğimiz günlerde ölmesi, hazretin bir kez daha geniş kitleler tarafından anılmasına vesile oldu. Elbette herkes kendi sınıf duygularını dışa vurarak andı Thatcher’ı. İngiltere ve dünyadaki egemen sınıf temsilcileri hizmetlerini şükranla yâdedip, onu askeri törenlerle “sonsuzluğa” uğurlarken; onun hayata geçerken koçbaşlığını yaptığı burjuva politikaların gazabına uğrayan işçi sınıfı da derin bir öfkeyle “cehenneme” yolladı Barones’i. Burjuvalar ve onların hizmetkârları televizyon ekranlarına çıkıp o olmasa İngiltere’nin mahvolacağından dem vururlarken; dünyaları yıkılıp yaşamları gerçekten mahvolmuş madenciler, onun ölüm günü için yıllardır bir köşede beklettikleri şampanyaları patlattılar yıllar içinde daha da yoksullaşan işçi mahallelerinde.
Bir burjuva politikacısı için gösterilen bu kutuplaşmış tepkiler elbette onun politikalarını hayata geçirdiği dönemin karakteristikleriyle yakından ilgiliydi. 1979 yılında İngiltere’nin ilk kadın başbakanı olan Margaret Thatcher, hükümeti yönettiği 1990 yılının sonlarına kadar sadece bu ülkede değil bütün dünyada etkili oldu. O yeni bir dönemin önde gelen burjuva politikacısıydı ve bu yeni dönem işçi sınıfının haklarına dönük yoğun saldırılarla şekilleniyordu. Thatcher, burjuva sınıfın ideolojik ve politik üstünlüğünü pekiştirdiğibu büyük dönüşüm sürecinde burjuva siyasetinin gereklerini en kararlı biçimde hayata geçiren politikacı oldu. Bu yüzden simgeleşti ve dönemin uygulamaları onun adıyla anılır oldu.
Aslında Thatcher başbakan olduğu 1979 yılından önce de burjuvazinin çıkarlarına hizmet eden politikaların istikrarlı ve kararlı bir uygulayıcısı olduğunu göstermişti. İngiltere işçi sınıfının yaşı yeten kesimleri, bugün onu hâlâ, 1970 seçimlerinin ardından Eğitim ve Bilim Bakanı olduğunda hayata geçirdiği ilk uygulama olan yedi ilâ on bir yaş arasındaki çocuklara ücretsiz dağıtılan sütü kesmesi ile hatırlıyor. Bu yüzden o dönemde işçi sınıfı arasında adı “süt hırsızı”na çıkmıştı.[1] 2001’de açıklanan Bakanlar Kurulu tutanaklarına göre, Thatcher süt dağıtımının kesilmesini anaokullarına kadar yaymak istemiş ancak kamuoyu tepkisinden korkulduğu için onun bu girişimi Bakanlar Kurulunun diğer üyeleri tarafından engellenmişti.
Thatcher bu türden hak gasplarını uygulamaya geçirirken hep aynı soruyu soracak, “bunu kim ödeyecek” diyecekti. 10 pennylik sütün 1,5 pounda mal olduğunu söyleyip “bunu kim ödeyecek” diye sorarken her şeyi zaten işçilerin ödediğini Thatcher elbette biliyordu. Onun derdi, işçilerin kontrolünde olmayan mekanizmalarla fiyatları şiştikten sonra çocuklara dağıtılan süte ödenen paranın başka yollarla büyük kapitalistlere aktarılmasından başka bir şey değildi. Hayata geçirdiği bütün politikaların temel amacı da her zaman bu oldu: İşçi sınıfına bedeller ödeterek kapitalistlerin sermayelerini büyütmek!
1979 yılında faşist Britanya Ulusal Cephesi seçmenlerinin kendisine oy vermesini sağlayarak seçimleri kazanmasının ardından da sermayenin ihtiyaçları temelinde oluşturduğu programını kararlılıkla hayata geçirmeye başladı. Thatcher, o dönemde öncelikli sorun olarak sermaye yatırımları önündeki en büyük engel olarak enflasyonun yüksek olmasını görüyordu. Ona göre enflasyonu arttıran başlıca etkenler ise aşırı kamu harcamaları ve kamunun borçlanmasıydı. Elbette onun sorun olarak gördüğü şey emekçiler lehine yapılan kamu harcamalarıydı. Bu “sorun”u çözmek için kamunun para harcamalarını kontrol altına aldı. Kamu adına devletin sermayeden aldığı borçların da ödenmesi gerekiyordu. Bu da ancak daha fazla verginin toplanması ile sağlanabilirdi. Demir Lady elbette bu verginin yükünü de sermaye sınıfının değil işçi sınıfının sırtına bindirmeyi tercih edecekti. Ne de olsa burjuvazi, sermayesini yatırım yapmak için korumalı, arttırmalıydı. Bu yüzden gelir üzerinden vergi almaktansa dolaylı vergilerin arttırılmasına karar verdi. Katma Değer Vergisi oranlarını aniden %15’e çıkarttı. Gerçi bunun sonucunda ortadan kaldıracağım dediği enflasyon da hızla arttı ama sorun değildi. Ne de olsa tüm yük işçi sınıfının sırtına biniyor, patronların eli rahatlıyordu.
Bu türden ekonomi politikaları dünyanın pek çok ülkesinde ve elbette Türkiye’de de aynı dönemlerde hayata geçiriliyordu. Sermaye sınıfı azgınca saldırıyor, işçi sınıfını geriletiyordu. Bu politikalar yüzünden İngiltere’de işsizlik 1979’da 1,3 milyon kişi iken 1981’de 2,5 milyon kişiye yükseldi. Hızla artan işsizliğin bir diğer nedeni de sanayi sektörünün yeniden yapılanmasıydı. Burjuvazinin ihtiyaçları temelinde kimi sanayi alanları işçilerin büyük yıkımlar yaşaması pahasına terk ediliyordu. Yıllarca işçilerin emeğini sömürerek var ettikleri sermayelerini başka alanlara kaydırarak işletmelerini kapatan kapitalistler işçileri kapı önüne koyuyor, onları sefaletle yüz yüze bırakıyorlardı. Kamu işletmeleri de işçi sayısı azaltılarak ve işçilerin tüm hakları budanarak sermayedarların emrine veriliyordu. 1983’te Britanya’nın sanayi üretimi, 1978’deki düzeye göre %30 gerilemişti.
İşsizliğin bu denli yükselmesi ve ekonomik durgunluk karşısında Thatcher’ın geri adım atacağını bekleyenler fena halde yanıldılar. Thatcher rüzgârın sermaye sınıfından yana estiğinin farkında olarak kararlılıkla politikalarını sürdüreceğini söylüyordu. 1980 yılındaki parti kongresinde “nefesini tutup medyatik deyimiyle U dönüşü yapmamı bekleyenlere tek bir sözüm var: İsterseniz siz dönün, Leydi dönmeyecek.” Nitekim Leydi yolundan dönmedi. Hükümet, durgunluğa rağmen vergi oranlarını arttırdı. İşsizlik de artmaya devam etti ve Ocak 1982’de 3 milyonu geçti.Gerçekte işsizlik 5 milyona ulaşmıştı. Ancak Çalışma Bakanının girişimiyle sadece işsizlik sigortası alanların işsiz sayılması sağlandığı için resmi rakamlar gerçeğin çok altında görünüyordu. Elbette işsizlik sigortası hakkı kazanmak da zorlaştırılmıştı.
Thatcher sadece ekonomik alanda değil siyasal alanda da burjuva zorbalığını hayata geçirmekten geri durmuyordu. İngiltere tarafından siyasal hakları gasp edilmiş Kuzey İrlanda halkının devrimcileri de onun baskılarından nasibini alıyordu. 1981 yılında Kuzey İrlanda’daki Maze Hapishanesi’nde bulunan İrlanda Cumhuriyet Ordusu (IRA) ve İrlanda Ulusal Özgürlük Ordusu tutsakları, beş yıl önce ellerinden alınan siyasi mahkûm konumunu tekrar kazanmak için açlık grevine başladılar. Thatcher “suç suçtur, siyaset değil” diyerek tutsaklarla uzlaşmayı reddetti. 10 tutsağın ölümüyle sona erdi ve Thatcher hükümeti bazı tavizler vermek zorunda kaldı. Ancak Thatcher Kuzey İrlanda sorunundaki şovenist tutumundan hiçbir zaman geri adım atmayacaktı.
Elbette bu politikalar işçi sınıfı cephesinden büyük tepki görüyor, mücadele yolları aranıyordu. Ne var ki “kader” o günlerde Thatcher’dan yanaydı! Arjantin’deki cunta yönetimi de tıpkı onun gibi ekonomik sıkıntılar nedeniyle halk desteğini yitirmişti ve bu desteği arttırmanın yollarını arıyordu. Egemen sınıf açısından halkı uyutmanın ve her şeye rağmen desteğini sağlamanın başlıca yollarından biri de “düşman” yaratmaktı. 2 Nisan 1982’de Arjantin, 1830’dan beri hak iddia ettiği Falkland (Malvinas) adalarını işgal etti. Birkaç gün içinde Thatcher, bir deniz filosunu adaları geri almak için gönderdi ve Arjantin ordusunu püskürttü. 1800 kişinin yaşadığı Falkland adalarındaki savaşta 1000 civarında Arjantinli ve İngiliz asker öldü. İngiltere savaşta başarılı olunca milliyetçilikle aptallaşan halk nezdinde Thatcher’ın desteği arttı. Falkland savaşı sayesinde, Muhafazakâr Parti Haziran 1983 genel seçimlerinden önemli bir çoğunluk sağlayarak çıktı.
İşçi sınıfının sendikal örgütlülüğünü geriletmek için her şeyi yaptı!
Thatcher seçimlerden galip çıktığında toplumsal muhalefeti geriletmek için derhal mücadeleye girişti. İlk ve öldürücü saldırıyı sendikalara karşı yapacaktı. Çünkü sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda yapılması gereken dönüşümün karşısındaki en canlı güç sendikalarda örgütlü işçilerdi. Sendikalar, İşçi Partisi ile organik bağları sayesinde bu partinin de Muhafazakâr Parti karşısında daha etkili muhalefet yürütmesinde, işçi sınıfına karşı uygulamaların kolayca hayata geçmemesinde etkili oluyordu.
1984’te Parlamentoda kabul edilen Sendikalar Yasası ile sendikalar siyasi alandan uzaklaştırıldı. İç demokratik işleyişlerine müdahale edilerek örgütlenme kapasiteleri azaltıldı. Bir işyerindeki eyleme diğer işçilerin desteği yasaklandı. Bu değişikliklerle işçi sınıfına yönelik daha kapsamlı saldırıların altyapısı hazırlanmış oluyordu. Bütün bu hazırlıklar büyük madenciler grevinde karşılığını buldu.[2]
Ulusal Kömür İşletmesinde 20 maden ocağının kapatılacağının, 20 bin işçinin işten çıkarılacağının duyurulmasının ardından 1984 yılının Mart ayında madenlerde grevler başlamış ve kısa sürede dalga dalga yayılmıştı. Thatcher bu grevi bastırmaya kararlıydı. Hükümetin düşmesine yol açan 1974 madenciler grevinden gerekli dersleri çıkarmıştı. Bir yıl öncesinden itibaren kömür stokları arttırılmış, kömürle çalışan kimi santraller petrolle çalışır hale getirilmişti. Madencilere destek verebilecek nakliyat işçilerinin sendikasızlaşması için her türlü yol denenmiş ve başarılı olunmuştu. Grev yerleri polis ablukasına alındı, grev gözcülüğü yasaklandı. Grevci işçilere ve ailelerine karşı büyük bir terör uygulandı. Bütün zorluklara rağmen grev süresince maden işçileri, tüm saldırılara karşı militanca mücadele ettiler. Polis saldırılarında 20 bin işçi yaralandı, 2 işçi grev gözcülüğü yaparken öldürüldü, 13 bin işçi gözaltına alındı, bunlardan 200’ü tutuklandı ama işçiler bir yıl boyunca grevlerini sürdürdüler.
Ne var ki Thatcher başarılı oldu ve grev işçilerin yenilgisiyle sonuçlandı. Bu grevlerden sonra sendikalar 1970’lerdeki gücüne asla kavuşamadı. Sendikalılık oranı düştü ve grevlerin etkisini azaltmak için yapılan hukuki düzenlemeler kalıcı hale geldi. Thatcher’in bakanlarından David Mellor, “Thatcher’ın en büyük başarısı sendikaların belini kırmaktı” derken bu yüzden son derece haklıydı.
Madenciler grevinin yenilgisi toplumsal muhalefetin bastırılmasında da dönüm noktası oldu. Thatcher bu galibiyetin ardından sermaye lehine politikalarını çok daha rahat biçimde hayata geçirmeye başladı. British Telecom’dan başlayarak 1940’lardan beri kamu mülkiyetinde olan pek çok büyük işletme işçilerin hakları gasp edilerek özelleştirildi. Kuralsız ve esnek çalışma, taşeronlaşma alabildiğine yaygınlaştırıldı. İşsizlik hep yüksek seviyelerde kalırken, toplumsal zenginlik sermaye sınıfına çeşitli mekanizmalarla sürekli olarak aktarıldı.
Ancak Thatcher’ın uyguladığı politikalar yüzünden işçi sınıfının biriktirdiği öfke, burjuvazi açısından onun da bir süre sonra miadının dolmasına yol açtı. Thatcher’ın, mal varlığına dayalı hesaplanan yerel vergilerin yerine kelle vergisiolarak bilinen ve herkes için eşit olan bir vergiyi getirmek istemesi, ciddi bir muhalefetin oluşmasının zeminini döşedi. 1990’a gelindiğinde %15 mertebesine ulaşan yüksek faiz oranları ve Avrupa ile bütünleşme konusunda Muhafazakâr Parti içinde ortaya çıkan bölünmeler ise, hem kendisinin hem de partisinin siyasi alanda giderek zayıflamasına neden oldu. Thatcher AB’nin kurulmasını, “belki de modern çağın en büyük budalalığı” olarak nitelendiriyordu. Neticede parti içi bir müdahale ile görevini bırakmak zorunda kaldı. Ama burjuvazi onun hizmetlerini hiçbir zaman unutmadı. Çeşitli unvanlar ve pozisyonlarla onu hem maddi hem manevi olarak taltif etmekte hiçbir zaman cimri davranmadı.
Burjuvazi azılı bir temsilcisini kaybetti
Thatcher hem İngiltere hem de dünya siyasetinde belirleyici bir politikacı oldu. Aberavon Lordu olan Geoffrey Howe, Thatcher’ın siyasi kariyeri için “Onun gerçek zaferi sadece bir değil iki partiyi değiştirmiş olmasıdır, öyle ki İşçi Partisi tekrar iktidara geldiğinde, Thatcherizmin ana gövdesinin artık değiştirilemez olduğu kabul edilmişti” derken hiç de haksız sayılmazdı. Nitekim onun etkileriyle sadece İngiltere’de değil tüm dünyada burjuva sol partiler klasik sosyal demokrat siyaseti terk ederek “üçüncü yol” çizgisine geldiler.
Thatcher bilinçli bir işçi sınıfı ve sosyalizm düşmanıydı. Ömrünü sosyalizme karşı mücadeleye adadı. Hem İngiltere’de hem dünyada sosyalizmin etkisinin yok olması için kararlı bir savaş yürüttü. Bir yandan iktisadi politikalarıyla işçi sınıfına saldırırken diğer yandan da ideolojik bir mücadele yürütüyor, toplumcu düşüncenin gözden düşmesine gayret gösteriyordu. Bu konuda onun düşüncesini en açık biçimiyle ifade ettiği sözler Womens’ Own dergisi için yapılan röportajda söyledikleridir herhalde:
“Çoğu kişinin bir sorunla karşılaştığında hükümetin bunu çözmesi gerektiğini düşündüğü bir devirdeyiz bence. «Bir sorunum var, yardım almalıyım» veya «evsizim, hükümet bana ev versin» diyerek kişisel sorunlarını topluma mâl ediyorlar. Biliyor musunuz toplum diye bir şey yoktur aslında. Erkek ve kadın bireyler ve aileler vardır. Hiçbir hükümet bireyler olmadan bir şey yapamaz. Bu sebepten insanlar önce kendi başlarının çaresine bakmalıdır.”
Toplum yoktu! Yani sınıflar, sınıf karşıtlıkları, sınıf mücadelesi, sınıf dayanışması yoktu Demir Leydi’ye göre. Toplumdan ve tarihten soyutlanmış bir halde bireyciliğe mahkûm olduklarına inanmasını istiyordu insanların. Milyonlarca işçi bireysel eksikliklerinden, hatalarından dolayı işsiz kalıyor, sefalete düşüyordu! Kafalarını çalıştırsalar, başlarının çaresine baksalar hiçbir sorunları kalmayacaktı! Thatcher’ın seslendirdiği bu burjuva düşünceler, örgütlülüğün dağıtıldığı koşullarda gerçekten de bir dönem etkili oldu ve işçi sınıfından insanları atomize ederek sorunlar karşısında çaresiz kalmalarına yol açtı. Bu anlayış, bireyciliğin insanı bir zavallı haline getiren çıkışsızlığında işçileri yok olmaya sürükledi. /p>
Thatcher eşitlik anlayışına da düşmandı. Eşitlikçi politikaların herkesi daha yoksul yapacağını iddia eden kadim burjuva düşünceye sıkı sıkıya bağlıydı. “Siz sosyalistlerin programı herkesi yoksul kılmaktır, yoksulluğu azaltmak değil” diyerek İşçi Partisinin burjuva programına bile tahammül edemediğini açıkça ortaya koyuyordu.
Azılı bir işçi sınıfı düşmanı olarak ömrünü tamamladı Margaret Thatcher. Dostları Reagan, Özal, Pinochet gibilerdi. Düşmanları ise madencilerden limancılara tüm bir işçi sınıfı.
Bireyci ve rekabetçi sömürü toplumunun da, onun bekasında önemli hizmetleri geçmiş Thatcher gibi sonu gelecek. Dünyanın dört bir tarafındaki işçiler, Thatcher gibilerin tüm çabalarına rağmen, sömürünün sınıfların olmadığı bir dünya için mücadeleye girişiyor. İşçi sınıfı Thatcher’ı cehenneme yollarken, madencilerin, dok işçilerinin mücadele birikimleriyle bu dünyada cenneti yaratmak için yola koyuluyor.
[1] “Thatcher Thatcher, Milk Snatcher” tekerlemesi o dönemden kalmadır.
[2] bkz. İbrahim Karagil, Yenilgiler Bir Daha Yenilmemek İçindir, 1984-85 İngiliz Madenciler Grevi, www.marksist.com
link: Selim Fuat, Thatcher’ın Ardından, Mayıs 2013, https://marksist.net/node/3250
Kamu Emekçilerine 657 Saldırısı
Venezuela’da Seçim Sonuçlarının Gösterdikleri