2011 genel seçimleri işçi sınıfı açısından nesnel ve öznel olarak çok sayıda olumsuz faktörün hâkim olduğu bir atmosferde gerçekleşti. İşçi sınıfının genel örgütsüzlüğü olarak özetlenebilecek bu şartlarda sermayenin güçlü partisi AKP yüzde 50 oy oranıyla diğer düzen partilerine ezici bir fark attı. Bu hiç şüphesiz sermayenin zaferidir. Ancak bu hususun yanı sıra işçi sınıfı açısından özellikle önemli olan bir başka çarpıcı sonuç da var. Kürt hareketinin ve Türkiye sosyalist hareketinin şovenist olmayan kesimlerinin büyük bölümünün oluşturduğu Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku, önüne çıkarılan her türlü engele, baskı ve provokasyonlara rağmen 36 vekillik kazanarak büyük bir başarı elde etmiştir. Bu sonuçla yoksul emekçi Kürt halkı baskı, sindirme, oyalama ve aldatmacalara pabuç bırakmayacağını örgütlü mücadelesiyle ortaya koymuştur. Binlerce kadro KCK davası bahanesiyle hapse atılmışken ve hazine yardımı gibi olanaklar söz konusu değilken elde edilen bu sonuç, Kürt halkı için haklı bir sevinç kaynağı olduğu kadar, hiç şüphesiz işçi sınıfı ve sosyalistler açısından da sevindirici bir sonuçtur.
Enternasyonalist komünistlerin de desteklediği Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku, mevcut nesnel ve öznel şartlarda, hedeflenen sayının neredeyse azamisine ulaşmış bulunuyor. Seçilen vekiller arasında sosyalistlerin de yer alması işçi sınıfının sesinin parlamentoda duyurulması açısından hiç şüphesiz daha olumlu olacaktır. Bunlar arasında bu devletin zindanlarında yıllarını geçirmiş Ertuğrul Kürkçü, Leyla Zana ve Hatip Dicle gibi sembol isimlerin de bulunması ayrıca anlamlıdır.
Blok'un son derece zor şartlarda elde ettiği başarıyı çeşitli kanatlardan düzen sözcüleri bile kabul ediyorlar. Ancak bu kabulün bütünüyle gönül hoşluğuyla olmadığı da açıktır. Nitekim bu başarıyı hazmedemeyen kimi düzen güçleri boş durmayarak seçim öncesindekine benzer bir provokasyonla Hatip Dicle'nin vekilliğini düşürmüş, KCK davasından yargılanmakta olan diğer 5 tutuklu vekilin salıverilmesini de engellemişlerdir. Ama ne olursa olsun, tüm bu tablo açık biçimde Blok'un dosta da düşmana da başarısını kabul ettirdiğini göstermektedir. Bu temelde Kürt hareketi Türkiye genelinde varlığının tanınması bakımından yeni bir sıçrama yapmıştır. Blok listesinden seçilen isimlerin daha önce görülmemiş ölçüde medyada yer bulması ve bunun genel olarak pozitif bir hava içinde gerçekleşmesi esasen bu nesnel durumun bir yansımadır.
Blok'un aldığı sonuç, seçim sonrası siyasi sürecin temel bir sorunu olacağı görünen yeni anayasa yapımı açısından da önemli bir başarı anlamına gelmektedir. Bu sonuçla, çok açık ki, düzen partileri yeni anayasa sürecinde Kürt hareketini ve meclisteki çok daha güçlü bir temsile ulaşmış olan Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku'nu dikkate almazlık edemeyeceklerdir. Zira Blok'un başarısı, aynı zamanda, AKP'nin çok arzuladığı 330 sandalyenin üzerine çıkma hedefine ulaşamaması sonucunu doğuran sebeplerden birisidir. Bilindiği gibi AKP zaten birinci çıkacağını bildiği bu seçimlerde, tek başına hükümet için yeterli 276 sandalyenin çok ötesinde hedeflere gözünü dikmişti ve bu nedenle seçim sürecini adeta bir seferberlik havasıyla yürütmüştü. AKP kendi canının istediği gibi bir anayasa hazırlayıp dayatmasına imkân verecek biçimde, 367 sandalyeyi, hiç olmazsa 330'u geçmeyi hedefliyordu. Ancak özellikle Kürt illerindeki kayıpları nedeniyle 326'da kaldı.[1] Bu da yeni anayasa sürecinde işçi sınıfı ve Kürt halkının çıkarlarının parlamento düzeyinde de dillendirmesi açısından muhakkak ki daha olumlu bir durumdur.
AKP'nin oyu
Blok'un elde ettiği sonucun bir başarı olduğu ve bunun genel olarak işçi sınıfının yararına olduğu açık olmakla beraber, bu sonuç büyük oranda Kürk hareketinin örgütlü gücüyle seferber ettiği Kürt kitlelerden alınan oylarla elde edilmiştir. Türkiye işçi sınıfı, başta da belirttiğimiz gibi, örgütsüzdür ve bu durum genel olarak felçleştirici bir etki yapmaktadır. İşte işçi sınıfının bu derin örgütsüzlüğü koşullarında seçimler Kürt illeri ve diğer birkaç il dışında neredeyse tümüyle düzen partileri arasında oynanan bir oyun şeklinde geçmiştir. Ve oyunun kazananı AKP olmuştur.
AKP'nin nasıl olup da bu derece yüksek bir oy aldığı medyada haftalardır tartışılıyor. 9 yıldır tek başına hükümeti oluşturmuş bir partinin oylarını %50 gibi bir düzeye çıkararak bir kez daha hükümet etme hakkını kazanması kimi sosyalist çevreler de dahil birçoklarını şaşırtıyor. Emekçi kitlelerin gerçek devinim dinamiklerini ve eğilimlerini kavramaktan aciz olanlar durumu kabullenemiyorlar ve açıklamakta zorlanıyorlar. Bir uçta ölçüsüz bir kitle yüceltmesi, diğer uçta da kitlelere neredeyse küfretme düzeyinde bir kızgınlık gözleniyor. Oysa gereken şey Marksizme dayalı serinkanlı bir çözümlemeyle kitlelerin davranışını doğru biçimde anlamaya çalışmaktır.
Öncelikle, AKP'nin böylesi bir yüksek oy oranına ulaşması emekçi kitlelerin aslında hallerinin çok iyi olduğu ya da mevcut durumdan çok memnun oldukları anlamına hiç de gelmiyor. AKP'ye oy veren kitle içinde böyle olanlar hiç şüphesiz var. Gerçekten de safları oldukça kalabalıklaşmış böyle bir "orta sınıf" bulunuyor. Ancak bu kesimin AKP'ye oy veren milyonların içinde bir azınlık oluşturduğu muhakkaktır. Ama bundan çok daha hakiki olan şey, büyük çoğunluğun işsizlik ve yoksulluk gibi sorunları derinden hissettikleridir. Bu sorunlar "iflah olmaz solcuların" uydurmacası değildir.
Peki emekçi kitleler bu sorunları görmezden geldikleri ya da umursamadıkları için mi AKP'ye oy vermişlerdir? Bu kesinlikle doğru değildir. Yoksul emekçi milyonlara "göbeğini kaşıyan adam" ya da "bidon kafalı" diyen kibirli, elitist, halk düşmanı Kemalistler şimdilerde bir marifetmiş gibi yine aynı alaycı üslupla bu tür düşünceler ileri sürüyorlar. Üstelik bunu ne idüğü belirsiz bir "solculuk" kisvesiyle yapıyorlar. "Halk adamı" pozlarındaki Kılıçdaroğlu'nun bile AKP'ye oy veren, ezici çoğunluğu yoksul emekçi milyonların davranışını "Stockholm Sendromu"yla açıklaması bu zihniyet dünyasını mükemmelen ortaya sermektedir.
Gerçekte kitleler, felçleştirici örgütsüzlük koşulları içinde, kendi bağımsız çıkarlarının savunucusu olarak görebilecekleri inandırıcı bir alternatifin yokluğunda, tam da söz konusu yakıcı sorunlarda bir düzelme için kendilerine en inandırıcı görünen seçeneğe yönelmişlerdir. Bu umudun son tahlilde bir yanılsama olması başka bir bahistir. Sonuç olarak kitleler, değil işsizlik, yoksulluk ve eşitsizlik gibi sorunları umursamamak, aksine, tam da bu sorunlar bakımından bir iyileşme umudunun belirleyiciliği altında hareket etmişlerdir.
Öte yandan, beğensek de beğenmesek de, emekçi yığınlar çoğunluk itibariyle ve genel anlamda bir iyiye gidiş olduğu kanaatine sahipler ve mevcut seçenekler içinde AKP dışında bundan daha iyisini getirebilecek bir alternatif görmüyorlar. Burada sorun salt bir algıdan ibaret de değildir. Eğer şu anda Türkiye'de kriz ciddi boyutlarda sürseydi ve bunun sonucu olarak işsizlik oranlarında aynı 2008-9 döneminde olduğu gibi ciddi artışlar söz konusu olsaydı AKP kesinlikle böylesi yüksek bir oy oranına ulaşamazdı. Nitekim 2009'da yapılan belediye seçimlerinde AKP %39 düzeyine düşerek 2007 sonrasında 8 puan gerilemişti. Ancak çok açık görünmektedir ki, Türkiye diğer birçok ülkeye nazaran krizin etkilerini savuşturabilmiş ve insanların genelinde algıyı düzeltmiştir. Büyüme ve işsizlik oranlarındaki kısmi düzelmeler bu algıya temel oluşturmuştur. İşsizlik oranı gerçekte 2009 öncesi düzeye bile gerilememiş olsa da, emekçi kitleler, daha iyi bir alternatifin yokluğunda, somut olarak yaşadıkları ve gözledikleri bu kısmi düzelmelerin devamı umuduyla tekrar yüzlerini AKP'ye dönmüşlerdir. Bu bağlamda kitlelerin algısına etki eden bir olgu da, Türkiye'nin çevresindeki ülkelerde halen yaşanmakta olan krizlerdir. Ekonomik çöküşün eşiğine gelen bu ülkelerin durumu bir yönüyle "halimize şükür" duygusunu beslemektedir.
Diğer taraftan işsizlik ve yoksulluk gibi sorunları sadece dolaysız görünümleri içinde ele almak da eksik bir yaklaşımdır. Kitleler içinde bulundukları genel durumu sadece ceplerine doğrudan doğruya giren gelirin ötesinde, genel anlamda yaşam standartlarıyla da değerlendiriyorlar. Burada, çoğu hayati önemdeki altyapı hizmetlerinin durumu oldukça önem taşımaktadır. AKP'nin bu seçimde propagandasının omurgasını "hizmet" teması üzerine kurması ve büyük bayındırlık projelerine vurgu yapması boşuna değildir. Kemalist burjuvazinin on yıllar boyunca ihmal edip umursamadığı altyapı çalışmaları, ilk kez bu çapta bir seferberlikle yürütülmektedir. Kara, hava ve demiryolu ulaşımında sıçramalı adımların atıldığı ve daha fazlasının da yolda olduğu, konut alanında daha önce görülmemiş yatırımlar yapıldığı ve sağlık alanında bazı yönlerden iyileşmeler yaşandığı açıktır. Bu kapsama giren projelerin birçoğunun sorunlu, eksikli, birtakım olumsuz yan etkileri olan projeler olduğu doğrudur. Aslında kapitalizm altında genellikle durum budur. Ancak on yıllar boyunca bu tür temel hizmetlerden mahrum bırakılmış ve bir de üstüne alenen aşağılanmış geniş halk yığınlarının bu konudaki eksiğin –tüm sorunlu yanlarına rağmen– giderilmesini yeğlemesi anlaşılabilir bir durumdur. "Muasır medeniyet seviyesi"ni kuruluşundan beri diline pelesenk eden Kemalist burjuvazinin bu muasır medeniyet için elzem olan temel altyapı alanında dişe dokunur pek az şey yaptığı tartışmasızdır. Büyük ölçekli ve çok sayıda altyapı yatırımları aynı zamanda ve öncelikle modern bir kapitalist ülke açısından yılların eksikliklerinin ve ihmallerinin hızlı biçimde kapatılma girişimini göstermektedir.
Aslında bu büyük bayındırlık seferberliği olgusu, içinden geçtiğimiz sürecin genel karakterini ortaya koyan boyutlardan birini oluşturmaktadır. Türkiye son 10 yıldır önemli bir kapitalist gelişme süreci yaşamaktadır. Kapitalist Türkiye ekonomisinin bu 10 yılda dünya sıralamasında 10 basamak birden yukarı sıçrayarak 16. büyük ekonomi haline gelmesi kendi başına çok şey anlatmaktadır. Kemalist burjuvazinin tıknefes, ufuksuz yaklaşımının aksine, AKP'nin temsil ettiği burjuva dinamikler çok daha büyük bir iştaha, enerjiye ve ufka sahiptirler. Ve gelinen noktada Türkiye'nin emperyal bir güç olması ve bunun pekiştirilmesi doğrultusunda sıçramalı adımlar atmaktadırlar.
Bu sıçramalı kapitalist gelişme sürecinin bir ürünü olarak Türkiye'nin uluslararası alanda etkisi artmış ve bölge gücü olma çabaları büyük oranda gerçekleşmiştir. Erdoğan'ın "balkon konuşması"nda sadece Türkiye'ye değil Ortadoğu ve İslam dünyasının tümüne seslenen bir tarz tutturması bunun sembolik bir ifadesidir. Geniş emekçi yığınlarda "Türkiye iyiye gidiyor, güçleniyor" kanaatinin oluşmasında bu etmen de bir rol oynamaktadır. Bu şüphesiz başka ülkelere efendilik taslamaya dönük bir emperyal gurur duygusu içermektedir ve aslında yayılmacı bir milliyetçi eğilime işaret etmektedir.
İşçi sınıfının mücadele gündemi
Geride bıraktığımız 12 Haziran seçimleri Türkiye'nin 1980 sonrası sürecindeki en önemli seçimlerinden birini oluşturuyordu. Zira son yılların siyasal mücadeleleri Türkiye'yi bir dönüm noktasına getirmiş ve yeni bir anayasa yapma zorunluluğu gündeme oturmuştur. Faşist 12 Eylül cuntası tarafından hazırlanmış mevcut anayasanın her yanından su kaçırdığı ve yapılan birçok değişikliğe rağmen tam bir garabet olduğu açık bir gerçektir. Bu durum seçimler sonucu oluşan yeni meclise aynı zamanda yeni bir anayasa yapma misyonunu da yüklemektedir. Her ne kadar Hatip Dicle'nin vekilliğinin hayâsızca düşürülmesi ve diğer Kürt vekillerin meclise gelmesinin engellenmesi nedeniyle şu anda bir belirsizlik varsa da bu olgu nesnelliğini korumaktadır.
İşin aslına bakacak olursak bu noktaya çok geç gelinmiştir. Bu gecikmenin temel sebebi cunta rejiminden çıkış sürecinin kitle mücadeleleri sonucunda gerçekleşmemiş olmasıdır. Buna karşın, benzer süreçleri yaşayan birçok ülkede olağanüstü burjuva rejimlerden çıkış süreci aşağıdan işçi sınıfı mücadelesi eşliğinde yaşanmıştır. Böyle olduğu için bu ülkelerde görece daha demokratik yapılar ortaya çıkmış ve hepsinden önemlisi kitle mücadelesi geleneği genel olarak canlı kalmıştır.
Türkiye'de farklı bir süreç yaşanmıştır. Şimdi 12 Eylül anayasasının tasfiyesi noktasına gelinmesi, Türkiye'yi emperyalistleşme aşamasına kadar getiren sıçramalı kapitalist gelişme sürecinin, bunun bir parçası olan burjuvazi içi çatışmanın ve nihayet en önemlisi Kürt ulusal mücadelesinin bileşik etkisinin sonucudur.
İşçi sınıfının genel örgütsüzlüğü koşulları hâlâ aşılabilmiş değilse de, yeni anayasa sürecinde eldeki tüm olanaklarla, genelde tüm demokratik hak ve özgürlükleri, özelde de işçi sınıfının özgül haklarını azami ölçüde elde etmek için mücadele vermek hayati önem taşımaktadır. Sınıf devrimcilerinin yıllardır yükselttikleri "tüm sendikal ve siyasal yasaklar kaldırılsın!" talebi şimdi daha da güncel bir önem kazanmıştır.
Şimdi işçi sınıfının önünde yeni bir mücadele dönemi açılmış bulunuyor. Bu mücadelenin bir yönünü yeni anayasa süreci bağlamında demokratik hak ve özgürlükleri öne çıkarmak oluşturuyorsa, diğer önemli boyutunu hiç şüphesiz Kürt sorununun çözümü oluşturuyor. Bu sorun elbette anayasa sorunuyla da bağlantılı bir sorun. Dolayısıyla enternasyonalist komünistler yeni bir anayasa yapılması halinde diğer demokratik hak ve özgürlüklerin yanı sıra Kürt sorununun Kürt halkının haklı ulusal demokratik talepleri çerçevesinde çözülmesi için mücadelelerine ısrarla devam edeceklerdir. Düzen güçlerinin yargı üzerinden devreye soktukları Hatip Dicle'yi ve diğer 5 KCK sanığı vekili engelleme gibi yeni provokasyonlara karşı çıkmak da hiç şüphesiz bu yaklaşımın doğal bir uzantısı olacaktır.
Öte yandan Kürt sorununun öteden beri taşıdığı sınır ötesi boyutlar son aylarda Ortadoğu'da yaşanan gelişmelerle birlikte daha da büyük bir anlam kazanmıştır. Ortadoğu'daki halk isyanlarının Kürt halkının mücadelesine yeni bir moral güç verdiği şimdiden açıktır. Önümüzdeki dönemde gelişebilecek yeni bir halk direnişinin bambaşka bir uluslararası atmosfer içinde gerçekleşeceğini görmek zor değildir. Ayrıca, başta ABD olmak üzere büyük emperyalist güçlerin bölgedeki gelişmelerde izleyeceği yol ve Türkiye'nin burada girişebileceği hamleler de soruna yeni boyutlar ekleyecektir. Örneğin Suriye'deki halk isyanı bağlamında, Suriye Kürdistanı'nda da, Irak Kürdistanı'nda son 20 yıl içinde Türkiye'de yaşanan sürece benzer bir sürecin başlaması halinde, bunun tüm Kürt coğrafyasında yeni bir itilim anlamına geleceğine şüphe yoktur. Bu bağlamda asıl akılda tutulması gereken husus, başta Kürt sorunu olmak üzere Türkiye'nin gündemindeki temel siyasi meselelerin seyrinin sadece iç dinamiklerle belirlenmediği ve bundan sonra bunun daha da böyle olacağıdır.
Seçimler sonrasında işçi sınıfının önündeki yoğun mücadele gündeminin bir parçasını da muhakkak ki yeni ekonomik ve sosyal hak gasplarına ve saldırılara karşı mücadele oluşturacaktır. AKP kitlelerden aldığı yüksek oya dayanarak nicedir planladığı, ama uygun konjonktürü denk getiremediği için ertelediği kimi saldırıları pek muhtemelen yeniden gündeme getirecektir. Bunlar arasında özellikle kıdem tazminatı hakkının gasp edilmesi, esnek çalıştırmanın daha da derinleştirilip genelleştirilmesi, özel istihdam büroları ve muhtemelen yerel asgari ücret uygulaması gibi saldırılar ilk akla gelenlerdir. Bunların yanı sıra, çok yüksek boyutlara ulaşmış cari açığı kısmak için alınması beklenen tedbirlerin bir bölümü pek muhtemelen vergi arttırımlarını ve yeni zamları içerecek. Hükümet bu yoldaki tedbirleri de seçim konjonktürü nedeniyle ertelemişti. "Ekonomiyi soğutmak" için yapılacağı söylenen bu ve benzeri tedbirlerin de nihayetinde ceremesini çeken hiç kuşkusuz yine işçi sınıfı ve diğer emekçi katmanlar olacaktır.
* * *
İşçi sınıfını böylesi ağır sorunlar ve mücadeleler beklemekle beraber, seçim sonuçları aynı zamanda, başta da değindiğimiz gibi, işçi sınıfının mücadelesinin ve örgütlülüğünün geliştirilmesi için nispeten daha elverişli bir duruma da işaret etmektedir. Bu bağlamda öncelikle vurgulamak istediğimiz husus genel toplumsal değişim sürecidir.
12 Haziran seçimleri gerçekte Türkiye'nin son 10 yıldaki sosyo-ekonomik ve siyasal gelişmelerini birçok bakımdan özetler niteliktedir. Yaşanan büyük kentleşme ve proleterleşme süreçleri eşliğinde ortaya çıkan sıçramalı kapitalist gelişme, Türkiye'nin toplumsal topografyasını büyük bir hızla değiştirmektedir. Çok daha kentli ve proleter bir Türkiye gerçeği önümüzde durmaktadır artık.[2]
Örgütsüzlük nedeniyle gerçek bir alternatifin yokluğunda geniş emekçi kitlelerin çoğunluğunun AKP'ye yönelmiş olması geçici olmaya mahkûm bir olgudur. Çoğunluğu itibariyle kente yeni gelmiş olan bu kitlelerin kent cangılında, mevcut burjuva partiler içinde kitlelerle en iç içe, en örgütlü parti olan AKP'yi kendi koruyucuları olarak görmeleri anlaşılabilir bir durumdur. Ancak bu kitleler için kapitalizmde bir çıkış yolu olmadığı da o denli açıktır. Bu ülkenin tarihindeki en büyük proleterleşme dalgasını AKP dâhil hiçbir burjuva partisinin uzun süre taşıması mümkün değildir. Hele de dünya kapitalizminin genel tıkanıklığı koşullarında ve komşu coğrafyalarda yeni sınıf mücadeleleri başlamışken.
Bu son seçimlerde din ve laiklik temalarının gündemde bir ağırlık teşkil etmemesi de anlamlıdır. AKP'nin aldığı oyların esas itibariyle dinle bir alakasının olmadığı açıktır. Kitleler dinsel mesajı esas alıyor olsalardı bunun adresi AKP değil, Saadet Partisi türü partiler olurdu. Ve yeri gelmişken belirtilmeli ki bu aynı zamanda önceki döneme damga vurmuş olan bu tartışmaların büyük ölçüde yapay tartışmalar olduğunu göstermektedir. Ne geniş kitlelerde bir dinsel rejim özlemi vardır ne de has bir burjuva partisi olan AKP'de. AKP'nin şeriatçı bir parti olduğu yönündeki hezeyan dolu tespitler yanlıştı, şimdi daha da yanlıştır. Daha önce de defalarca söylediğimiz gibi, işçi sınıfının AKP'ye karşı mücadele yürütmesi için bu tür çürük argümanlara asla ihtiyacı yoktur.
Ama işçi sınıfı mücadelesi için görece daha elverişli bir durumun oluşması bağlamında daha dolaysız olarak bakılması gereken nokta, Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku'nun seçimlerde aldığı sonuçtur. Blok'un elde ettiği başarı hiç şüphesiz asıl olarak Kürt ulusal hareketinin bir eseridir. Ancak seçim süreci sosyalistlerin ve bazı işçi sınıfı örgütlerinin de Blok kapsamında gerçekleştirdikleri çalışmalara tanık oldu. Büyük kentlerin işçi mahallelerinde, olağan dönemlere göre daha çok geniş ölçekte, sınıf duyarlılıklarını temel alan çalışmalar yapıldı. Bu bağlamda büyük kentlerdeki Kürt işçilere sosyalizmin ve proletarya devrimciliğinin sesini ulaştırmanın önemi ne denli vurgulansa azdır.
Blok'un İstanbul'da özellikle sosyalist adaylara ağırlık vermesi ve bu adayların çalışmalarında işçi sınıfı vurgusunun yapılması önemlidir ve kendi mütevazı ölçüleri içinde başarılı olmuştur. Benzer bir durum Mersin'de de yaşanmıştır. Niyetimiz bunlara boyundan büyük anlamlar yüklemek değildir hiç kuşkusuz. Ancak sosyalist hareketin TKP gibi şovenist kesimleri seçimlerde açık bir yenilgi ve gerileme yaşarken, şovenist rüzgârlara göğüs gererek Kürt hareketiyle dayanışan sosyalistlerin bu mütevazı başarısı anlamlıdır. Elbette bir bütün olarak sosyalist hareket henüz hayli cılızdır. Yine de bu başarı şovenizmle bir yere varılamayacağının ve anti-şovenizmin, enternasyonalizmin işçi sınıfı içinde zamanla yer edinebileceğinin görülmesi bakımından önemlidir.
Tüm bu olgu ve eğilimleri topladığımızda, işçi sınıfı devrimcileri için daha elverişli bir durumun oluşmakta olduğu açıktır. Önümüzdeki dönem yeni bir mücadele dönemidir ve her olanaktan yararlanarak işçi sınıfının bilinç ve örgütlülüğünü geliştirme çabalarına yol aldırmak gereklidir.
[1] Hatip Dicle'nin vekilliğinin düşürülmesine önayak olan AKP'nin yaptığı hırsızlıkla bu sayı şimdi 327'ye çıkmış gibi görünmektedir.
[2] Büyük kentlerin milletvekili sayılarının bu seçimlerde arttırılmış olması bile son tahlilde bu temel olgunun yansımalarından biridir. Orantısız dağılım hâlâ sürse de, (AKP %50 oy oranıyla mecliste %60 sandalye kazanmıştır) işçi sınıfının yatağı olan bu kentlerin siyasi ağırlıklarının artması şimdiye kadar suni olarak geciktirilmiş olumlu bir gelişmedir.
link: Levent Toprak, 12 Haziran Seçimleri ve İşçi Sınıfının Mücadele Gündemi, Temmuz 2011, https://marksist.net/node/2688
Korkma, Örgütlen!