Otuz yıl boyunca en sakıncalı kelimelerden biriydi. Üç kişi bir araya geldiğinde hemen kurulması muhtemel bir yapıydı. Tehlikeliydi, fısıltıyla söylenmeliydi, ağzı çok alıştırmamak gerekirdi. O kelimeyi kullanmak gerektiği zaman “organizasyon” demek daha doğru olurdu.
“Örgüt”tü bu sakıncalı kelime! Örgütlü olmaksa, uzak durulması gereken sakıncalı durum! Devrimci gençlere saygı duyulan, sendikalı olduğu için işçiye kız verilen, sermaye sınıfının sunduğu çeşitli “güvencelere” güvenmeyip kendi özgücüyle bu düzenin yıkılması için çaba vermeye çalışan insanların olduğu günlerden bugünlere geldik. Bugün toplumun belli oranda, belli sınırlarda örgütlü olmasını isteyen sermaye sınıfı, iş gerçekten örgütlenmeye gelince yine tüm kıyıcılığından vazgeçmiyor. Devrimcileri hapishanelere tıkıyor, sendikalaşmaya başlayan işçileri işten atıyor, pankart açtığı için çocuk yaştaki gençleri tutsaklığa mahkûm ediyor. İşçilerin sendikal düzeydeki örgütlenme isteklerinde kıvılcımlar giderek yayılmaya başlıyor başlamasına ama, işçilerin büyük bir kısmı, bıraktık siyasal örgütlenmeyi, sendikal alandaki örgütlenmeden bile şeytandan korkar gibi korkuyor.
Egemen sınıflar tarih boyunca kendi çıkarı uğruna boyunduruk altına aldıkları ezilen sınıfları ideolojik olarak da egemenlikleri altına alıp, kendi düzenlerini kabul ettirmişlerdir. Tüm baskı güçlerini kullanarak onları zayıf olduklarına ikna etmiş, başlarını her kaldırdıklarında şiddetle ezerek bir daha baş kaldırmalarının önüne geçmeye çalışmışlardır. Kapitalizmde ideolojik baskı araçları daha gelişkin, incelikli ve yoğundur. Düzene adapte etmek için sisteme güvendirmek, düzeni için tehdit oluşturan güçlere karşı güvensizleştirmek, bilincine çeşitli korkuları şırınga etmek, baskı araçlarını kullanmaktan daha etkili sonuçlar verebilmektedir egemen sınıf için.
Kapitalizm, tüm yaşamımızı cenderesine almaya çalışan bir sistem. Yirmi dört saat insanları kuşatır. Araçları sınırsız. İdeolojisi, aileden başlayıp, eğitim kurumlarında, işyerinde, askerlikte yeniden yeniden üretir kendini. Evde eğlence aleti olarak başköşeye oturtulan televizyonda, karşısından kalkılmayan internette, kahvelerdeki sohbetlerde, yollardaki bilboardlarda, sıkış tıkış binilmiş bir otobüste düşmemek için tuttuğunuz tutacakta bilincimizi yönlendirmeye çalışır bu sistem. İnsanların beynini boş bırakmaz. Kâh yaşam tarzımızı belirlemek için, kâh bir ürünü satmak için! İnsanlara gün içinde kafa yoracakları, çene çalacakları konuları da yaratır. Futbol maçları, dizi filmler, yılın popüler diyetleri… Düşünme tarzıyla, fiziksel özellikleriyle, giyim zevkleriyle birbirine benzeyen ama birbirinden farklı olduğunu, özgün olduğunu zanneden insanlar yaratır.
Balyoz gibi inen ‘80 darbesiyle toplumsal bilinç dumura uğratıldı. O dönem örgütlülüğüne güvenen, bir araya gelince dünyayı yerinden oynatacağına inanan insanların yerine bireyci, rekabetçi, yalnız, aslında kendine güvenmediği için hiçbir şeye güvenmeyen, kapitalist sistemin her türlü “güvence” vaatlerinin sürekli hayal kırıklığı yaratmasıyla bunalımlı ruh haline sahip insanlar yarattı. Toplumda hastalıklı insan sayısı giderek artmaya başladı. Bugünkü insanın yaşadığı ıstırabın temelinde örgütsüzlük yatmaktadır.
İnsanoğlu, hayatı boyunca güven içinde yaşayabileceği koşulları aramış veya yaratmaya çalışmıştır. Güven içinde yaşama isteği, güvence arama bu anlamda insani bir arayıştır. Kapitalist toplum insanları sürekli kaygılar içinde yaşatır. Örgütlülüğün olmadığı veya cılız olduğu bir toplumda insanlar, “yaşlandığımda bana kim bakacak?”, “işimi kaybedersem ne yaparım, çocuklarıma nasıl bakarım?”, “ya elimdeki her şeyi kaybedersem?”, “ya çok ciddi bir sağlık sorunumuz olursa?”, “okuyamazsam nasıl iş bulurum?” türünden her konuda sınırsız korkular ve kaygılar taşırlar. Güvencesizlik durumu ve onun yarattığı kötü duygu kişi için katlanılmaz bir ruh hali yaratır. Bu kaygıdan kurtulmanın araçlarına ulaşamayan, göremeyen birisi için kaygıyı yaratan duruma kendini teslim etmek kaçınılmaz olur.
Kapitalist düzen insanın kendini güvende hissedeceği bir sistem değildir, olamaz da! Yaşamında güvence, statü isteyen herkes az ya da çok bunun farkındadır. Ama hep kendini farklı zanneder, kişisel yetenekleriyle, şansla vs. herkesin yaşadığı sorunu yaşamayacağını düşünür, şansın ona güleceğine inanır. Her yediği darbeden sonra giderek yıpranır, ama bunu kendine itiraf edemez. Yaşadığı güvensizlik sorunu, onu içten içe kemirir. Güvence arayışı insanlar için küçümsenecek bir arayış değildir. Ama komünist bilince sahip olmayan bir insan, kapitalist düzen var olduğu sürece bunların tam bir garantisinin olmadığının, bu düzen içinde işçilerin, üretenlerin koşullarının iyiye değil kötüye gitme eğilimi olduğunun tam bilincinde değildir.
Kapitalizm insanlara bireysel kurtuluşun olabileceğini pompalar. Peki, nasıl gerçekleşir bu bireysel kurtuluş? Ancak bir başkasını ezerek, bir başkasıyla rekabet ederek, aynı sorunları yaşayan milyonlarca kişiyle yarışarak, yeri geldiğinde bir başkasının kuyusunu kazarak… Bireysel kurtuluşun ancak böyle sağlanabileceğini aslında herkes bal gibi bilir. Çünkü yaşadığımız toplumun bugünkü değerlerine göre bireysel hesaplar içinde hareket etmek “akıllı” bir insanın yaptığı bir şeydir. Başkalarını düşünmek, tüm insanlığın çıkarlarını düşünüp bireysel çıkarlardan feragat etmek “ahmakçadır” çünkü! İnsanın düştüğü bencillik çukurundan örgütlü yapı içinde kendini kurtarmaya çalışan, ayakta durmaya çalışan, insan olmaya çalışan kişi hor görülür. Bir çeşit deli ilan edilir. Çünkü kapitalizm bireyciliği had safhaya çıkarmıştır. Kapitalizm egosu yüksek, eleştiri almaktan rahatsız olan, eksikliklerinin konuşulmasını istemeyen, sürekli pohpohlanma isteği yaşayan insanlar yaratmıştır. Egemen sınıf bu özelliklerle donattığı bireylerin kendi karşısına örgütlü bir güç olarak çıkmasını engellemiş olur. İşin aslı, yetenekleri ne düzeyde olursa olsun bireyci özellikleri çok gelişmiş bir kişinin işçi sınıfının mücadelesine bir faydası yoktur. Sınıf mücadelesinin ona diyeceği tek cümle şudur: “Gölge etme, başka ihsan istemem!”
“Örgüt insanı tek tipleştirir” diye kara propaganda yapan burjuva ideolojisi aslında birbirine benzeyen, birbiri gibi düşünen, aynı sorunları yaşayan, aynı korkuları taşıyan bireyler yaratır. “Örgütlü insan örgütlerin maşasıdır” diyen burjuva ideolojisi, her gün milliyetçilik propagandası yapar. İnsanları birbirine düşman eder. İşçiyi ispiyonculuğa, işsizi hırsızlığa, çaresizi ruh hastalığına, ruh hastasını katilliğe iter. En küçük miras kavgasında bile babaya oğlunu öldürtür, kardeşi kardeşin düşmanı yapar. En iyi ihtimalle de insanı tüm sorunlar karşısında ruhsuz, tepkisiz hale getirerek burjuvazinin maşası yapar.
12 Eylül faşizmi on binlerce kişiyi işkence tezgâhlarından geçirdi. İşçilerin, emekçilerin örgütlenme teşebbüsüne öyle bir darbe vurdu ki, uzun yıllar boyunca işçi kuşaklarının çocukları hâlâ içlerindeki korkuyla başlarını kaldıramıyor. Bilinçlerinin derinliklerinde örgütlenmeye duydukları korkuyla yaşıyorlar. Koşulların örgütlenmeyi dayattığı durumda tam bir güvenle kendilerini örgütlü yaşama adayamıyorlar. Yakınan, konuşan, tartışan, ama iş elini taşın altına koymaya geldiğinde, yılgın, yorgun insanlar. Mazeret: Fazla mesailerden dolayı zamansızlık, yoğun çalışma koşulları, baskıcı bir aile, aradığı örgütü bulamama, bulduğu örgüte güvenmeme… Sonuç: Burjuvazinin ona zerre kadar değer vermeyen kollarına sığınma!
Kapitalizm, komünist bilince ulaşmamış insanı ahtapot kollarıyla sarar. Kıpırdamasına izin vermez. İnsanın bilincinin derinliklerine işlemiş bir esirlik yaratır. Doğa karşısında yüz binlerce yıl çaresizlik yaşamış ilkel insanın yaşadığı durumu bugünün çağdaş insanı toplumsal sorunlar karşısında yaşıyor. Yaşadığı sorunlardan dolayı ne yapacağını, nereye sarılacağını, sorunlarının nasıl çözüleceğini bilmeyen insan, onu bu hale getiren koşulların kölesi durumundadır. Adı üstünde örgütlü yaşam, yani tüm yaşamını içinde organize ettiği bir yaşam ancak insanı bu tutsaklıktan kurtarır. Nasıl ki insan bir dili öğrenirken birkaç günde, birkaç ayda öğrenemiyorsa, bizzat yaşayarak, konuşarak öğrenmeye başlıyorsa, rüyalarında bu dili konuşmaya başladığında gerçek anlamda o dili öğreniyorsa, örgütlü yaşam da böyledir.
marksist.com sitesinde yayınlanmış olan bir işçi mektubundaki şu satırlar çok anlamlıdır: “…ya işçi sınıfına yol gösterecek, ona kılavuzluk edecek bir örgütlü mücadelenin içerisinde özgürleşmiş bireyler olarak yer alırsınız ya da kapitalist toplumun aşılamaya çalıştığı bireysellik hastalığıyla burjuvaziye hizmet edersiniz. Tercih bu anlamıyla bizimdir. Tabii özgürleşmek öyle lafla olmuyor, bunun için kişinin önce kendi içerisinde bir silkiniş yaşaması gerekiyor. Unutmamalıyız ki devrim insanın kendi içinde başlar.” (“Birey olmak mı, örgütlü olmak mı?”)
Örgütlü yaşamın hangi düzeyinde olursa olsun, kişi kendini ona vakfetmeden ne kendini ne de bulunduğu yapıyı geliştirebilir. Ama ne yazık ki, kimse başka bir gezegenden gelmiyor. Kapitalizmin sütünü emip, çamuruna battıktan sonra geliyor. Kapitalist sistemin dayattığı bireyci yaşamdan kopuş örgütlü yaşamı seçtikten sonra başlar. Örgütsüz bir insanın ya da örgütlü olmayı içselleştirememiş bir insanın kurtuluşu mümkün değildir.
Kapitalist düzenin egemen sınıfları ne yaparsa yapsınlar, özgürlük rüzgârını, mücadele rüzgârını uzun süre engelleyemeyecekler. Akan suyun önüne konan set ne kadar yüksekse, yıkım o kadar derin olur. Egemen sınıflar insanlık tarihi boyunca güçlerini boyunduruk altındaki ezilenlerden aldılar, ama nihayetinde yıkıldılar. Çağımızın egemen sınıfları da işçi sınıfının örgütlü mücadelesiyle yıkılmayı bekliyor. Ölümü göze alarak mücadele eden Arap halklarının isyanları, bir kere daha işçi sınıfının siyasal örgütünün önemini ortaya koyuyor. Kitlelerin isyanı doğru araçla yönetildiğinde yalnızca despotlar gitmeyecek, işçi ve emekçilerin iktidarı kurulacak. Güçlü bir aracı yaratmak için, kapitalist sistemin tüm pisliklerini içimizden atalım, örgütlenmekten korkmayalım, tüm gücümüzle örgütlerimizi güçlendirelim.
link: Aylin Dinç, Korkma, Örgütlen!, Temmuz 2011, https://marksist.net/node/2689
12 Haziran Seçimleri ve İşçi Sınıfının Mücadele Gündemi
TKP’nin Kararname Sosyalizmi