12 Haziranda yapılacak seçimler vesilesiyle KADER başta olmak üzere kimi burjuva feminist yapılar "Meclis'te 275 kadın milletvekili olsun" talebi çerçevesinde bir kampanya başlattılar. Tüm siyasi partilere çağrılar yaptılar, birçok girişimde bulundular. Çeşitli görüşlerden gazetelerde bu talebi destekleyen içerikte onlarca yazı yayınlandı. Televizyon kanallarının tartışma programlarında saatlerce talebin haklılığına dair konuşmalar yapıldı. Ne var ki burjuva partilerin milletvekilli aday listeleri yayınlandığında bu girişimlerin anlamlı bir sonuç vermediği net bir biçimde görüldü ve bir iki serzenişten sonra da sesler kesildi. Bu talebi dillendiren kadınların çoğu ise, anlamlı sayıda yer bulamadıkları ve daha uzun süreler yer bulamayacakları burjuva partilerin listelerinin kazanması için çalışmalara koşturdular.
Marksistler elbette toplumsal ve siyasal yaşamın her alanında kadınların katılımının artmasını gönülden destekler. Bu hususu politik mücadelelerinin unsurlarından biri haline getirirler. Ancak meseleyi hiçbir zaman, burjuva feministleri gibi, kadın sorununun çözümünü kariyer sahibi kadınların sayısının arttırılmasına indirgeyen burjuva elitist bakış açısının dar çerçevesi içinde değerlendirmezler. İşçi sınıfının çıkarlarını savunma perspektifini kaybetmemiş olanlar açısından, meclisin tamamı Canan Arıtman ya da benzerleri ile dolu olsa da bundan işçi sınıfı kadınlarının bir kazanımının olmayacağı açıktır.
Meclise girebilen kadın sayısı şüphesiz kapitalist toplumdaki kadın-erkek eşitsizliğinin göstergelerinden biridir. Kota ve benzeri uygulamalara rağmen gelişmiş kapitalist ülkelerde bile temsil bakımından kadın-erkek eşitliği sağlanamamıştır. Ancak sınıflı toplumların bir ürünü olan bu eşitsizlik durumunun düzen içi biçimsel düzenlemelerle çözülmesi de söz konusu değildir. Bu yüzden işçi sınıfı kadınları açısından sorun, büyük bir çoğunluğunu burjuva kadınların işgal edeceği kesin olan kadın milletvekilliği kontenjanlarının sayısının arttırılması ile ortadan kalkmayacaktır. Böylesi bir durum burjuva kadınlar cephesinde büyük hoşnutluk yaratacak olsa da işçi kadınlar için sorunların kökü çok daha derinlerdedir.
Türkiye'de işçi sınıfı kadınlarının işgücüne katılımı
Örneğin, Türkiye'de kadınlar daha çalışma hayatına katılmakta bile oldukça geri bir durumdadırlar. Kadının Statüsü Genel Müdürlüğünce hazırlanan Türkiye'de Kadının Durumu Aralık 2010 raporuna göre, kadınların işgücüne katılma oranı, 1990 yılında yüzde 34,1; 2002 yılında yüzde 26,9; 2004 yılında yüzde 25,4; 2009 yılında ise yüzde 26 olarak gerçekleşmiştir. Kuşkusuz, çocuk ve yaşlı bakımı, ev temizliği gibi işlerde çalışan, parça işler alarak evde çalışan vb. geniş bir kadın emekçi kesimi, son derece sağlıksız bir şekilde hazırlanan bu istatistiklerden büyük oranda dışlanmıştır. Dolayısıyla resmi istatistikler, gerçeği yansıtmaktan epeyce uzaktır. Üstelik kayıtdışı çalışmaya mahkûm edilen bu kadınlar, herhangi bir güvenceden, emeklilik hakkından vb. de tümüyle yoksundur. Tüm bunlar, emek gücünü satarak geçinmek dışında bir seçeneği olmayan emekçi kadınların sorunlarını katmerlendiren bir zemin yaratmaktadır.
Söz konusu rapora göre kentteki kadınlara oranla (yüzde 22,3) kırsal alanda daha çok kadın işgücüne katılıyor (yüzde 34,6) gibi görünse de, kırda çalışan 100 kadından 84'ü tarım kesimindedir ve bunların yüzde 77'si herhangi bir ücret almaksızın ücretsiz aile işçisi olarak faaliyet göstermektedir.
Türkiye geneline bakıldığında tablo böyle iken, Avrupa Birliği'nin en gelişmiş 15 ülkesinde bu oran yüzde 60,4, Avrupa Birliği üyesi 27 ülkede ise yüzde 59,1'dir. Türkiye'de istihdama katılan kadınların yüzde 41,7'si tarım sektöründe, yüzde 14,6'sı sanayi sektöründe, yüzde 43,7'si ise hizmetler sektöründe çalışmaktadır. Rapora göre, kayıt dışı çalışma Türkiye genelinde yüzde 43,8 oranındadır ve kayıt dışı olarak ücretsiz aile işçisi konumunda tarımsal faaliyetlerle uğraşanların yüzde 21,9'unu erkekler, yüzde 78,1'ini kadınlar oluşturmaktadır.
Bir iş bulmayı başarıp çalışma hayatına katılan kadınlar ise ücret ve diğer haklar konusunda ayrımcılıkla karşı karşıya kalmaktan kaçamıyorlar. Kadın ve erkekler arasındaki ücret farklılıklarının yüzde 30'a yaklaştığı görülüyor. Bu konuda en yeni resmi veri 2006 tarihini taşısa da, sonuçlar eğitim durumu ne olursa olsun kadın ve erkeklerdeki ücret farklılıklarını açık biçimde ortaya koyuyor. İlkokul mezunu ya da ilkokul eğitimini bile tamamlayamamış kadınlarda 2006 itibarıyla aylık ortalama brüt ücret 650 TL iken erkeklerde 784 TL idi. Meslek lisesi mezunu bir kadın aylık ortalama 944 TL brüt maaşa çalışırken, erkekler 1298 TL alıyorlardı. 2006 itibariyle yüksek okul mezunu bir kadın ortalama 1837 TL brüt ücret alırken, erkeklerin ortalama brüt ücreti 2231 TL civarındaydı. Bu veriler 2006 verileriydi ve geçen beş yılda krizle birlikte kadınların ortalama ücretlerinin erkeklere oranla daha fazla düştüğünü söylemek yanlış olmayacaktır.
Kadınların işgücü piyasasına katılmasının bile önüne setler çeken, emeğini satma "şansına" sahip olabilenleri ise düşük ücretler ve ağır çalışma koşullarına maruz bırakan bir sistemde, kadınların parlamentoda temsilinin eşitlenmesinin sorunu çözebileceğini düşünebilmek nasıl mümkün olabilir ki?
Kadınların ortak siyaseti sloganı bir safsatadır
KADER ve onun temsil ettiği zihniyet, sınıf mücadelesinin üzerini örterek emekçi kadınların bilincinde bütün kadınların ortak sorunlara sahip olduğu yanılsamasını pekiştirmek istemektedir. Bu yüzden kadınların ortak siyasetinden bahsetmekte, meclisin yarısının kadınlardan oluşması durumunda çok şeyin değişebileceği gibi bir ümidi yaymaya çalışmaktadır. Ne var ki KADER'in ortak siyaset sloganında hangi kesimden kadınları ön plana çıkarmak istediği de, dışladığı, söz konusu etmediği kesimlerle kendini göstermektedir.
Örneğin daha önceki seçimlerde en fazla kadın aday gösteren partinin desteklenmesi yönündeki söylemler, bu parti Kürt mücadelesinin partisi olunca derhal sonlanmış, makyaj daha baştan akmıştı. "Toplumun yaklaşık yarısı kadın yarısı da erkek, bu yüzden meclisin de yarısı kadın milletvekillerinden oluşsun" düşüncesiyle önerilerini oluşturanların, gerçekte toplumun farklı kesimlerinin ağırlıklarınca mecliste temsil edilmeleri gibi bir dertleri yoktur. Öyle olsaydı, kadınların ezici çoğunluğunu oluşturan emekçi kadınların da mecliste aynı oranda yer almasını savunmaları gerekirdi. Ancak durum bu değildir. Demek ki ortak siyaset yürütebilmek için aynı cinsten olmak yeterli olmuyor. Onların kariyer sahibi ya da mülk sahibi kadınlarıyla bizim işyerlerinde canı çıkıncaya kadar çalıştırılan işçi kadınlarımızı hangi ortak çıkar birleştirebilir ki?
Üstelik, dediğimiz gibi, kapitalist toplumda kadın sorununun kadınların temsil kabiliyetinin artırılması yoluyla çözülebileceği de, "kadın duyarlılığını" meclise taşıyacak bu kadınların daha demokratik ve eşitlikçi yasaların çıkmasını sağlayabileceklerine dair söylemler de kuyruklu yalanlardır.
"Örneğin İsveç, Danimarka, Belçika, Almanya gibi Avrupa ülkelerinde kadınların parlamentodaki temsil oranları yüzde 30'un üzerindedir. Hatta İsveç'te bu oran yüzde 45'tir. Ancak kadınlar bu ülkelerde de şiddete maruz kalmaktan kurtulamamakta, erkeklerle eşit ücret alamamakta, part-time ve geçici işlerde daha çok kadınlar çalışmakta, sendikalarda ve sendika yönetimlerinde daha düşük oranlarda yer alabilmekte, kriz dönemlerinde kapının önüne ilk onlar konulmakta, çalıştığı halde ev işi yine kadının sorumluluğu olarak görülmektedir. Yani gerçek yaşam, kendi sorunlarını «kadın sorunu» olarak genelleştiren burjuva ve küçük-burjuva feministlerin savundukları tezleri bir bir çürütüp içi boş bir lakırdı yığınına dönüştürmektedir. Pratik kanıtlıyor ki, kadınların eşit oy hakkına sahip olmaları nasıl kadın sorununu çözmeye yetmemişse, parlamentolarda daha yüksek oranlarda temsil edilmeleri de bu tarihsel sorunu çözmemiştir, çözemez.
"Kapitalist sistem varlığını sürdürdükçe kadınların ezilmişliğinin son bulmasının olanaksızlığı bir yana, daha insancıl, daha demokratik, daha eşitlikçi yasaların çıkarılıp çıkarılamamasının kadınların temsil güçlerinin artmasına ya da «kadın duyarlılığına» bağlanması da gerçeklerle hiçbir şekilde bağdaşmıyor. Bugüne dek pek çok ülkede kadınlar başbakanlık da dahil üst düzey görevler üstlenmişlerdir. Bu ülkelerden biri de Türkiye'dir. Peki, örneğin Tansu Çiller'in başbakanlık, faşist Meral Akşener'in içişleri bakanlığı, İmren Aykut'un çalışma bakanlığı, Gürdal Akşit'in «kadın ve aileden sorumlu» devlet bakanlığı yaptığı Türkiye'de bu «kadın»lar, emekçi kadınların sorunlarının çözümü yönünde ne tür adımlar atmışlardır? Ya da bunların hangi demokratik ve eşitlikçi yasalarda imzaları vardır?"[*]
Bu yüzden kapitalizmdeki tüm diğer sorunlar gibi bu sorun da bizatihi sistemin yapısal özelliklerinden kaynaklanmaktadır ve bütün boyutlarıyla ancak sistemle birlikte ortadan kaldırılabilir. Burjuva feministlerin sistemi makyajlama çabaları da gizlenmek istenen çirkinliğin kendini iki kat kötü göstermesi kabilinden bir sonuç vermektedir.
Oysa işçi sınıfı kadınları açısından temsil sorununun da, kadın olmaktan kaynaklanan sorunların da çözülmeye başlayacağı adres sınıfın devrimci mücadele saflarıdır. Daha fazla özgürleşme, daha fazla mücadele ile olacaktır. Tüm işçi örgütlerinde daha fazla yer alma ve temsil edilme ise ancak bilinçlenen erkek ve kadın işçilerin omuz omuza mücadelesi içinde hayata geçecektir. İşçi sınıfının öncü kesimleri bu mücadelenin unsurları olarak sorunlarını çözmeye başlayacaktır. Ancak sınıflı toplumların yarattığı bütün sorunlar gibi bu sorunun da toplumsal çözümü, omuz omuza mücadele eden bu işçilerin öncülüğünde gerçekleşecek işçi iktidarıyla sağlanabilecektir.
link: Selim Fuat, 550'nin Yarısı ve Emekçi Kadınların İşgücüne Katılım Sorunu , Mayıs 2011, https://marksist.net/node/2669
"Hayırsever" Kapitalizm!
Kütahya'da Siyanür Felâketiyle Karşı Karşıyayız