Arap halklarının diktatörlere ve baskıcı rejimlere karşı başlattığı isyan dalgası sürüyor. Emekçi kitlelerin Tunus’ta tutuşturduğu isyan ateşi, Cezayir’den Mısır’a, Bahreyn’den Yemen’e, Libya’dan Suriye’ye kadar Ortadoğu’nun neredeyse tamamına yayılmış durumda. Ancak bu isyan dalgası ne yazık ki bir devrime büyüyememiş, sınırlı burjuva demokratik reform süreci çerçevesine hapsolmuştur. Bu arada, dönüşüm sürecini başlatan emekçi ve işçi sınıflar giderek daha az belirleyici bir konuma sürüklenmekte, inisiyatifi burjuva muhalefet odaklarına kaptırarak emperyalist ve burjuva güçlerin çıkar çatışmaları arasına sıkışmaktadırlar.
Örgütsüzlüğü ve buna bağlı olarak bağımsız sınıf politikaları geliştirmekteki zayıflığı açık olan Arap işçi sınıfının bu durumunun derin tarihsel ve siyasal nedenleri bulunmaktadır. Bölge ülkelerinin tamamı çok geç kapitalistleşmiş ve ulusal bağımsızlıklarını da oldukça geç tarihlerde elde etmişlerdir. Bu anlamda sanayinin ve işçi sınıfının oluşumu da gecikerek başlamış, işçi sınıfının “kendi hesabına” mücadele sahnesine atılması da ancak yakın tarihlerde gerçekleşmiştir. Arap işçi sınıfı, bugünkü gibi altüst oluş dönemlerinde, kendi bağımsız sınıf çıkarları için ileriye atılacak örgütlülükten yoksundur. Birçok bölge ülkesinin özgül durumu da bu nesnelliğe olumsuz anlamda katkı yapmaktadır. Özellikle petrol zengini ve ihracatçısı ülkelerde (Körfez ülkeleri ve Libya gibi) işçi sınıfının önemli bir kısmını civardaki ülkelerden ithal edilen geçici göçmen ya da “misafir” diyebileceğimiz işçiler oluşturmakta, nüfusun önemli bir kısmı atıl durumda bulunmaktadır. Bu da, geçici göçmen işçilerin toplumsal muhalefete uzak durmalarına yol açmakta ve işçi sınıfının gücünü kırmaktadır. Özetle, geç kapitalistleşme ve özgül ekonomik koşullar birleştiğinde, bağımsız bir sınıf hareketinin gelişebilmesi açısından dezavantajlı bir nesnel arka plan ortaya çıkmaktadır.
Bağımsız bir sınıf hareketinin gelişebilmesinin diğer koşulu olan öznel faktörler açısından da tarihsel süreç olumsuz örneklerle doludur. Neredeyse 60’lı yılların ortalarına kadar tüm siyasal mücadeleyi belirleyen faktör sömürgeci güçlerin defedilmesi ve ulusal bağımsızlığın elde edilmesi çabası olmuştur. Bu durum zaten son derece cılız olan işçi hareketine kaçınılmaz olarak milliyetçi bir nitelik katmış ve burjuvazinin işçi sınıfının mücadele potansiyelini kendi siyasetine yedekleyerek 80’lere kadar durumu idare edebilmesine olanak sağlamıştır. Bölge ülkelerinin çoğunda kurucu burjuva güçlerin devletçi ekonomi politikaları izlemeleri ve hatta bazılarının adı “sosyalist” olan otoriter rejimler kurmaları hem işçi sınıfının hem de sosyalistlerin kafasını karıştırmıştır. SSCB güdümündeki Komünist Partilerin bu baskıcı rejimleri desteklemesi ve SSCB’nin uluslararası alandaki politik manevralarına tâbi olmaları, gerek işçi sınıfının gerekse de halkın geniş kesimlerinin nezdinde solun itibar kaybetmesine sebep olmuştur. Sendikal hareketin yokluğu, zayıflığı ve/veya devlet güdümünde olması gibi etkenler de tabloya eklendiğinde, bugün gelinen noktada, yaşanan onca ayaklanmaya ve oluşan avantajlı atmosfere rağmen işçi sınıfının bu kadar az belirleyici bir konumda olması ve kimi yerlerde devrimci fırsatları kaçırması daha iyi anlaşılacaktır.
Durumu tersine çevirmek ve hem yerli burjuva odaklara hem de emperyalist güçlere karşı mücadele için işçi sınıfının ve solun, tarihten çıkartılacak dersleri iyi özümsemesi ve geçmişin hatalarını tekrarlamaması gerekiyor. Arap halklarının uyanışını tamamına erdirmenin ve oluşan muazzam enerjiyi toplumsal kurtuluş mücadelesine kanalize etmenin yolu buradan geçmektedir. Komünistlere düşen görev, bu dersler ışığında, ortaya çıkmış olan devrimci potansiyelin heba olmasına ve işçi-emekçi sınıfların emperyalistlerle yerel burjuva güçlerin çıkar çatışmaları arasında ezilip gitmesine karşı mücadele vermektir.
Batı sömürgeciliği dönemi ve işçi sınıfının oluşumu
Sanayileşme sürecine ancak 50’li yıllardan sonra başlayabilen Arap ülkelerinde işçi sınıfının ilk nüveleri sömürgecilik döneminde oluşmaya başlamış, dolayısıyla işçi hareketinin ilk temelleri de bu dönemde atılmıştır. Tüm Arap coğrafyasında egemen olan Osmanlı’nın Asyatik-despotik üretim tarzı, 18. yüzyıldan itibaren Avrupa merkezli kapitalizm karşısında hızla gerilemeye başlamış ve özellikle ticaret-liman kentlerinde Avrupalı tüccarlar fiilen etkin bir güç haline gelmeye başlamışlardır. Ağırlıklı olarak tarımsal üretime ve daha az oranda da şehirlerdeki zanaatkârların küçük üretimine dayalı kapalı bir ekonomik yapıya sahipken, Avrupa ile ticaretin gelişmesi, dışa dönük üretimin ve hammadde ihracatının arttırılmasına yönelik bir basıncın oluşmasını sağlamıştır.
Bu dönemde, sömürgeciliğin ve Avrupa kapitalizminin baskısındaki Osmanlı yöneticileri ve bazı güçlü-yarı bağımsız yerel yöneticiler (Mısır’da Kavalalı Mehmed Ali Paşa ve Lübnan’da Emir Beşir gibi), ticaretin ve özel mülkiyetin önünü açan yasalar çıkarmak zorunda kalmışlardı. Ortaya ihracata yönelik üretim yapan büyük çiftlikler çıkmaya başlamış ve köylülerin proleterleşmesinin önü de böylece açılmıştı. Bu gelişmeleri, 19. yüzyılın ortalarından itibaren ticaret ve liman kentlerinde ve bunların civarında Avrupalı yatırımcıların küçük işletmelerinin/atölyelerinin açılması izledi. Bu işletmeleri örnek alan yöneticiler de devletin ve ordunun ihtiyaçları doğrultusunda üretim yapacak, devlete ait küçük çaplı fabrikalar açmaya başladılar. Mısır’daki Mehmet Ali Paşa’nın “fabrikaları” bunların tipik örneklerindendir.
Dolayısıyla az sayıda kentte küçük proleter kitleleri birikmeye başladı. Bu işçi kitlesi henüz köylülükten ve geri ilişkilerden kopmuş değildi. Örneğin sendikalar oluşmamıştı. Sadece erkek ve usta işçilerin üye olabildiği loncalar vardı. 19. yüzyılın sonlarına doğru taşımacılığın ve iletişimin gelişmesi, şehirlerde elektrik, gaz ve su işleri gibi modern kuruluşların ortaya çıkmaya başlaması, Mısır’da Süveyş Kanalının yapılmaya başlanması, demiryolu ve tramvay inşaatları, deniz ticaretinin gelişmesi vb. bölgede işçi sınıfının oluşumunu görece hızlandırmış ve ilk grevlerin patlak vermeye başlamasına yol açmıştır. Süveyş Kanalının inşasında çalışan işçilerin, demiryolu ve tramvay işçilerinin, liman işçilerinin, sigara ve tütün işçilerinin grevleri duyulmaya başlamıştır. Ancak bu ilk grevler, yarı köylü durumundaki işçilerin bağımsız sınıf çıkarları temelinde değil, sömürgecilik karşıtı yerel milliyetçi politikacıların yönlendiriciliğinde patlak veriyordu.
20. yüzyıla girilmesiyle birlikte, Arap kentlerindeki doğrudan yabancı yatırımlar artmaya, pazar genişlemeye ve Avrupa ile daha entegre olunmaya başladı. Avrupa’dan akan sermaye yeni ve daha geniş ölçekli yatırımlara yöneliyordu. Bu da daha fazla sayıda topraksız köylünün şehirlere çekilmesine ve ücretli işçi durumuna gelmesine yol açıyordu. Şehirli orta sınıflar içinde Batı tarzı eğitim görenlerin sayısı da artıyor, kalifiye işçiye duyulan ihtiyaç arttıkça işçilerin eğitilmesi de zorunlu hale geliyordu. Bununla beraber Avrupa’da ekonomik krizin derinleşmesi ücretlerin düşmesine, işsizliğin artmasına, kıtlığa, hayat pahalılığının artmasına yol açıyor ve sınıf mücadelesini körüklüyordu. Böylelikle ilk kez kitlesel grevler düzenlenmeye ve işçi sınıfı mücadele sahnesine çıkmaya başladı.
Fas’tan Suriye’ye kadar Arap coğrafyasındaki büyük şehirlerin (liman ve ticaret şehirleri) neredeyse tamamını saran bu grevlerin ortak özelliği, ücretlerin arttırılması ve fiyatların düşürülmesi gibi ekonomik taleplerle sömürgeci emperyalistlerin ülkeden gitmesini savunan siyasal taleplerin iç içe geçmesiydi. Büyük işletmelerin çoğunun sahiplerinin Avrupalı kapitalistler oluşu da bu milliyetçi eğilimleri besliyordu. Ayrıca ulusal kurtuluş hareketlerinin liderlerinin ve önde gelen kadrolarının çoğu, eğitimlerini Avrupa’da yapmış, dolayısıyla da Avrupa’daki sol hareketlerden etkilenmiş kişilerdi. Bazıları Avrupa’daki sosyal demokrat partilerle ve/veya sendikalarla bağlarını sürdürüyorlardı. Bu gibi etkenlerin ve bağımsızlık amacı güden burjuva ya da küçük-burjuva önderlikli hareketlerin emekçi kitleleri kendi yanlarına çekme gayretlerinin bir sonucu olarak, milliyetçi ve sol söylem çoğu zaman iç içe geçiyordu.
Burjuva ve küçük-burjuva milliyetçi hareketlerle sol arasındaki bu etkileşim, 1917 Ekim Devriminden sonra daha da arttı. Dolayısıyla büyük oranda milliyetçi burjuva partilerin etkisi altındaki işçiler ve emekçiler içinde de sola karşı sempati oluşmaya başladı. Bunda, I. Dünya Savaşının halk üzerinde yarattığı ağır yıkıcı sonuçların ve Ekim Devriminin bu emperyalist savaşa son vermiş olmasının da büyük payı vardır.
Ekim Devrimiyle birlikte Avrupa’da Komünist Partilerin popülaritesi de önemli ölçüde artmış ve bu durum, buralarda komünist hareketle tanışan Arap aydınlarının ülkelerinde Komünist Partilerin kurulmasına öncülük etmelerine vesile olmuştur. Örnek olarak 1921’de Mısır Komünist Partisinin ve onun etkisindeki birleşik sendikalar federasyonunun (Genel İşçi Sendikaları Konfederasyonu) kurulması verilebilir. Bu ilk dönemlerinde KP’ler işçi ve emekçi sınıflar içinde belirli bir güç elde edebilmiş ve birçok kitlesel greve öncülük etmişlerdir.
30’lara gelindiğinde ise başta Mısır olmak üzere hemen tüm Arap ülkelerinde burjuva milliyetçi önderlikler kitleleri sömürgeci emperyalistlere karşı seferber edebilmek için popülist söylemlere sarılmışlar, grevler ve ayaklanmalar örgütlemişlerdir. Bunlara örnek olarak Mısır’da burjuva liberal-milliyetçi Vafd partisinin 1924 yılında Nil Vadisinde ve İskenderiye’de örgütlediği kitlesel grevler; 1933’te Irak İşçileri Federasyonu’nun İngilizlere ait Bağdat elektrik şirketinde örgütlediği grevler; 1937’de Filistin ve Lübnan’da köylülerin kitlesel katılımının da sağlandığı grevler ve hatta silahlı ayaklanmalar verilebilir. İşçi sınıfının görece daha gelişmiş olduğu Mısır’da ise, bu grevler ve ayaklanmalar giderek yerli egemen sınıfları da hedef alan bir karaktere bürünmeye başladılar. 1929 krizinin etkisiyle borç açığının büyümesi ve vergilerin arttırılması, yoksul emekçi kitlelerin hayat koşullarını dayanılmaz kılacak denli ağırlaştırmıştı.
Aynı dönem, devlete bağlı büyük işletmelerin de kurulmaya başladığı dönemdir. Bu işletmelere en iyi örnekler yine Mısır’dan verilebilir, bu anlamda Mısır’da sanayinin ve işçi sınıfının gelişimiyle diğer Arap ülkeleri arasındaki fark da ortaya konmuş olacaktır. 1920 yılında özel sermayeyle kurulmuş olan Mısır Bankasının kuruluş sloganı “sadece Mısırlılar için bir Mısır bankası” idi ve daha o yıllarda sonradan Nasır’ın yapmaya çalışacağı gibi “milli bir ekonomi” yaratarak yabancıların finansal egemenliğini kırmayı hedefliyordu. Mısır Bankası, 1927 yılında Mahalla al-Kubra’da ve 1938’de de İskenderiye’de iki büyük tekstil ve dokuma fabrikası kurdu. Bu fabrikaların her birinde, 50’li yıllara gelindiğinde 20’şer bin civarında işçi çalışıyordu. Bu fabrikalar Mısır işçi sınıfının ve hareketinin gelişmesinde son derece merkezi rol oynamışlardır.
Bu fabrikalar ve onlara bağlı yan sanayi işletmeleriyle birlikte on binlerce köylünün işçileşmesi ve eğitilmesi sağlanmıştır. Tabii bu eğitim sadece teknik içerikle sınırlı bırakılmıyor, ulusal bir kimliğin yaratılması yönünde “milli şuur”un geliştirilmesi de gözetiliyordu. Her iki fabrikada da, 1946 ve 47’de, komünistlerin de etkisiyle iki büyük ve kitlesel grev yaşandı. Bunları 1952’deki grev dalgası takip etti. Tüm bu grevlerde sloganlar ekonomik koşulların düzeltilmesi ve yarı-sömürge durumunda olan Mısır’ın bağımsızlığının kazanılması gibi çifte talepler içeriyordu. İşçiler açısından bu iki talep örtüşür durumdaydı, çünkü bağımsızlık elde edildiğinde çalışma ve yaşam koşullarının da iyileşeceğine inanıyorlardı. Bu açıdan gerek Mısır’da gerekse de Suriye, Cezayir, Tunus, Libya gibi diğer Arap ülkelerinde işçi-emekçi sınıflar “tam bağımsızlığı” savunan ve genelde ordu içindeki orta rütbeli subaylarla temsil olunan, sol söylemli milliyetçi hareketleri destekliyorlardı. Tıpkı 60’lı yılların Türkiye’sinde olduğu gibi, bu ülkelerde de ordu diğer devlet kurumlarından ayrı tutuluyor ve bir kurtarıcı rolüne büründürülüyordu. Fakat sonuçlar işçilerin beklediğinden farklı oldu.
İşçi sınıfının gelişimine benzer etkilerde bulunan bir diğer örnek de 1941’de Kahire’de kurulan Anglo-Amerikan Ortadoğu İkmal Merkezi’ne bağlı fabrikalar ve işletmelerdi. Bu merkeze bağlı işletmelerde, çoğunlukla imalat, taşımacılık ve yan sanayi sektörlerinde Mısırlı ve Filistinli işçiler istihdam edildiler. 1943’te sadece Mısır’daki işletmelerde 263 bin işçi çalışıyordu. 1945 yılına gelindiğinde, Mısır’da tarım dışı işlerde çalışan işçi sayısı 2,5 milyon civarındaydı ve bunun 623 bini sanayi işçisiydi. Ancak bu sayılar genel nüfusa oranla henüz azınlığı ifade ediyordu ve işçilerin büyük bir bölümü küçük işletmelerde çalışıyorlardı. Benzer oranlar Filistin için de geçerliydi, işçi sınıfının önemli bir kesimi ABD ve İngiltere ortaklığına bağlı bu tür askeri veya yarı-askeri işletmelerde çalışıyorlardı. Suudi Arabistan’da da, petrol kuyularının ve rafinerilerinin 30’lu yılların sonunda açılmaya başlanmasıyla belirli bölgelerde işçi sınıfı oluşmaya başladı. Bu proleterleşmeyi köylülerin topraksızlaşması ve şehre göç izliyordu. Ezilen sınıfların içindeki en büyük kitleyi ise halen az topraklı veya topraksız köylüler oluşturuyordu.
Arap milliyetçiliğinin yükselişi, otoriter rejimlerin kuruluşu ve büyüyen işçi sınıfı
II. Dünya Savaşından galip çıkan SSCB’nin kazandığı prestij, bu dönemde birçok aydının dikkatini Marksizm ve sol fikirlere çekmişti. Sol fikirlerden etkilenen bu aydınlarla şehirli işçilerin bağımsızlık talebi ortak paydasında etkileşimi, SSCB örneğinin de etkisiyle halkta, siyasi bağımsızlığa ve ekonomik gelişmeye ilişkin umut ve beklentilerin de artmasına yol açıyordu. Bunun sonucunda da Filistin’den Mısır’a, Irak’tan Sudan ve İran’a kadar pek çok ülkede milliyetçi ve sol radikalizm yükselmeye ve işçi sınıfı içinde de taban bulmaya başladı.
Ancak bu süreç kendi içinde önemli çelişkileri de barındırıyordu. Çünkü milliyetçi burjuva ve küçük-burjuva kesimlerle işçi sınıfının sınıfsal çıkarları bir noktadan sonra ayrışmaya başlıyordu. Genel gidişat, anti-sömürgeci ve bağımsızlıkçı mücadele döneminde emekçi kitleler içinde şu veya bu düzeyde yer tutabilmiş komünist hareketin, sonrasında milliyetçi-sol bir çizgiye kayması ve akabinde de burjuva liderliklerin kuyruğuna takılması şeklinde cereyan ediyordu. Çoğu durumda bağımsızlığın elde edilmesine kadar süren birliktelik, sonrasında iktidarı alan burjuva veya küçük-burjuva milliyetçi liderliklerin işçi-emekçi sınıflara ve sol harekete yönelik baskı politikalarıyla devam ediyordu. Bu duruma farklı tonda örnekler vermek mümkündür.
Bugüne ve geleceğe ışık tutması bakımından öne çıkartabileceğimiz örneklerden birisi Filistin’e ilişkindir. 40’lı yıllarda Filistin’de üç ayrı sendikal örgüt bulunuyordu. Yahudi işçilerin üyesi bulunduğu Histadrut, Histadrut’tan ayrılan Arap işçileri tarafından kurulmuş olan Filistin Arap İşçilerinin Derneği (FAİD), milliyetçi görüşleri nedeniyle Filistin Komünist Partisinden ayrılan bir grup aydın tarafından kurulmuş olan Arap Sendikaları ve İşçi Dernekleri Federasyonu (ASİDF). Bunlar liman ve demiryolu işçileri arasında, telgraf çalışanları içinde, petrol rafinelerinde ve İngilizlere ait askeri üslerde çalışan işçiler arasında örgütlüydüler. Hayat pahalılığının 1936’dan 1941’e üç kat artması ve sadece kamu çalışanlarına verilen geçim ödeneğinin tüm işçilere verilmesinin sağlanması için 1943 yılında Histadrut en kötü durumda olan askeri kamp işçileri arasında bir kampanya örgütlemeye girişti ve sonunda da greve gitti. Bir kısım Arap işçisinin katılımına rağmen, FAİD ve ASİDF’nin geri durması üzerine işçilerin çoğunluğu greve katılmadı ve grev başarısızlıkla sonuçlandı. Üstelik bu iki Arap sendikası içinde çalışan Filistinli komünistler de grevin kırılması yönünde çalışma yürüttüler. Bu durum FKP (Filistin Komünist Partisi) içinde de Arap ve Yahudi işçiler arasında bir bölünmenin başlangıcını oluşturdu. Bu gelişmeler Komintern’in Stalinist liderlik tarafından dağıtılmasıyla da çakışınca, özelde FKP’nin içinden ve genelde de sol hareket içinden pek çok aydın, öğrenci ve işçi, milliyetçi-sol bir yönelime girdiler ve sonrasında Ulusal Kurtuluş Birliği’ni (UKB) kurarak içinde yer aldılar. Sendikalar ve işçi birlikleri de UKB’yi desteklemeye başladılar. SSCB’nin İsrail devletini tanımasıyla birlikte FKP Arap işçilerinin gözünden tamamen düştü. SSCB’nin bu tutumu genelde tüm Arap kentlerinde aynı etkiyi yaptı ve milliyetçi burjuva-küçük burjuva hareketlerin elini güçlendirdi.
İkinci örnek ise Mısır’dan verilebilir. II. Dünya Savaşının sonrasında 250 bin Mısırlı işçi –İngilizler ve Amerikalılar askeri işletmelerini kapattıkları için– işsiz kaldı. İşsizlik büyük işletmelerdeki artan makineleşmeyle birleşince sonuçları daha da ağır oldu. Hayat pahalılığı 1939-1952 yılları arasında üç kattan fazla artış gösterdi. Bu durum, tarım üretimindeki kriz, Filistin’deki askeri yenilgi, yönetimdeki yolsuzlukların ayyuka çıkması ve devam eden İngiliz işgaliyle birleşince, sendikal harekette ve milliyetçi seferberlikte hızlı bir radikalleşmeyi beraberinde getirdi. 1942’de, ülkenin ikinci büyük işletmesinin bulunduğu bölgedeki tekstil işçileri sendikası, bir grup komünist tarafından kuruldu. Bunu, sendika liderlerinin milliyetçi-solcu bir grup aydınla işbirliğine giderek Ulusal Özgürlük İçin İşçi Komitesi’ni kurmaları izledi. Bu grupların 1946’da düzenledikleri grevlere polis ve İngiliz askerleri şiddetli saldırılarda bulundular. Hatta iktidardaki Kral Faruk yönetimiyle işbirliği yaparak Müslüman Kardeşler de grevi kırmaya çalıştılar fakat başarısız oldular. Üniversite öğrencilerinin, Vafd partisinin sol kanadının ve diğer sol örgütlerin de desteğiyle grev büyümeye başladı. İşçi ve Öğrencilerin Ulusal Komitesi’nin çağrısıyla yapılan genel grev ve gösteriler ülke çapına yayıldı ve İngiliz işgalini hedef alması nedeniyle “Tahliye Günü” olarak adlandırıldı. Sendikal hareketle milliyetçiliğin bu birleşmesi sonucu, komünistlerin ve sol grupların da katılımıyla Mısır Sendikaları Kongresi ve Birleşik Federasyonu oluşturuldu.
Bu federasyonun çağrısıyla ve tekstil işçilerinin taleplerinin (hükümetin işsizliğe karşı önlem alması, savaş sonrası işten atılmış işçilerin geri alınması ve Nil Vadisindeki tüm İngiliz kuvvetlerinin tahliyesi) yükseltilmesiyle bir genel greve daha gidildi. İngilizlerle işbirliği halindeki hükümet ise hem sendikal hem de milliyetçi hareketi ezmek için greve saldırdı. Federasyon liderleri ve tüm diğer sol grupların liderleri tutuklandı, ama grevler Mahalla al-Kubra işçilerinin katılımıyla daha da büyüdü. Bu yükselişe rağmen Mısır ordusunun 1948’de Filistin topraklarına girmesi ve olağanüstü hal ilan edilmesiyle grevler bir anda sona erdi. 1951’de grev dalgası ikinci kez yükseldi, bu kez Süveyş Kanalı işçileri de grevlere katıldılar, fakat hareketin başını çeken “komünist” liderliğin Nasırcı subayların darbesini desteklemesi yüzünden bir kez daha eylemlere son verildi. İşçiler ve hareketin önderleri Nasır’dan büyük beklentiler içindeyken, Hür Subaylar cuntasının ilk icraatı ülkedeki tüm grevleri yasaklamak ve işçi önderlerinden ikisini asmak oldu.
Benzer süreçler Irak, Suriye, Cezayir, Tunus, Fas, Sudan ve Yemen’de de yaşanmıştır. Sendikal hareket içinde ulusal düzeyde örgütlenebilmiş olan Irak Komünist Partisi (IKP), pek çok başarılı ve kitlesel grev düzenlemiş olmasına ve gerek işbirlikçi monarşinin devrilmesi gerekse de 1958’de İngilizlerden tam bağımsızlığın elde edilmesi mücadelesinde önemli bir rol oynar hale gelmiş olmasına rağmen, inisiyatifi kendi eliyle ordu içindeki Nasırcı Hür Subaylar’a bırakmış ve bu yüzden de ağır baskılarla karşılaşmış, binlerce üyesi öldürülmüş ve sendikal hareket tasfiye edilmiştir. Fransa’nın sömürgesi olan Cezayir’de de Stalinizmin etkisindeki Cezayir Komünist Partisi’nin (CKP) bağımsızlığı “erken” ve “gereksiz” gören ihanet politikaları yüzünden, komünistler ulusal kurtuluş savaşı içerisinde etkisizleşmiş, böylece oluşan askeri-bürokratik klik 1962’de rahatlıkla iktidara el koyabilmiş ve devrimci fırsatlar heba edilmiştir. Bu fırsatlar kaçırıldığı gibi halkta, yegâne muhalefet olarak gördükleri İslamcı akımlara doğru bir yönelimin de doğmasına sebep olunmuştur. Bu süreçte CKP’yi yönlendiren Fransız Komünist Partisi de, Cezayir sorunu nedeniyle Fransa’da oluşan siyasi krizden devrimci bir şekilde yararlanmak yerine bir kez daha şovenizme teslim olmuştur.
İşçi sınıfını ve sosyalist hareketi esir alan bu milliyetçi ideolojinin yanı sıra, kullandıkları “anti-emperyalist, kalkınmacı, devletçi, popülist ve yer yer sosyalist” söylem sayesinde, iktidarı alan burjuva önderlikler egemenliklerini rahatça kurabilmişlerdir. Nasır’ın model teşkil ettiği BAAS rejimleri, bu açıdan en bariz örnekleri oluşturmaktadır. Bu Bonapartist rejimler, bir yandan kendilerini sosyalist olarak yutturmaya çalışıyor, diğer yandan da işçi sınıfı hareketine en ağır baskıları uyguluyorlardı. Sahte sosyalizm söylemiyle birleştirilen Arap milliyetçiliği –yani burjuva sınıfın ideolojisi– bu Bonapartist diktatörlüklerin ideolojik çimentosunu meydana getiriyordu.
Bu rejimlerin icraatlarının ortak yanları şöyle özetlenebilir; sendikaların devlete bağlı-güdümlü hale getirilmesi, devletin çizdiği sınırları aşan –ki bu sınırlar pek dardı– eylemlerin anında ve şiddetle ezilmesi, kitlelerin inisiyatifinin önüne geçilerek bir takım cüzi hakların dahi devletin “âlicenaplığının” ifadesi olarak bahşedilmesi. Mısır örneğinde açıkça görüldüğü üzere, pek çok Arap ülkesinde devlet güdümlü ve ithal-ikameci bir ekonomi politikası izleniyor, tarım reformlarına önem veriliyor ve kamu sektörü olabildiğince şişirilerek sosyal tepkilerin önüne geçilmeye çalışılıyordu, ki bazıları buna “Arap sosyalizmi” diyorlardı. Kamu sektöründe çalışan işçilerin devlet güdümlü veya devletin partisine bağlı sendikalara üye olması özendiriliyor, bağımsız sendikal hareketin önü kesiliyordu. Bu tür korporatist sendikalara üye olanlara sözde iş garantisi sağlanıyor, görece daha iyi ücret ödeniyor, çalışma koşullarına belli bir düzen getiriliyor, sağlık sigortası ve emeklilik güvencesi getiriliyor ve tüketici kooperatiflerine erişimleri sağlanıyordu. Bu göreli iyileştirmelerin karşılığında işçilerin de bağımsız ve demokratik sendika haklarından vazgeçmeleri bekleniyor, verilenlerin haricinde devletten ekonomik ve sosyal taleplerde bulunmamaları isteniyordu. Sendikaların neredeyse tek ve en büyük işveren olan devletle toplu sözleşme pazarlığına oturmaları bile söz konusu değildi. Çoğu sektörde grev hakkı yoktu. Toprak sahibi köylüler, şehirli orta sınıflar, beyaz yakalı işçiler vb. bu düzenden ayrıcalıklı bir biçimde yararlanıyor ve dolayısıyla da iktidarın toplumsal tabanını oluşturuyorlardı.
Örneğin 1961-1974 yılları arasında Tunus’ta yaşanan “sosyalist deneyim” döneminde, başkan Habib Burgiba’nın sözde sosyalizme geçebilmek için yapmayı düşündüğü kesintilerin en ateşli savunucuları, kamu sektöründe çalışan beyaz yakalı işçilerdi. Çünkü kendileri ücret artışlarını düzenli olarak alırken, mavi yakalı işçilerin ücretleri sürekli düşüyordu. Bu eşitsizlik çoğu zaman mavi yakalı işçilerin “yasadışı” grevleriyle karşılanıyordu. 1968 yılında fosfat madeni işçileri, demiryolu işçileri ve liman işçileri direnişler-grevler düzenlediler. Aynı yıllarda, Mısır’da da işçiler düşük ücretlere, yolsuzluğa ve kamu sektöründeki kötü yönetime karşı protesto eylemlerine kalkışmışlardı. Takip eden 1971-72 yıllarında, kamu sektörünün geniş kesimlerinde (büyük tekstil ve dokuma fabrikalarında, demir ve çelik fabrikalarında, İskenderiye limanında) işçiler greve gittiler. Onları Kahireli taksi şoförleri, özel sektöre ait tekstil fabrikalarında çalışan işçiler izlediler. Talepleri ücretlerinin yükseltilmesiydi. İşçilerin giriştikleri bu eylemler genellikle sendikacılar tarafından organize edilmiyordu, çünkü onlar devlet memurları gibiydiler. Bu kendiliğinden gelişen ve eşzamanlı olarak ortaya çıkan gösterilerin ana hedefi korporatist sendikacılık ve Nasır’ın burjuva Bonapartist rejiminin eşitsiz uygulamalarıydı.
İşçilerin bu tepkisi Nasır’ı, köylüleri ve işçileri Mısır ulusunun “asli bileşenleri” olarak tanımaya zorluyordu. O da sık sık yaptığı demagojik konuşmalarında bolca “milli kapitalistlerin, köylülerin, işçilerin ve ordunun birliği”nden bahsediyordu. Nasır’ınki gibi burjuva Bonapartist rejimler ve diğerleri, sürekli olarak, ulusal kalkınmanın işçilerin ve özellikle de köylülerin (çünkü 1960’ların sonunda dahi Ortadoğu nüfusunun %75’i köylülerden oluşuyordu) yaşam standartlarını yükselteceğini vaaz ediyorlardı. Milli burjuvazinin yaratılması ve kapitalist sanayileşmenin sağlanması için işçi-emekçi sınıfları ikna etmenin tek yolu buydu. Rejimlerin meşruiyeti ve otoriter yönetimlere karşı halkın göstereceği tolerans, bu hedefe doğru gerçek bir ilerleme sağlanmasına bağlıydı. 60’ların sonlarına doğru, köylülerin ve işçilerin yaşam koşullarındaki durgunluk ve düşüş, ithal-ikameci sanayileşmenin sınırlarını açıkça gösterdiğinde bile, bu genel politik söylem değişmemişti.
Marksistler ve diğer sol gruplar ise otoriter rejimler tarafından politik olarak marjinalize edilmişlerdi. Yine de onca baskıya ve şiddete rağmen tüm Mısırlı komünist gruplar Nasırcı rejimin “Bağlantısızlar Blokuna” dahil olmasını, sözde anti-emperyalizmini ve milliyetçi Arap politikalarını destekliyorlardı. 1956’da Süveyş Kanalının millileştirilmesi ve 1958’de Suriye’yle Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin kurulmasını kendilerine gerekçe olarak gösteriyorlardı. Bu birliğe Irak’ın da katılması gündeme geldiğinde, bu adımın kendisini zayıflatacağını veya tasfiye edeceğini düşünen Irak Komünist Partisi katılmayı reddetti. Bu konuda Mısır Komünist Partisi de onu destekledi ve Nasır’ın gadrine uğradı. Ardından da 1959’daki tutuklamalar ve baskı kampanyaları nedeniyle etkisi fiilen sona erdi. Mısır’daki iki komünist grup da 1964’te kendini tasfiye etti. Birçok bilinen komünist aydın Nasır’ın kurduğu Sosyalist Arap Birliğinin eğitim ve kültür dairelerinde önemli pozisyonlar üstlendiler; işçi sınıfından parti üyeleri ise genellikle rejim tarafından dışlandılar. Irak’ta da devlet başkanı (General) Abdülkerim Kasım, Birleşik Arap Cumhuriyeti’ne katılmaya dönük muhalefetinden ötürü önceleri IKP ile ittifak kurmuş, ancak 1959 ortalarında, iktidarı paylaşmaya isteksiz olduğundan IKP’ye karşı dönmüş, sonrasında da yüzlerce komünisti katletmiş, 7000’den fazlasını hapse tıkmış ve IKP’yi fiilen tasfiye etmiştir. Suriye’de de benzer bir süreç yaşanmıştır.
Kısacası, bu rejimler, kendilerini destekledikleri ve işçi sınıfını bu otoriter rejimlere yedekledikleri sürece komünistlere ve diğer sol gruplara göz yumdular. Bunun ötesine geçtikleri ölçüde ise saldırıp ezdiler. Bu otoriter rejimler, sosyalist aydın birikiminden de kendi çıkarlarına yararlanmayı ihmal etmediler. Sosyalist aydınlar, işçilerin ve köylülerin tarihini ve milli harekete katkılarını yazmakla görevlendirildiler. Bunların yazdıkları romanlar ve çektikleri filmler, bu devletlerdeki köylüleri ve işçileri yaşamlarından memnun, mutlu insanlar olarak gösteriyorlardı. Çoğu durumda da bu gibi projeler, radikal aydınları evcilleştirmekte rejim tarafından kullanılıyordu.
Komünistlerin ve diğer sol grupların milliyetçiliğe bu denli kolay kaymasının altında yatan ideolojik-politik temel ise onların zihniyetine bulaşmış olan devletçi, kalkınmacı, ulusalcı sosyalizm anlayışıydı. İstisnasız tüm sol gruplar ve partiler, aşamalı bir sözde devrim anlayışını (önce milliyetçi ve “anti-emperyalist” mücadele ve sonra toplumsal ilerleme ve sosyalizm için mücadele) savunuyorlardı. Bu anlayışlarından ve SSCB’nin kurulan otoriter rejimleri müttefik kabul etmesinden dolayı, otoriter rejimleri desteklemeye devam ettiler. Oysa otoriter rejim onları ancak bağımsız politik çizgilerinden vazgeçtiklerinde benimsiyordu. Sonuç olarak çoğu durumda komünist ve diğer sol gruplar, bilerek veya bilmeyerek, bu rejimlerin işçileri ve köylüleri milliyetçi-devletçi politikalarla kandırmasına ortak olmuş oldular.
link: Kerem Dağlı, Ortadoğu'da İşçi Sınıfı ve Sol, Mayıs 2011, https://marksist.net/node/2666