“Kırmızı Kitap” ya da “gizli anayasa” gibi adlarla anılan Milli Güvenlik Siyaset Belgesi (MGSB) geçtiğimiz günlerde bir kez daha gündeme geldi. Her ne kadar bu konu referandum ve Kürt sorunundaki yakıcı gelişmeler arasında bir parça geri planda kalsa da, ele alınması gereken önemli yönler barındırmaktadır. Dahası MGSB gündemin bu yakıcı başlıklarıyla da çok yönden alâkalıdır.
Çıkan haberlere bakılırsa, MGSB’nin gündeme geliş vesilesi, belgenin resmi olarak programlanmış gözden geçirilme vaktinin gelmesi. Bu belge, bilindiği gibi, MGK (Milli Güvenlik Kurulu) tarafından hazırlanan bir belge. Hazırlanmasındaki maksat, güya ülke ve toplumun güvenliğine yönelik tehditleri tespit etmek, bu tehditleri bertaraf etmek için izlenmesi gereken siyasetleri belirlemek ve bunu hükümete bildirmek. Hükümetlere düşen de bu metni onaylamak.
MGSB, artık herkesçe malûm olduğu üzere, yasa gereği bir avuç kişi dışında kimsenin bilmediği, bilme hakkının olmadığı gizli bir belge. Son yıllarda bu belgeye ait olduğu söylenen bazı bölümler basına sızmış olsa da, metnin tamamı bilinmiyor. “Ne var yani” deyip geçmemek gerekiyor. Zira metne yakıştırılan “gizli anayasa” türü nitelemelerin de ima ettiği gibi, bu belge mevcut anayasa ve yasaların yanı sıra, paralel olarak varlığını sürdüren ikinci bir anayasa konumunda. Hiç şüphesiz, bir konu çakışması söz konusu olduğunda diğerinden daha öncelikli olan bir anayasa.
Bu haliyle, ülkenin ve toplumun “güvenliği” konusunda meclisin bile bilgi ve yetkisinin olmadığı bir düzenleme söz konusu. Örneğin kâğıt üstünde savaş kararını ancak meclis alabiliyor, ama söz gelimi neyin savaş sebebi olup olmadığına zaten bu metni hazırlayanlar tarafından karar veriliyor. Yani halkın seçip meclise temsilci olarak gönderdiği vekillerin bile görmediği ve hatta, yakın zamanlardaki sızmalar bir yana, varlığından haberdar olmadığı bir metin neyi buyurursa, meclisin ona göre hareket etmesi gerekiyor.
MGSB konusu genelde burjuva demokrasisinin içyüzüne, özelde de Türkiye’deki siyasal rejimin somut yönlerine ışık tutması bakımından ilgiyi hak etmektedir. Bu hususlar, burjuva düzene karşı mücadelenin temel yönleriyle ilişkilidirler ve bu açıdan gerçek anlamda mücadeleye niyeti olanların neyle karşı karşıya olduklarını anlamaları bakımından önemlidir.
MGSB nedir?
MGSB aslında Milli Güvenlik Kurulu’nun doğal bir sonucu. Nitekim son yıllara kadar bu belgenin varlığı bile pek bilinmese de, söz konusu belge ta 1961 anayasasıyla kurulan MGK’nın kurumsal bir gereği olarak o günlerden bugüne mevcudiyetini sürdürmektedir. Son yıllarda belgenin açığa vurulmasının ve tartışma konusu edilmesinin sebebi egemen sınıf içindeki çatışmadır. MGSB, “iç tehdit” adı altında, her daim işçi hareketini, sosyalist hareketi, Kürt hareketlerini ve ülkedeki gayrimüslim toplulukları hedef almakla yetinmeyip, “irtica” adı altında aynı zamanda egemen burjuva sınıf içinde de bazı kesimleri hedef aldığından, MGSB de şimdilerde bu kesimler tarafından belli ölçülerde basına sızdırılmakta ve tartışma konusu edilmektedir.
Elbette bu söylenenler, MGK ortadan kalkarsa devlet yönetiminde MGSB türü gizli “yol haritaları” da son bulur anlamına gelmemektedir. Aksine, yazılı olan ya da olmayan bu tür gizli yönergeler burjuva düzen sürdükçe varolmaya devam edecektir. Biz burada sadece Türkiye’deki mevcut somut durumu tespit ediyoruz. Türkiye’de bu işlev bugüne dek esas olarak MGK üzerinden görülmüştür. Bugün Ergenekon soruşturması kapsamında ortaya dökülen olgular da bunu açıkça göstermektedir. Bu soruşturma kapsamında yapılan operasyonlarda bazı kişilerin zulalarında MGK Genel Sekreterliği tarafından hazırlanan kırmızı kitap çıkmıştır. Devletin gizli faaliyetlerini yürütenler, belli ki, bu faaliyetlerinin bir dayanağını oluşturan belgeyi çalışmışlar, o temelde eğitilmişler.
MGK’nın ne sebeple kurulduğunu 27 Mayıs 1960 darbesini gerçekleştiren Milli Birlik Komitesi’nin bir üyesi Haydar Tunçkanat şöyle açıklıyor: “Komite, oy çokluğu ile iktidara gelecek olan siyasi partilerin yeni Anayasamızla kurulacak İkinci Cumhuriyeti de dejenere edip yeni bir ihtilale sebep olmalarını önlemek için, yeni Anayasa ile Milli Güvenlik Kurulunu bir tedbir olarak getirmişti.” Böyle alenen dile getirilen düşüncenin anlamı açık: halk oyuyla gelecek hükümetler ve milletvekilleri rejimin çizdiği katı ve dar sınırların dışına çıkmaya zinhar yeltenemezler!
MGK’nın bu işlevi 1961 Anayasasında şu şekilde ifade buluyordu: “...Milli Güvenlik Kurulu, milli güvenlik ile ilgili kararların alınmasında ve koordinasyonunun sağlanmasında yardımcılık etmek üzere, gerekli temel görüşleri Bakanlar Kurulu’na bildirir.” 1982 Anayasası’nda ise buna bir de şu eklenecekti: “Kurulun, Devletin varlığı ve bağımsızlığı, ülkenin bütünlüğü ve bölünmezliği, toplumun huzur ve güvenliğinin korunması hususunda alınmasını zorunlu gördüğü tedbirlere ait kararlar Bakanlar Kurulu’nca öncelikle dikkate alınır.” Tüm bu tanımlamalar, hayati konularda tümüyle meclisin üstünde yer alan bir organı açıkça ortaya koyuyor.
Bu hikmetinden sual olunmaz MGK’nın bir ürünü olan Milli Güvenlik Siyaseti’nin sistem içindeki yerini ise bakın eski genelkurmay başkanı Doğan Güreş nasıl açıklıyor: “Anayasamızda tanımlandığı gibi MGK, Millî Güvenlik Siyaseti’ni tayin eder ki, bu bütün politikaların tanrısıdır, anayasasıdır. Buna aykırı davranılması düşünülemez. Bu nedenle 1982 Anayasası, ‘MGK hükümete tavsiye eder’ ifadesi yerine ‘bildirir’ ifadesini kullanmıştır. Anayasal durum bu olduğuna göre MGK kararlarının tavsiye mahiyetinde değerlendirilmesi yanlıştır.” (4 Mart 1997)
Tüm bu sözler gayet açık. Bu son derece açık olgular ve bunların ne ifade ettiği burjuva gazeteciler tarafından bile dile getiriliyor: “Herhalde ‘derin devlet’ diye söz edilen yer, ülke yönetiminde son 50 yılda etkisi adım adım artırılan bu kurum olsa gerek… MGK’nın beyni ‘genel sekreter’… Adı pek bilinmiyor ama ‘Gölge Başbakan’ olduğu söyleniyor. Emrinde 250 kişi çalışıyor. Görevi; ‘devlette devamlılığı temin’… Yani devleti bir ata benzetirsek, süvari değişse de atın aynı yönde koşmasını sağlamak…Nasıl yapılıyor bu?.. Genel sekreterin 4 yardımcısından biri olan ‘Milli Güvenlik Siyaseti Başkanı’ stratejiyi hazırlıyor. Devletin tehdit sıralamasından ekonomi politikalarına, kültürel önceliklerden dış siyaset tercihlerine kadar her şeyin yazılı olduğu bu belge de Genel Sekreterlik’te pişirilip kırmızı kitaba dönüştürülüyor. Önce MGK’da sonra Bakanlar Kurulu’nda onaylanıyor. Meclis, –içinde ne yazdığını bilmese de– bu kitaba aykırı yasa çıkaramıyor. Her seçilen iktidar, 3 ay içinde MGK Genel Sekreterliği’ne brifinge davet ediliyor. Burada yeni süvariye ‘ulusal savunma stratejisi’ anlatılıyor. Peki ya iktidar olan partinin programı bu kitapla çelişirse?.. Yıllar önce bu soruyu MGK’nın eski genel sekreteri, emekli Org. Doğu Bayazıt’a sorduğumda şu yanıtı almıştım: ‘İktidara gelen parti milli güvenlik siyaseti esaslarından haberdar olunca programındaki çoğu fikri değiştirir’.” (Can Dündar)
MGSB hakkında yazılıp çizilenlere bakıldığında, bu belge hakkında dışa dönük ilk beyanatın uzun yıllar önce Türk faşizminin elebaşı Alpaslan Türkeş tarafından yapıldığı görülüyor. Türkeş’in vaktiyle “devletin bir kırmızı kitapçığı var” dediği aktarılıyor. 1961 Anayasasıyla kurulan MGK bünyesinde hazırlanan Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi (o zamanki adı “Milli Güvenlik Politikasının Esasları”), bu ve benzeri aktarımlara göre, kırmızı ciltli bir kitapçık şeklinde hazırlanmış. Yine aynı aktarımlara göre, MGK görevlileri, o zamanlardan beri, hükümetler değiştiğinde, adeta bir “devlete hoş geldin” ziyareti düzenleyerek bu kırmızı kitapçığı ilgili bakanlara bir albay nezaretinde yarım saat içinde imza karşılığı okutuyor ve geri alıyor. Son dönemde bazı hükümet mensupları da bu hususu kapalı olarak itiraf etmek durumunda kaldılar.
Bu belge, mevcut burjuva sömürü düzeninin ve onun temel direği olan devletin ayakta tutulması için, iç ve dış düşman (ya da “tehdit”) adı altında kimlerin düşmanlaştırılması gerektiğini ve bu kapsamda devletin bir bütün olarak nasıl davranacağını ortaya koyan bir yönergedir. Esasen tek bir belge olmayıp geniş bir belgeler dizisinden oluştuğu anlaşılan bu yönergenin kapsamı olağanüstü ölçüde geniştir. O kadar ki, en ilgisiz görünen ayrıntılarına kadar toplumsal yaşamın bütünü güvenlik başlığı altına sokulabiliyordu. Örneğin 1997’de ekonomik kriz de öncelikli bir tehlike olarak ele alınmış ve bu çerçevede MGK emriyle bir Ekonomik Çalışma Grubu (EÇG) kurulmuştur. Daha ilginci bu grubun sıfırdan kurulmamış olup, zaten iki yıldan beri Genelkurmay bünyesinde kurulu bulunan Yüksek Enflasyonla Mücadele Grubunun dönüştürülmesi yoluyla oluşturulmuş olmasıydı. Yabancıların mülk edinmesinden memlekette konuşulabilecek dillerin neler olması gerektiğine kadar hemen her konu MGK’nın ilgi alanına girmektedir. Aleviliğe ilişkin tartışmalara bile burnunu sokmaktan geri durmayan MGK, bu çerçevede Aleviliğin “Şii, Nusayri ve ateist çizgide yorumlanmasına ve istismarına” karşı uyarıda bulunuyor.
Elbette bu örneklenen hususlar, daha başka sayısız hususla beraber, söz konusu belgenin iki temel boyutundan biri olan “iç tehditler” bahsine giriyor. Bir de “dış tehditler” var. Yakın zamana kadar tüm komşu ülkelerin kardeş halklarını hedef gösteren, düşmanlaştıran bir zihniyet, bu belgelerde sistematik olarak üretilmekteydi. Örneğin Yunanistan’la karşılıklı olarak sıkça yaşanan ve “it dalaşı” denilen savaş uçağı sürtüşmeleri ve güç gösterileri gibi hareketler bu belgelerdeki yaklaşımların ürünü olarak gerçekleştirilmektedir. Savaşla ilgili kararları alması gereken meclis olduğu halde meclisten habersiz olarak Yunanistan’la ilişkiler bağlamında 12 mil sorunu peşinen savaş nedeni (casus belli) olarak tespit edilmiş ve karar altına alınmıştır.
Bir an için düzen cephesinden bakacak olursak, bu tür metinlerde sayfalar dolusu işlenen tehditlerin bir kısmının gerçekten de kurulu burjuva düzen için tehdit olduğu açıktır. Ama geri kalanın yapay bir abartı olduğu da açıktır. Bu abartının başlıca sebebi silahlı bürokrasinin kendisini üstün ve vazgeçilmez bir unsur olarak hükümetlere ve tüm sisteme dayatma arzusundan kaynaklanmaktadır.
Milli güvenlik konusunda hükümetleri kontrol altına alma uğraşıyla yetinmeyen silahlı bürokrasi, gazetecileri, akademisyenleri, üst düzey bürokratları, patronları vb. de Milli Güvenlik tornasından geçirmekten geri durmaz. Bunun için de bir mekanizma kurulmuştur. Harp Akademileri bünyesinde kurulan “Milli Güvenlik Akademisi”nde, bu kesimlerden seçilenler belirli dönemlerde düzenli olarak “Milli Güvenlik Siyaseti” konusunda “eğitilirler”. Eğitilirler ki, bulundukları alanlarda “yanlış” davranmasınlar, “milli güvenlik şuuru”yla hareket etsinler! Çevresindekileri yönlendirsinler, işaret verildiğinde “doğru” tarzda hareket etsinler, “yanlış” yapanları tespit edip, fişlenmek üzere rapor etsinler!
Tüm bunları topladığımızda önümüzde gericilik abidesi bir yapılanmanın yükseldiği açıktır. Tüm bu yapılanmanın bir de sözümona gericilik gibi tehlikelere karşı ilericilik adına davranıyor olması ayrı bir ironidir. Gerçekten de, son yıllarda yapılan bazı değişiklikler hariç tutulursa, yeryüzündeki burjuva parlamenter rejimler arasında en gerici olanlarından birisi altında yaşadığımız şüphesizdir.
AKP dönemi
Aslında yukarıda MGK ve MGSB bağlamında çizdiğimiz tablo somut haliyle belli ölçüde değişmiş durumda. MGK ve MGSB varlığını sürdürmekle birlikte, özellikle 2003 yılında yapılan ve AB’ye uyum kapsamında gerçekleştirilen düzenlemelerle MGK’nın bileşimi ve işleyişi değiştirilmiştir. Bunun sonucunda sekretarya belli ölçüde sivil denetime alınmış, ilk kez başına bir sivil atanmış, MGK toplantılarının sıklığı düşürülmüştür. Sonuç olarak silahlı bürokrasinin ağırlığına belli bir darbe vurulmuştur. AKP hükümetine karşı darbe girişimlerinin tam da 2003 yılında yoğunlaşmış olması da bu hususu aslında yeterince doğrulamaktadır.
Ancak, sonuç olarak hem MGK hem de onun doğal ürünü olan MGSB türü gizli çalışma ve yönergeler varlıklarını sürdürmektedir. Buna bağlı olarak “iç ve dış düşmanlar” da varlıklarını sürdürmektedirler. Dolayısıyla ülkenin son derece hayati sorunlarının söz gelimi meclisin bilgisi dışında ve gizli biçimde kararlaştırıldığı durum devam etmektedir. Aynı sistematik devam ettikçe, diyelim bir hükümetin şu ya da bu dürtüyle nispeten demokratik bir adım atarak belgenin tehdit içeriğini daraltmasının, bir sonraki hükümet tarafından ortadan kaldırılmayacağının hiçbir garantisi yoktur.
AKP, MGK’nın yapısını geniş ölçüde değiştirip de, hükümetin buradaki ve MGK sekreterliğindeki etkisini yapısal olarak arttırınca ve cumhurbaşkanı da AKP kadroları içinden gelen bir kişi olunca, artık bu haliyle MGK’nın varlığı da onun bir ürünü olan MGSB de onun açısından bir ilkesel sorun olmaktan çıkabilmiştir. Bu artan etki sayesinde hükümetin izlediği siyasetler eskisine kıyasla MGSB’nin dışına da çıkabilmiş ve artık MGSB’nin de hükümetin kendi çıkar ve politikalarına dokunan hususlardan ayıklanması söz konusu olabilmeye başlamıştır. Nitekim hükümet dış politikada özellikle İran konusunda, iç politikada da “cemaatler” konusunda MGSB’ye pek uymayan bir çizgi izleyebilmiştir. Ve şimdi de bu hususları MGSB’ye değişiklikler olarak kaydetmek istemektedir.
Nitekim bugünlerde yapılmakta olduğu söylenen değişikliklerin de, esasen, 1) dolaylı yoldan hükümete dokunan iç tehdit saptamalarının ayıklanması ya da önemsizleştirilmesi ve 2) hükümetin izlemekte olduğu komşularla sorunları gidermeye dönük dış politika yönelişi çerçevesinde dış tehdit saptamalarındaki abartıların belli ölçüde giderilmesi biçiminde olacağı anlaşılmaktadır. Kürt hareketi, sosyalist hareket vb. unsurlar ise devletin resmi hedef tahtasındaki gedikliler olarak bulunmaya devam edecektir.
Erdoğan her ne kadar “Demokratik sürecin gereğini yapacağız. Bundan sonra asla iç tehdit olmayacak” dese de, bunun fiili gerçeklik dünyasında karşılığı ve inandırıcılığı yoktur. Fakat Erdoğan’ın söylediği bir başka şey, en azından şimdiye kadarki gerçekliğe ilişkin önemli bir ifşaat anlamına gelmektedir. Belgenin şimdiye kadarki “dış tehdit” değerlendirmeleri bağlamında Erdoğan, “yapay kaygı ve korkuların uzun süre Türkiye dış politikasına hâkim olduğunu” ve “iç tehdit gibi dış tehdit algılamasının da sanal bir zemin üzerine kurulduğunu” söylemiştir.
Burjuva demokrasisinin içyüzü
Yukarıda kaba çizgilerle ortaya koymaya çalıştığımız tablo her ne kadar Türkiye’ye ya da daha genel anlamda burjuva demokrasisinin güdük olduğu kapitalist ülkelere özgü yönler taşısa da, işin özüne inildiğinde, genelde burjuva demokrasisinin bir burjuva diktatörlüğü olduğu ve işçi sınıfı-emekçi kitleler açısından pek çok “kırmızı çizgiler” içerdiği gerçeğini ıskalamamak gerekir. Burjuva demokrasisinin en ileri örneklerinde bile, demokratik hakların kullanımını kısıtlayıcı mekanizmalar değişik kılıklar altında mevcutturlar. Demokratik hak ve özgürlüklerin işçi sınıfı için kıymetini ve bunlar için mücadelenin önemini en küçük biçimde gölgelemeksizin diyebiliriz ki, burjuva düzenin sınırları içinde bu tür baskı mekanizmaları “özde” şu ya da bu biçimde varlığını sürdürür.
Nitekim Türkiye’deki gibi askeri vesayet yapılarının olmadığı gelişmiş burjuva demokrasilerinde bile yazılı olan ya da olmayan bu tür kurum ve mekanizmalar mevcuttur. Her bir ülkenin sınıf mücadeleleri tarihinin özgüllüklerine göre bu mekanizmalar farklılıklar gösterebilirse de işin özü değişmez. Mutlaka birtakım kırmızı çizgiler mevcuttur ve bunları kollayan mekanizmalar hazır ve nazırdır.
Tam da bu konuyu ele aldığımız şu sıralarda, demokrasinin beşiği Avrupa’nın lider ülkesi konumunda olan Almanya’da yaşanan bir hadise bunu çarpıcı bir tesadüfle ortaya koymaktadır. Almanya’da yeni kurulan Sol Parti, alenen iç istihbarat örgütü tarafından gözlem altında tutulmaktadır. Birçok eyalette milletvekilleri bulunan, hatta bazı eyaletlerde hükümet ortağı konumunda olan partinin bazı milletvekilleri, bu aleni ve resmi izlemeye son verilmesi için federal idare mahkemesine başvuruda bulundular. Ve çıkan karar partinin rejim için tehlike oluşturma potansiyeli taşıyan unsurlar barındırması dolayısıyla izlemenin uygun olduğu ve devamı yönündedir. İşte size gelişmiş Avrupa demokrasisi! Yine, şimdi AB üyesi olan kimi eski Doğu Bloku ülkelerinde, komünist partilerin yasaklanması sonucunu getirecek biçimde, komünist düşünceyi faşizmle bir tutan yasaklamalara gidiliyor.
Sonuç olarak gelişmişi olsun azgelişmişi olsun tüm burjuva demokrasilerinde gerçekte parlamentonun üstünde yer alan ve çoğu zaman pek göze görünmeyen kurum ve mekanizmalar vardır. Teoride ve halka yönelik propagandada egemenlik halkındır ve halk bu egemenliği özgürce seçtiği temsilcileri aracılığıyla meclis vasıtasıyla kullanır! Ancak buraya kadar anlatılanlardan açıkça görüleceği gibi, bu bir aldatmacadır. Liberallerin burjuva demokrasisinin soyut ilkeleri temelinde yaptıkları eleştirilerin Türkiye somutluğunda belli bir anlamı vardır; genel demokratik bilincin gelişmesine ve burjuva demokrasisinin güdük sınırlarını genişletme yönünde basınç oluşmasına katkı sağlarlar. Ancak savundukları soyut ilkeler son tahlilde bir yanılsama olmanın ötesine geçemez. Geniş yığınların gerçek egemenliğini sağlamak isteyen, ya da bir başka anlatımla özgürlük isteyen, burjuva demokrasisinin ötesine geçmek zorundadır.
Örneğin, MGSB ile ilgili tartışmalarda bu liberal ve diğer bazı burjuva kesimler, “iç tehdit diye bir şey olamaz” ya da “bir devlet kendi halkını düşman olarak göremez” diyorlar. Oysa devletlerin varlık sebebi zaten tam da budur. Sömürülü toplumlarda devlet özünde tam da toplumun azınlığını oluşturan mülk sahibi sömürücü hâkim sınıfların toplumu baskı altında tutma aygıtıdır. MGSB türü olgular tam da burjuva demokrasisinin sınırlarını gösterirler. Liberaller bu tür belge ve yönergelerin “gelişmiş demokrasilerde” olmadığını ve olamayacağını iddia etseler de bu doğru değildir. Gerçekte tüm burjuva demokrasilerinde bu tür genel çerçeve niteliğinde, yazılı olan ya da olmayan “amentüler” vardır. Bunlar kesinlikle yürürlükteki anayasadan başka metinler ya da (belki yazılı da olmayan) ilkelerdir. Bunlar bir yandan, görünür anayasada içerilen, ama gerçekte tümüyle uygulanması mümkün olmayan ilkelerin somutta ne anlama geldiğini dillendirdikleri gibi, bir yandan da hükümetlerin izleyecekleri siyasetlerin hangi sınırlar dâhilinde kalması gerektiğini saptarlar.
Burjuva demokrasisi insanlığın tarihsel gelişim sürecinde önemli bir aşamayı ve kazanımı temsil etmektedir. Buna şüphe yok. Burjuva demokrasisinin temsil ettiği ilerlemelerin geriye doğru aşındırılmaması, burjuvazi tarafından geri devşirilmemesi için mücadele etmek de önemli. Hele günümüzde bu görevin önemi daha da artmıştır. Dahası Türkiye gibi burjuva demokrasisinin ancak geri sınırlarında dolaşan bir ülkede demokratik hak ve özgürlükler uğruna verilen mücadele ayrıca önemlidir. Ancak tüm bunları kaydettikten sonra, işçi sınıfının öncülerinin burjuva demokrasisinin özündeki baskıcı karakteri asla gözden kaçırmamaları, burjuva demokrasisinin sınırlılıklarını görmeleri ve gerçek özgürlüğe giden yolun ancak onun daha ötesine, bir proleter devrim yoluyla işçi demokrasisine geçerek açılabileceğini daima akılda tutmaları gereklidir.
link: Levent Toprak, Egemenlerin Kırmızı Kitapları, 1 Ağustos 2010, https://marksist.net/node/2483
Devrimcilere Karşı Polis Terörü Sürüyor
“Operasyonları Durdurun, Barış Olsun!”