“Emek zenginler için gerçekten çok güzel şeyler yaratır, ama işçi için ürettiği yalnız yoksunluktur. Emek saraylar üretir, ama işçi için ürettiği izbelerdir. Güzellik üretir, ama işçi için çirkinlik. … Zekâ üretir, ama işçi için ürettiği aptallık, budalalıktır.” (Marx)
Kapitalizm insanları dev bir kafese hapsetmiş durumda. Çıkışsızlık içinde çırpınan emekçiler, bir yandan ayakta kalma mücadelesi verirken, bir yandan da her türlü büyük ideal ve amaçtan uzaklaştırılarak, küçük mülkiyet heveslerinin ve sığ beklentilerin peşine düşmeye mahkûm ediliyor. Ancak çoğunluk bunlara ulaşamadığı gibi, ulaşanlar da umduğu mutluluğu yakalayamıyor.
Bu sistem, insanı insan olmaktan çıkarıp, sistemin çarkları arasında bencil/bireyci bir yaratığa dönüştürüyor. İnsanlara onursuzluğu, riyakârlığı, rekabet güdüsüyle birbirinin gözünü oymayı dayatıyor. Bu durum elbette derin iç çelişkileri ve ruhsal yarılmaları da beraberinde getiriyor. Bunun doğrudan sonuçlarından biri de kapitalizmin çürümesine paralel olarak psikolojik rahatsızlıkların ivmelenerek artıyor olmasıdır. Bu hızlı artış Türkiye’de de yaşanmaktadır. OECD araştırmaları, Türkiye’nin OECD ülkeleri arasında akıl sağlığı bakımından en sorunlu ülke olduğunu gösteriyor.[1] Aynı araştırmalar Türkiye’de her dört kişiden birinin tedaviye ihtiyaç duyacak ölçüde psikolojik rahatsızlığı olduğunu tespit ediyor. Hastanelerin psikiyatri servislerinin dolup taşması gerçeği de bu tespiti doğruluyor.
Psikolojik sorunların katlanarak arttığının bir diğer göstergesi de psikiyatrik ilaç tüketimindeki dikkat çekici artıştır. Türkiye Psikiyatri Derneğinin açıklamalarına göre, dünya genelinde en çok satan 10 ilaçtan 3’ü psikiyatrik ilaçlardır. Türkiye’de de durum farklı değildir. Sinir sistemi ilaçları Türkiye ilaç pazarında antibiyotik, kalp-damar sistemi ve romatizmal ilaçlardan sonra dördüncü sırada yer almaktadır. 2003 yılında yaklaşık 14 milyon kutu antidepresan tüketilirken, bu sayı 2007 yılında neredeyse iki kat artarak 26 milyonu geçmiştir. Antipsikotik ilaçlarda ise daha çarpıcı bir artış kaydedilmiş, 2007 yılında toplam 2 milyon 616 bin kutu antipsikotik tüketilirken, bu sayı 2008’de 4 milyon 12 bin kutuya yükselmiştir.
Ekonomik kriz dönemlerinde psikolojik rahatsızlıkların görülme oranında belirgin bir yükseliş yaşandığı da bilinen bir gerçektir. İşini kaybeden, her an işini kaybetme tehdidiyle burun buruna olan, iş yükü ve ekonomik sorunları katlanarak artan işçilerin içine sürüklendikleri durum, her türlü ruhsal bozukluğu körüklemektedir. Örgütlü güçle desteklenen bir uyanış sürecinden geçerek iç çelişkilerini olumlu yönde çözemeyen ve tek başına kalan milyonlarca insan bu kaçınılmaz sona sürüklenmektedir.
Emekçi sınıfların boğuştuğu ekonomik zorlukların yanı sıra, kapitalist sistem yarattığı toplumsal ilişkilerle de mutsuzluğu her daim yeniden ve yeniden üretmektedir. Emekçilerin en basit ve en insani dileği, sevdikleriyle, gelecek kaygısı duymadan, dünyanın güzelliklerinden dilediğince yararlanarak, sağlıklı ve mutlu bir hayat sürmektir. Ancak kapitalizm, bir yandan üretici güçleri tarihte ilk kez buna olanak tanıyacak denli geliştirirken, diğer yandan bu basit dileği milyarlarca emekçi için ulaşılamaz bir hayal haline getirmiştir. İşçinin ürettiği tüm artı-değerin ve üretim araçlarının sermaye tarafından gasp edildiği bu sistemde, işçi ne kadar çok zenginlik üretirse o kadar yoksullaşmakta, ne kadar çok değer yaratırsa o ölçüde değersizleşmektedir.
Sermaye için işçi, ihtiyaçları en aza indirilmiş bir yük hayvanıdır. O kazandığıyla karnını doyurmalı, sermayenin ihtiyaç duyduğu kadar çocuk yapmalı, en ucuz eğlence araçlarıyla yetinmeli, bunun dışında dilediğince kendisine ayıracağı boş bir zamanı kalmaksızın ertesi gün işe gitmeli ve bu kısır döngüyü yaşamının sonuna dek biteviye devam ettirmelidir. İşçinin yaşamını idame ettirmesini ve yeniden üretim yapabilmesini sağlayacak temel ihtiyaçları dışındaki tüm sosyal ihtiyaçları (sağlıklı konutlarda yaşamak, iyi bir eğitim görmek, güzel şeyler yemek, sinemaya, tiyatroya, konsere gitmek, tatil yapmak, hele hele siyaset yapmak) sermayeye lüks olarak görünür.
Ürettiği ürünün sahibi olmayan ve üretim üzerinde hiçbir karar hakkı bulunmayan işçi, ürettiği nesneye yabancılaşırken, aynı zamanda doğaya ve topluma da yabancılaşmaktadır. Yaşayabilmek için işgücünü sermayeye satmak ve onun için üretmek zorunda olan işçi için çalışma, mutluluk değil mutsuzluk kaynağıdır. Marx’ın da ifade ettiği gibi, bu zorunlu çalışma onun tüm enerjisini, bedenini, zihnini tüketir. Bu yüzden, ancak çalışma dışında kendine gelebilen işçi, vebadan kaçarcasına kaçar işten. Ve onun çalışması kendisi için bir işkenceyken, sermaye için bir zevk, hayatın tadıdır.[2]
Öte yandan kapitalizm yalnızca işçi sınıfı için değil genelde emekçi kesimler için de mutsuzluk kaynağıdır. “Kendi işinin patronu olmak” ve “zengin olmak” hayaliyle yanıp tutuşan, bu uğurda hayatını tüketen ve iflastan iflasa sürüklendiği halde bir türlü akıllanmayan küçük-burjuva emekçilerin (dükkâncı, atölyeci vb.) durumu tam da budur ve bizim toplumumuzda bunun sayısız örneği mevcuttur. Sınıf bilincine sahip olmayan ve burjuva ideolojisinin salvolarıyla serseme dönen işçi ailelerinin, çocuklarına her fırsatta “kendine ait bir iş sahibi olmayı” bir kurtuluş yolu olarak sunmalarıysa, bu topraklarda söz konusu anlayışın sürekli yeniden üremesini sağlamaktadır. İşçi ve emekçi aileler, çocuklarına, mutlu ve özgür bir hayat adına, köleliği, insanlıktan çıkmayı ve ömür boyu mutsuzluk içinde debelenmeyi önerdiklerinin, onları böylesi bir sefil hayata teşvik ettiklerinin elbette farkında değildirler. Çünkü kapitalizm onları amansız bir ideolojik bombardımana tâbi tutarak alıklaştırmaktadır.
Mutluluğu kapitalizmin dar ufkunda arayan emekçileri son derece sıkıcı, bunaltıcı ve mutsuzluk veren bir yaşamın beklediği ortadadır. Kapitalizmin onlara özgürlük olarak sunduğu şey mutlak bir esarettir. Elif Çağlı’nın dile getirdiği gibi, “Marksizm, mücadele bayrağından ve silahından yoksun bırakılmış bir işçinin ya da emekçi gencin, bireysel kurtuluş ne kelime, aslında sermayenin emri altındaki bir ücretli köleden başka hiçbir şey olamayacağını en parlak ve en yalın biçimde gözler önüne sermiştir. «Bireysel kurtuluş» ya da «bireyselleşme» vaazları ancak burjuva unsurların ve onların tuzu kuru çocuklarının dünyasında, çarpık da olsa bir anlam ifade edebilir.” [3]
Paranın, burjuva ve küçük-burjuva değer yargılarının, her türlü gericiliğin, iş yaşamının, medyanın, eğitim sisteminin vb. tutsak aldığı, yoğurduğu ve posasını çıkarıp bir kenara attığı emekçiler, mücadeleden uzak durdukça, kendi kurtuluşlarının değil, sermayenin ve onun sömürü sisteminin varlığını sürdürmesinin teminatı olmaktadırlar. Ve onlar çocuklarına “başkasını bırak sen kendini kurtar” öğüdü verip, onları boş avuntularla oyalayarak mücadeleden uzak tuttukları içindir ki, bu sömürü sistemi yüzyıllardır varlığını sürdürmektedir. Ana-babalar genç kuşaklara, “biz o kadar çalıştığımız halde kendimizi kurtaramadık, sizin için de iyi bir hayatın koşullarını yaratamadık, siz boşuna didinmeyin, çabanızı sizin gibi olanlarla birleştirip bu sömürü sistemini yeryüzünden silmeye harcayın” gibi son derece gerçekçi öğütler verseler, hiç bu sistem varlığını bu kadar rahat sürdürebilir mi? Kendini kurtarmak üzere gösterilen çabanın küçücük bir kısmı toplumsal kurtuluş için gösterilse, acaba bu sistem yaratılacak örgütlü güç karşısında ayakta kalabilir mi? Kuşkusuz hayır.
Burjuvazi de bunu çok iyi bildiğinden, emekçileri esaret altında tutmak üzere elindeki her türlü olanağı kullanmaktadır. Bu konuda en büyük ideolojik silahı kuşkusuz medyadır. Emekçileri giyimden yemeğe, saç tipinden ayakkabı rengine, tatil yapma biçiminden iş tercihine kadar tektipleştirmeye hizmet eden televizyon programları, başkaldıranın başının anında ezileceği mesajını veren, süreklileştirilmiş bir korku atmosferi yaratan haber bültenleri, diziler, filmler, tümüyle bu amaca hizmet etmek üzere kurgulanmaktadır. Emekçiler ruhsuz robotlara dönüştürülmektedir.
Bu düzen, aile kurumundan eğitim sistemine, devletinden medyasına, elbirliğiyle, gençliği sığ “ideallerin” peşinde ömür tüketmeye itmektedir. Onun isyan ruhunu kırmaya, toplumsal idealler yerine fabrikasyon hayallerin peşine takmaya çalışmaktadır. Devrimci hareketin dibe vurduğu dönemlerde bunu büyük ölçüde başarmaktadır da. Hiçbir şeyin değişmeyeceği düşüncesi, gencinden yaşlısına tüm topluma bir karabasan gibi egemen olmaktadır. “Böyle gelmiş böyle gider” türünden yaşlılığın belirtisi olan sözlerin günümüz gençliğinin diline çok yapay ve sırıtkan bir biçimde pelesenk olması da bunun bir ifadesidir. Bunun yanı sıra, tam da örgütlü bir başkaldırının gerektiği yerde, genç işçilerin patronlarının dayattığı insanlık dışı çalışma koşullarını (günde 12 saat, haftada 7 gün çalışmak, yıllık izin denen mefhumdan bihaber olmak, ücretlerin sürekli düşmesi, fazla mesai ücretlerinin ödenmemesi vb.) gıkını çıkarmadan kabullenmeleri, işsizliğin yarattığı korku nedeniyle uğranılan bilinç kaybının en çarpıcı örneklerindendir.
Ancak, günümüzde yaygın olan bu olumsuz durum sosyalist bir dünya için mücadele veren ve şimdilik azınlıkta olan işçileri ve gençleri asla yılgınlığa düşürmemelidir. Bu bilinç çarpılması ve karabasan tarihin hiçbir döneminde emekçi kitleleri ilelebet tutsak alamamıştır. Kitle hareketinin yükseldiği ve devrim ateşinin harlandığı dönemlerde, kuşaklar boyunca emekçilerin üzerine bir karabasan gibi çöken korku, umutsuzluk ve hiçbir şeyin değişemeyeceği inancı, yerini, şaşılacak bir hızla, cesarete, umuda ve ertesi gün patlak verecek bir devrimle tüm dünyanın bir anda değişeceği inancına bırakır. Öylesi dönemlerde, bireysel kurtuluş düşlerinin yerini toplumsal kurtuluş uğruna mücadele azmi alır. Küçük insanların küçük hayalleri, insanlığın büyük hayalleriyle yer değiştirir. Tek başınayken kendisini bir hiç olarak gören işçinin, grevlerde, direnişlerde, kitlesel eylemlerde kendisini sınıfının gücüyle devleşmiş hissetmesi, her türlü zorluğa göğüs gerebilmeye muktedir olduğunu duyumsaması, davası uğruna copu, gazı, dayağı, hatta ölümü göze alması boşuna değildir.
Umuda, iyimserliğe, ilhama ve dolayısıyla mutluluğa ulaşmak ancak bireyci/bencil çıkarların ve sığ ufkun ötesine uzanarak büyük ideallere sahip olmakla mümkündür. Ve elbette en büyük ve tatmin edici ideal, işçi sınıfının kendisiyle birlikte bütün insanlığı kurtuluşa götüreceği sınıfsız, sömürüsüz, özgür, komünist dünyayı yaratmaktır. Ölümünden kısa bir süre önce kaleme aldığı Vasiyetinde şunları söylüyordu Troçki:
“Kırk üç yıllık bilinçli yaşamım süresince hep bir devrimci olarak kaldım. Bu sürenin kırk iki yılı boyunca Marksizmin bayrağı altında mücadele ettim. Eğer, her şeye yeniden başlayacak olsaydım, şu veya bu hatadan uzak durmaya gayret ederdim, ama yaşamımın genel akışı değişmemiş kalırdı. Ben, proleter devrimci, Marksist, diyalektik materyalist ve dolayısıyla da uzlaşmaz bir ateist olarak öleceğim. İnsanlığın komünist geleceğine olan inancım canlılığından hiçbir şey kaybetmedi, tam tersine, gençlik dönemimdekine oranla bugün daha da sağlam hatta. … ölümüm hangi koşullarda olursa olsun, ben, komünist geleceğe sarsılmaz bir inançla öleceğim. İnsana ve geleceğine duyduğum bu inanç, bana şimdi bile, hiçbir dinin veremeyeceği bir direnme gücü veriyor.”[4]
Devrimcilere her türlü zorluk karşısında direnme gücü veren ve umut aşılayan şey, işte komünist geleceğe olan bu sarsılmaz inanç, insanlığın kurtuluşu davasına duyulan bu tutkulu bağlılıktır.
Bir yanda kapitalist toplumun yaydığı “mutluluk” maskesi altındaki dayanılmaz mutsuzluk, diğer yanda ise, insanı insan olmaktan çıkaran ve dünyayı bir yok oluşun eşiğine getiren kapitalizme karşı birlikte mücadele etmenin, güzel olan ne varsa paylaşarak çoğaltmanın, acı olan ne varsa paylaşarak azaltmanın verdiği gerçek mutluluk. Ona ulaşmak için küçük ama kararlı bir adım atmak yeterli.
[1] Kuşkusuz bunda hızlı kapitalistleşmenin yarattığı büyük toplumsal altüst oluşun yanı sıra, son 20 yılda şiddetlenerek artan savaşın da önemli bir rolü bulunmaktadır. Devletin her türlü manipülasyon yöntemine başvurarak üstünü örtmeye çalıştığı bu yıkıcı savaş, ezici bir çoğunluğu Kürt olmak üzere 45 bine yakın insanın canına mal olmuş, yüz binlerce Kürdü evlerinden yurtlarından ederek büyük şehirlere göçmek zorunda bırakmıştır. Türküyle Kürdüyle milyonlarca insan, 25 yıldır, savaşa gönderdiği evlatlarının sağsalim geri dönüp dönemeyeceği endişesiyle yaşamaktadır. Dolayısıyla bu kirli savaş bütün toplumu büyük bir travmaya sürüklemiş bulunmaktadır.
[2] Marx, 1844 Felsefe Elyazmaları,V Yay.
[3] Elif Çağlı, Marksizm ve Gençlik, www.marksist.com
[4] Troçki, Sürgün Günlüğü, Yazın Yay.
link: İlkay Meriç, Sığ Hayaller, Büyük İdealler ve Mutluluk, 1 Ocak 2010, https://marksist.net/node/2365
Liberal Demokratların Kapitalist Düşleri
Tekel Direnişinin Açığa Çıkardıkları