Yaşanan kapitalist kriz o denli derindir ki, sömürücü sınıf, hiçbir inandırıcılığı olmayan, sempatiden çok öfke uyandıran, ciddiye alınmaktan ziyade alay konusu olan, pişkinlik ve utanmazlıkta sınır tanımayan kampanyalardan medet umar hale gelmiştir. İşçi sınıfının mevcut durumu dikkate alınırsa, onunla alay etmekten başka bir anlamı olmayan “tüketin” kampanyalarının arkası kesilmiyor. Türk-İş bürokrasisinin de dâhil olarak açıkça işçi sınıfına ihanet ettiği, “Kriz varsa çaresi de var” kampanyasının ardından, geçen ay da Türkiye Reklâm Konseyi, “Alın verin, ekonomiye can verin” kampanyası başlatmıştı.
Bu kampanyada kapitalist sistemin ideologları durumundaki tanınmış tuzu kuru simalar, emekçileri, bir sakız, bir çiçek, bir simit ya da bir oyuncak almaya davet ediyorlar utanmazca. Evine ekmek almakta zorlanan, işe gitmek ya da iş aramak için yol parasını denkleştiremeyen işçiler, ceplerindeki son kuruşları da harcamaya çağrılıyor.
Reklâmın ana teması “tüketin ve ekonomiye can verin” şeklinde saptanmış. Bundan daha yakışıksız, daha düşüncesiz bir tercih zor bulunabilirdi. Cebindeki delik bini aşmış olan işçi, aslında kelimenin her iki anlamında da ekonomiye can veriyor: hem üreterek hem de üretirken fiilen canından olarak! Yalnızca kayıtlara yansıyan ölümlü iş kazalarında kurban verdiklerimizin sayısı yılda 5 binden fazladır! Mesleki hastalıklardan kısa süre içerisinde sakat kalan ya da hayatını kaybedenlerin sayısı bunun onlarca katıdır. Kapitalist ekonominin sonucu olan açlık, yoksulluk, bakımsızlık ve sağlık sorunlarından ölen on binleri de düşündüğümüzde, “ekonomiye can verin” çağrısının hak ettiği en hafif yanıt, okkalı bir sınıf tokadından başka bir şey değildir.
TV ekranlarında dönen dört reklâmın bir diğer ortak ekseni ise, krizin artık bittiği yönündeki ideolojik propaganda. Sakız ya da oyuncak alırsak, “krizin son kalan etkileri de ortadan kalkar”; çiçek alırsak, “krizin tüm etkileri solup gider”; simit alırsak, “krizin etkileri bayatlar gider”miş. Verilen mesaj açık: Kriz bitmiştir, sıra onun son kalan etkilerini ortadan kaldırmaya gelmiştir! Suratından kapitalizm yalakalığı akan “bakkal amcaya” ya da “çiçekçi teyzeye” inansak mı? Kriz bitti, birçok etkisi ortadan kalktı da, geriye sadece son birkaç etkisi mi kaldı acaba?
Kriz bitti mi, bitmedi mi?
Kapitalistler, ellerindeki tüm araçları kullanarak, emekçi kitlelerde biriken hoşnutsuzluk, öfke ve kapitalist sisteme karşı gelişen güvensizliği yumuşatmaya çalışıyorlar. Bir yandan, işçilerin her türlü talebi tek tek kapitalistler tarafından “krizdeyiz, şimdi olmaz” yanıtıyla reddedilirken, diğer taraftan bir bütün olarak sermaye sınıfı, krizin artık tümüyle geride kaldığı, en kötü günlerin atlatıldığı yalanıyla boş hayaller yaymaya çalışıyor. Önümüzdeki günlerin daha güzel olacağı yalanı, her zamanki gibi, “ama bunun için sizin fedakârlık etmeniz lazım” söylemiyle birleşiyor.
2008 Eylül ayında finansal sistemin artık inkâr edilmeyecek denli büyük bir gürültüyle çöküşü, kapitalizme toz kondurmak istemeyen burjuva iktisatçılar ve ideologlar cephesinde büyük bir şaşkınlık, hayal kırıklığı yaratmıştı. Ama başlangıçta, kendi sınıf doğalarının bir gereği olarak, bu krizi her şeye rağmen küçümsemeye, onu finansal krizden ibaret bir şeymiş gibi sunmaya çalıştılar. Önce krizin yalnızca yatırım bankalarını vurduğu ve finansal sistemin bütününe yansımayacağı yalanına sarıldılar. Durumun bu olmadığı açığa çıkınca bu kez, sorunun finansal sistemle sınırlı olduğunu söyleyip, reel ekonominin bundan ne denli etkileneceğinin belirsiz olduğunu iddia ettiler. Hemen ardından reel sektörün çöküşü de artık inkâr edilemez boyutlarda su yüzüne çıktığında ise, sistemin büyük bir iktisadi krizden geçtiğini kabul etmekle birlikte hızlı bir toparlanma umudunu canlı tutup körüklemeye çalıştılar. Krize kriz dememek için taklalar attılar; derin ve depresif bir krizden geçiyor oluşumuz gerçeği, durgunluk anlamına gelen resesyon kelimesiyle örtülenmeye çalışıldı. 1929 krizini çağrıştırmaması için bu krize “büyük depresyon” değil “büyük resesyon” demeyi tercih ediyorlar. Bir yılı aşkın bir süredir, gördükleri en küçük bir kıpırtıyı bile “tünelin ucunda ışık göründü” diyerek sevinçle karşılamaya ve “piyasalara” güven aşılamaya çabalıyorlar. Ne var ki, gerçekler pek de burjuva ideologlarının çarpıtarak oluşturmaya çalıştıkları pembe tabloya uymuyor.
Bir yıl önce biz, bu krizin 2008 Eylülünde başladığı, güven bunalımından ve aşırı denetimsiz finansal spekülasyondan kaynaklandığı, bir mali krizden ibaret bulunduğu şeklindeki değerlendirmelerin tümüyle yanlış olduğunu söyleyerek birkaç noktanın altını çizmiştik. Kriz, esasen, çeşitli mekanizmalarla ertelenen milenyum krizinin (1999-2001) çok daha derin bir temelde ortaya çıkışıydı; kendisini daha 2004 yılının son aylarında reel sektörde başlayan yavaşlama eğilimiyle belli etmişti ve nihayet 2007 yazında tipik bir aşırı-üretim krizi şeklinde somutlanmıştı. Reel sektörde başlayan bu aşırı-üretim krizi, 2008 yılı boyunca derinleşip yaygınlaşarak, yaratılan finans balonunun 2008 Eylülünde patlamasıyla artık inkâr edilemez bir boyuta ulaşmıştı: “Bugün yaşanılan kriz, konut kredilerinin geri ödenmemesiyle başlamamıştır. Kredi geri ödemelerinin durması, zaten başlamış olan krizin kendisini apaçık ilan etmesi ve finans sektöründeki çöküşün tetiklenmesi anlamına geliyor. Bu gerçekliği kavradığımızda, burjuva yorumcular arasında sürmekte olan, «finansal kriz reel sektöre yansıyacak mı ya da ne ölçüde yansıyacak» şeklindeki tartışmanın beyhudeliği de apaçık ortaya çıkacaktır. Gerçek, özünde, bunun tam tersidir; reel sektördeki kriz daha da olgunlaşarak finans sektörüne yansımış, orada giderek derinleşmiş ve şimdi reel sektörü daha da dibe doğru çekerek sistemin bütününü uçurumun kenarına getirmiştir. Çok net bir şekilde vurgulamakta yarar var: Yaşanan kriz, arızi bir mali kriz ya da kapitalist sistemin temelini aklamak üzere kimi burjuva ideologlarının kullandığı tabirle “finansal kapitalizmin” krizi olmayıp, sistemin yapısal, kaçınılmaz ve periyodik krizlerinden birisidir. Üstelik bu seferki kriz tarihi önemdeki krizlerden biridir.” (Oktay Baran, Kapitalizm Krizde, Marksizm Işıldıyor, MT, Kasım 2008)
Yaşanan gelişmelerin de harfiyen doğruladığı bu saptamalar önemli. Zira krizin nedenlerini, kaynaklarını, dinamiklerini ve başlangıcını doğru bir şekilde saptayamayan (daha doğrusu, çarpıtan) burjuva iktisatçıların, krizden çıkışa dair yorumlarının da eksik, tek yanlı, abartılı ve ideolojik olması kaçınılmazdır. Bahar aylarından bu yana gerek dünya borsalarında gerekse de Türk borsasında hisse senedi fiyatlarının tekrar artışa geçmesi birçok iyimser burjuva iktisatçı tarafından krizin artık geride kaldığı şeklinde yorumlandı. Ekonomiyi borsa endeksinden ibaretmişçesine ele alıp yalnızca finans sektöründeki gelişmeleri dikkate alan bu yaklaşımlar kuşkusuz aldatıcıdır. Bu noktada Avrupa Komisyonunun mali işlerden sorumlu üyesi Joaquin Almunia’nın, son dönemki yükselişin arkasındaki ana sebebin “merkez bankalarının ve devletlerin ekonomiye eşi görülmemiş miktarlarda para akıtmaları” olduğunu itiraf etmesi dikkate değerdir. Nitekim ileri ülkelerde hükümetlerin finansal sektöre verdiği destek 9,2 trilyonu, geri ülkelerde de 1,6 trilyonu bulmuştur. Toplamda 11 trilyon dolara yaklaşan bu muazzam destek, dünya GSYH toplamının beşte birine yaklaşmaktadır!
IMF ve DB gibi dünya kapitalizminin finansal merkezlerinden gelen açıklamalar ise, bir taraftan aynı liberal iyimserliği yansıtıp kapitalistlere güven aşılamaya çalışırken, diğer taraftan ihtiyatlı bir dil tutturmaya da özen gösteriyor. Örneğin, IMF başkanı Strauss-Kahn, iyileşmenin 2010’un ilk yarısında görülmesinin beklendiğini, “mali krizi” arkalarında bıraktıklarını, ancak “ekonomik kriz” için aynı şeyi söyleyemeyeceğini (!) belirterek, “büyük ihtimalle bazı ülkeler için hâlâ kötü aylar, kötü rakamlar ve büyüme oranları göreceğiz. İyileşme 2010’un ilk yarısından önce, belki de ilk yarı sonuna kadar elde edilemeyecek. Tünelin ucunu görüyoruz ama hâlâ tüneldeyiz” diyor. Liberalizm şampiyonluğunda çok daha iddialı olan ABD Merkez Bankası Başkanı Ben Bernanke ise, “teknik açıdan bakıldığında büyük ihtimalle resesyonun sonuna gelinmiş olmasına rağmen, ekonominin zayıf olduğunu bir süre daha hissedeceğiz” diyor ve ekliyor: “Çoğu tahmin 2010’da orta hızda büyüme görüleceğine işaret ediyor. Bu, içinde bulunduğumuz derinlikte bir resesyondan çıkış için beklediğimizden daha zayıf, çünkü hâlâ akıntıya karşı kürek çekiyoruz”. Gözlemcilerin bu konuşma sırasında Bernanke’nin psikolojisini de anlamaya çalışarak onun bu sözleri sarf ederken diğer konuşmalarına göre “çok daha kendine güvenen” bir havada olduğunu aktarmaları ise bir diğer ilginç nokta. Anlaşılan burjuva cenahta, en yetkin isimlerin bile yaptıkları açıklamalar, henüz kimseye yeterince inandırıcı görünmüyor. Bu da son derece doğal, çünkü çarpıtma rakamlar ve saptırıcı yorumlar tam bir puslu hava oluşturuyor. Örneğin, Avrupa Komisyonu, euro bölgesinin durgunluktan çıkmakta olduğunu, 2009 yılının üçüncü çeyreğinde yüzde 0,2 ve dördüncü çeyrekte de yüzde 0,1 büyüme beklendiğini açıklıyor. Oysa birçok burjuva iktisatçı, dünya ekonomisinde yüzde 2,5-3’lük bir büyümeyi resesyon (durgunluk) sınırı olarak değerlendiriyor. Bu durumda Avrupa Komisyonunun açıkladığı rakamların nasıl olup da “resesyondan çıkış” anlamına geldiği bir muamma.
Kapitalist sistemin çıkarlarını savunmalarına rağmen, liberalizmin değil bir çeşit Keynesciliğin taraftarı olan tanınmış iktisatçılar ise gerçekliğe daha yakın yorumlar yapıyorlar. Örneğin, geçmişte Bill Clinton’un ekonomi danışmanlığını yapan ve bugün de tekrar ABD yönetimi üzerinde etkili olduğu söylenen Nobel ödüllü iktisatçı Joseph Stiglitz, ABD ekonomisinde güçlü bir iyileşme yaşanması olasılığının çok çok zayıf olduğunu, dünyanın krizden ancak 4 yılda çıkabileceğini, çift dipli bir durgunluk bile yaşanabileceğini, konjonktürdeki hafif düzelmenin bir “illüzyondan” ibaret olduğunu belirtiyor. Stiglitz, son dönem yaşanan konjonktürel toparlanmayı, krizin bitmediği ve “aslında normal bir resesyona geri dönüldüğü” şeklinde yorumluyor ki, bu yorum, liberallerinkine göre gerçekliğe çok daha yakındır. Finansal balona zamanında dikkat çekerek büyük bir patlamanın olacağı uyarısında bulunduğu için “krizi öngören adam” olarak ünlenen New York Üniversitesi profesörü Nouriel Roubini ise Stiglitz’den de tedirgin; global ekonominin çift dipli resesyona girebileceğini ve üstelik ikinci çöküşün çok daha sarsıcı ve derin olabileceğini söylüyor.
Liberaliyle Keynescisiyle tüm burjuva iktisatçılar, devletin kapitalistlere yaptığı yardımların ve teşvik paketlerinin, vergi indirimlerinin ve düşük faiz politikasının devam ettirilmesi hususunda hemfikirler. Kapitalist devletlerin kriz döneminde burjuvaziye teşvik paketleri aracılığıyla aktardıkları trilyonlarca doların nasıl geri alınacağı, basılan yüz milyarca dolarlık karşılıksız paranın piyasadan nasıl geri çekileceği, bu uğurda yapılan harcamalarla ortaya çıkan devasa bütçe açıklarının nasıl kapatılacağı şimdilik muamma. Bu nedenle tüm burjuva iktisatçılar, krizden çıkış döneminde izlenecek bir “çıkış stratejisi”nin şimdiden hazırlanması gerektiğinde hemfikirler, ancak bu doğrultudaki planların asla derhal hayata geçirilmeyip, “krizin kesin olarak arkada bırakıldığından emin olmayı beklemek gerektiğini” de ekliyorlar. Son yapılan G-20 toplantısında da bu yönde temenni düzeyinde kararlar alıp, krizden çıkarken tüm ülkelerin eşzamanlı, koordineli ve aynı yönlü politikalar izlemeleri gerektiğinin altını çizdiler. Aksi tutumların en çok çekindikleri senaryolardan birine yol açacağından korkuyorlar: çift dipli bir kriz!
“Battık, nasıl çıkarız?”
Son dönemde burjuva iktisatçılar cephesinde “iyimser” yorumların artması, dünya ekonomisinin 2009 yılının ilk ve ikinci çeyreklerinde göreli bir toparlanma sergilediği izlenimini yaratma çabasından kaynaklanıyor. Özellikle ikinci çeyrek verilerini, reel ekonomide artık dibe doğru gidişin durduğu, dibe ulaşıldığı şeklinde yansıtmaya çalışıyorlar. Ne var ki, burjuva iktisatçıların bu tür iyimser yorumlarına rağmen, ekonominin hâlâ son derece kırılgan bir yapıya sahip olduğu apaçıktır. Keza, dünya finansal sistemindeki sorunlar, krizin ayyuka çıktığı Eylül 2008 öncesine göre hiç de daha az değildir. Başta IMF başkanı olmak üzere tüm etkili ve de yetkili burjuva iktisatçılar, finansal reformların çok yavaş ilerlediğinden şikâyetçiler. Dev finans tekellerinin gücü ve baskısı karşısında burjuva hükümetlerin çokça lafını ettikleri finans sektörünün kontrol altına alınmasına dönük tek bir ciddi adım bile atmamış olmaları hiç de şaşırtıcı değil. Bugüne dek tüm burjuva hükümetlerin yaptığı tek şey, emekçilerin boğazını daha da sıkarak elde edilen kaynakların dev tekellere aktarılmasından ibarettir. Dev finansal tekellere, sermaye aktarımı ve desteği, mevduat güvencelerinin artırımı, değersizleşen bilanço varlıklarının değer biçilerek satın alınmasıyla gösterilen kolaylıklar vb. yoluyla 11 trilyon dolar aktarılmış ve bu tekeller devletin koruyucu şemsiyesi altına alınmıştır. Emekçilerin daha da kötüleşen yaşam koşulları pahasına gerçekleştirilen bu kurtarma ve destekleme operasyonları, finans devlerinin borsa değerlerini tekrar yukarıya doğru çıkarmaya yaramıştır şüphesiz, ama bunun aynı zamanda yeni finansal balonlar, devasa borçlar ve büyük bütçe açıkları anlamına geldiğini de unutmayalım!
ABD’deki kimi finans analistleri, yalnızca 2009 yılı içinde iflas edip kapanan 94 bankanın yanı sıra önümüzdeki kısa vadede 150 ilâ 300 bankanın daha iflas edeceğini öngörüyorlar. Güvensizlik ve belirsizlik ortamı, finans kuruluşlarının gerek birbirlerine gerek sanayi kuruluşlarına gerekse de tüketiciye kredi açmakta son derece ürkek davranmalarına yol açıyor. Merkez Bankalarının ileri kapitalist ülkelerde faizleri yüzde 0’a çok yakın bir seviyeye çekmiş olmalarına rağmen kredi talebinde hâlâ bir canlanma yok.
Tüketimin, üretimin ve yeni yatırımların canlanmasının önündeki en büyük engeller “talep yetersizliği”, yani emekçi kitlelerin satın alma gücündeki muazzam düşüş ve kâr oranlarının dibe vurmasıdır. Bu derin kriz mutlak yoksullaşmayı çok daha geliştirip derinleştirmiştir. 1929 Krizinden bu yana yaşanan en büyük kapitalist kriz, yine 1929’dan bu yana görülmedik bir işsizlik ve yoksullaşma dalgasını da beraberinde getirmiştir. İşsizlik tüm dünyada artmaya devam ediyor. Resmi işsizlik oranları Japonya’da yüzde 6’ya, ABD ve AB’de yüzde 10’a, Türkiye’de yüzde 15’e yaklaştı. OECD ülkelerinde krizden kaynaklı olarak işini kaybeden işçilerin sayısı şimdilik 15 milyon ve bunun 2010 yılında 25 milyona ulaşacağı tahmin ediliyor. Öte yandan, kimi aylarda düşen işsizlik oranları bile yanıltıcı, çünkü kapitalist krizden ötürü iş bulma umudunu giderek yitirenler işsiz olarak görülmüyorlar! İşsizlik oranlarına değil de istihdam edilen işçi sayısına baktığımızda bu durum açıkça ortaya çıkıyor; istihdam edilen işçi sayısı durmaksızın düşüyor. Türkiye’de son bir yıl içerisinde 500 bine yakın sanayi işçisi kapı önüne konmuş durumda. Bu yıl Mart ayından Hazirana dek imalat sanayiinde belli bir üretim artışı olmasına karşın, aynı dönemde istihdam azalmaya devam etmiş! Burjuva iktisatçılar, işsizlikteki bu artışın en az bir buçuk yıl daha süreceğini ve ancak 2011’den itibaren istihdam artışının sağlanabileceğini söylüyorlar.
Benzer şekilde yoksullaşma da artmış ve artmaya devam etmektedir. ABD’de kişi başına milli gelir son 40 yılın en büyük düşüşünü kaydederek 2000 dolar azalmıştır. Türkiye’de de son bir yılda kişi başına milli gelir 1400 dolar düşmüş durumdadır, ve bu rakam ABD’dekine göre oransal olarak çok daha büyük bir kaybı temsil etmektedir! Durum buyken, burjuva hükümetler kendilerinden beklendiği üzere, dev tekellere yeni kaynaklar aktarmak ve devasa boyutlara ulaşan bütçe açıklarını dengelemek amacıyla, emekçilerin yaşam koşullarını daha da kötüleştirecek, onların alım gücünü daha da düşürecek, dolaylı ve doğrudan vergileri daha da arttıracak, kamu hizmetlerini daha da kısacak düzenlemeleri hayata geçirmeyi planlıyorlar. Bu koşullarda tüketimin ve dolayısıyla üretimin belirgin bir canlanmaya girmesini beklemek hamhayaldir.
Tablo bu olunca iktisatçılar, krizden nasıl bir çıkış beklendiği üzerine hayli ateşli tartışmalar yürütüyorlar. 1987’deki borsa çöküşünü tahmin etmesiyle ünlenen Marc Faber, gerçek bir çöküşün halen yaşanmadığını, borsada bir ilâ bir buçuk yıllık bir yükseliş beklediğini ve bunun ardından sistemi “temizleyecek” gerçek bir çöküş yaşanacağını düşünüyor. En iyimser uçta yer alan kimi kapitalistler ise V şeklindeki bir çıkışı öngörüyorlar; onlara kalırsa, ekonomi hangi hızla dibi bulmuşsa aynı şekilde yukarı çıkacaktır. Olağan periyodik kapitalist krizlerden klasik çıkış tarzı belki böylesi bir benzetmeyle anlatılabilirse de, bu senaryonun bu sefer gerçekleşmeyeceği açıktır. Her şeyden önce de bugün yaşanmakta olan kriz sıradan bir periyodik krizin çok ötesinde bir derinliğe ve yaygınlığa sahip olan bir küresel sistem krizi haline geldiği için!
İleri ülkelerde bile yüzde 15’lere varan devasa bütçe açıklarıyla, emperyalist ülkelerde GSYH’nin yüzde 240’ına varan inanılmaz boyutlardaki kamu borçları düzeyleriyle, aşırı-üretim sorunuyla ve azalan kâr oranları şeklindeki tarihsel eğilimle kapitalizmin nefesi tıkanmış bulunmaktadır. Kimi sektörlerde, yüzde 30’ları aşan bir aşırı üretim potansiyelinden bahsedilmektedir (kapitalistler buna aşırı-kapasite ya da kapasite fazlası diyorlar). Örneğin, Business Week dergisinin verdiği rakamlara göre, otomotiv sanayii her yıl 94 milyon motorlu araç üretme kapasitesinde olmasına rağmen bu doğrultudaki talep 60 milyon civarındadır, yani 34 milyon araçlık bir fazladan üretim potansiyeli söz konusudur ki, bu da yaklaşık 100 otomotiv fabrikasının üretimine denk düşmektedir. ABD otomotiv sektörünün tekrar kârlı hale gelebilmesi için Kuzey Amerika’daki 53 fabrikadan yaklaşık 12 tanesinin kapatılması gerektiğinin hesaplandığını aktarıyor Business Week. Bir diğer araştırma, dünya ortalaması olarak ekonomik yükseliş dönemlerinde maksimum kapasite kullanımının yüzde 80’le sınırlı kaldığını, bu oranın kriz dönemlerinde yüzde 65’lere kadar düştüğünü ortaya çıkarıyor. Demek ki, insanlığın üretici güçlerinin yüzde 20 ilâ 35’i, atıl durumda tutulmakta, bu potansiyel kapitalistler tarafından heba edilmektedir. Durum buyken, işleri bu noktaya getiren sürecin işçi-emekçi cephesinde yarattığı muazzam yıkım önemli ölçüde telafi edilmeden, kâr oranlarını yeniden yukarıya çekecek ciddi teknolojik atılımlar sağlanmadan ya da üretici güçlerin devasa bir tahribatına yol açmadan bu krizden hızlı bir toparlanmayla çıkış mümkün olmayacaktır. Bu nefessizliğin emperyalist savaş yangınını daha da körükleyecek olmasını da unutmamamız gerekiyor.
Bu koşullarda, krizden şu ya da bu tempoyla (ister V ister U şeklinde olsun) çıkılmasından değil de, en iyi ihtimalle kısa ve cılız bir canlanma evresinin ardından uzun ve sancılı bir durgunluk dönemine saplanılıp kalınmasından, yani depresyondan resesyona (durgunluk) geçişten, krizin bu anlamda devam edeceğinden bahsetmek çok daha mümkün görünüyor. Büyük kapitalist ekonomilerin yüzde 1-2’lik büyüme öngörüleri aslında tam da bu resesyon sınırlarında kalınacağı anlamına geliyor. 1989’daki çöküşten sonra Japon ekonomisinin tüm 90’lı yıllar boyunca içine sürüklendiği durum, bugüne de belli ölçülerde ışık tutabilir. Önemli bir farkla ki, bu kez söz konusu olan, birkaç istisnasıyla tüm dünya ülkelerini kapsayan bir resesyon olacaktır. Bunun anlamı ise önümüzdeki dönemde sınıf mücadelesinin keskinleşme dinamiklerinin devam ediyor olacağıdır.
Kapitalist sistem 1970’lerden bu yana ekonomik canlanmaların kısa, gerileme ve durgunluk dönemlerinin ise uzun sürdüğü bir tarihsel gidişat sergilemektedir. Krizleri yapay yöntemlerle atlatmaya dönük girişimler daha da büyük krizlerden, keskinleşen emperyalist rekabetten, kızışan hegemonya yarışı ve yayılan emperyalist savaşlardan başka bir şey üretmiyor. İşçi sınıfının cephesinde ise, derinleşen ve yaygınlaşan bir yoksullaşma, kronik işsizliğin daha da boyutlanması, sefaletin artışı anlamına geliyor. Komünistlerin görevi, kapitalizme bir kez daha yaşam şansı vermemek için, krizin mayalandırdığı devrimci dinamikleri canla başsla örgütlü mücadele kanalına akıtmak için seferber olmaktır.
link: Oktay Baran, Kriz Kuyusundaki Kapitalizm, 1 Ekim 2009, https://marksist.net/node/2272
Irkçılık ve Göçmenlere Karşı Artan Saldırılar
Korkuları olanlar kaybedecek!