Son aylarda başta Avrupa’da olmak üzere göçmen işçilere karşı yapılan saldırılar ve ırkçı gösteriler giderek artıyor. Bilinçli olarak tırmandırılan ırkçılığın ve yabancı düşmanlığının etkisiyle göçmen işçiler, ciddi saldırıların boy hedefi haline getirilmişlerdir. Bir yandan hükümetler göçmen karşıtı yasalar çıkartırken, diğer taraftan faşist çeteler göçmen karşıtı gösteriler düzenleyip göçmen işçilere saldırıyorlar. Üstelik tüm bunlar “faşizmden dersini aldığı” söylenen gelişmiş “demokratik” ülkelerde meydana geliyor.
Krizle birlikte, işçi sınıfının dağınıklığı ve örgütsüzlüğü sebebiyle, kazanılmış sosyal ve demokratik haklara saldırılar daha da artıyor. Burjuva demokrasisinin sınırları daraltılıyor, milliyetçilik, şovenizm, yabancı düşmanlığı, militarizm ve ırkçılık tırmandırılıyor. Avrupa’da aşırı sağ partilerin giderek güç kazanmasının zemini de budur. Haziran ayında yapılan Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerinde 19 ülkede göçmen karşıtı politikalarıyla ünlü aşırı sağ partiler oylarını ve AP’deki sandalye sayılarını artırdılar. Göçmen karşıtı İngiltere Ulusal Partisi (BNP) bu seçimle birlikte AP’de ilk defa sandalye kazandı.
Son süreçte göçmen karşıtı hareketin gelişmesi bakımından İngiltere dikkat çekiyor. Özellikle BNP göçmen karşıtı politikalarıyla buna örnektir. BNP liderinin göçmen işçiliğe bulduğu çözüm, bu partinin ırkçılığının boyutunu da gözler önüne seriyor. Parti lideri Nick Griffin, “Göçü ve buraya gelmeye çalışırken ölen Sahra-Altı Afrikalıları durdurmanın tek yolu, er ya da geç, onlara sert davranmaktır. O teknelerin çoğunu batırmalılar” diyebilecek kadar ileri gidiyor. Ne yazık ki bu münferit bir vaka değil. Haziran ayında Belfast’ta 100’ü aşkın Romen göçmen, ırkçı saldırılardan ancak kiliseye sığınarak kurtulabilmişti. Birçoğu evini terk etmek zorunda kalmıştı.
Göçmen işçilerin yaşadığı bölgelerde bu tip saldırılar giderek artıyor. BNP ile bağlantılı İngiltere Savunma Ligi (EDL) adlı faşist çete, Nisan ayından beri ırkçı gösteriler düzenliyor. Üstelik bu gösteriler yürüyüş olarak kalmıyor; toplanılan alanda göçmenlere sözlü ve fiziksel tacizde bulunuluyor, göçmenlere ait dükkânlar bu faşist çetenin saldırılarına uğruyor. Gösteriler haricinde de sokak ortasında göçmenler ırkçıların şiddetine maruz kalabiliyorlar. Son olarak 5 Eylülde Birmingham’da düzenlenen ırkçı gösteride benzer olaylar çıktı. “Müslümanlar Dışarı”, “Daha Fazla Cami İstemiyoruz” gibi ırkçı söylemler bu gösteride öne çıktı. Ancak bu sefer bölgenin devrimci unsurları da hazırlıklıydı ve bir karşı gösteri organize etmişlerdi. Göçmenlerin sınır dışı edilmesini isteyen ırkçı gruba, bu anti-faşist grup, “Siyah, Beyaz, Asyalı ve Yahudi; Biz Hepinizden Çoğuz” sloganını atarak yanıt verdi. Polisin saldırısıyla 90 kişi gözaltına alındı. Bu ırkçı gösteri geri püskürtülmüş olsa da, göçmen karşıtlığının ve yabancı düşmanlığının geri püskürtülmüş olduğunu söylemek güç. Nitekim EDL ülkenin diğer şehirlerinde de benzer gösteriler düzenlemeye devam edeceğini açıkladı. 11 Eylül’den sonra İslamofobi İngiltere’de de güç kazanmış ve tüm Müslümanlar terörist yaftası yemişti adeta. 11 Eylül’ün yıldönümünde 20 kişilik bir grubun çamaşırsularıyla camiden çıkan Müslümanlara saldırması İslamofobi siyasetinin hâlâ canlı tutulmaya ve azdırılmaya çalışıldığını gösteriyor.
Kıta Avrupa’sında da durum çok farklı gözükmüyor. Göçmenler en kötü çalışma koşullarına sahip oldukları halde, bir de kolluk kuvvetlerinin aşırı baskısına maruz kalıyorlar. Göçmenler için aşağılanma ve hor görülme gündelik hayatın bir parçası haline gelmiş durumda. Fransa’da faşist Le Pen, olayların %90’ının altından göçmenlerin çıktığını iddia ederek daha sert önlemlerin alınması gerektiğini savunuyor. Ondan aşağı kalır yanı olmayan Sarkozy’yi ise göçmen politikaları konusunda söylediği kadar sert davranmamakla suçluyor. Hatırlayacak olursak, 2005 yılında Paris’te başlayan göçmen işçi isyanı Fransa’nın sınırlarını aşmış ve toplumsal bir başkaldırıya dönüşmüştü. O dönemin içişleri bakanı Sarkozy göçmenleri aşağılayarak en baskıcı tedbirlerin alınmasını sağlamıştı. Önce olağanüstü hâl ilan edilmiş, ardından anti-demokratik yasalar çıkartılmıştı. 2007 yılında çıkartılan yasa ile göçmenlik koşulları iyice zorlaştırılmıştı. Bu yasaya göre, göçmen adaylarının vatandaşlık için dil ve uyum sınavına girmeleri, DNA örneği vermeleri ve yeterli maddi imkânlara sahip olmaları gerekiyor. Aksi takdirde sınır dışı ediliyorlar. Bu politikanın sonucu olarak, yılda 20-30 bin civarında göçmen, bir umut için geldiği bu topraklardan ellerli bomboş sınır dışı ediliyor.
Almanya’da da özellikle doğu eyaletlerinde ırkçılık giderek yaygınlaşıyor. Almanya genç nüfusun azlığı sebebiyle milyonlarca göçmen işçi barındırıyor. Fakat Alman burjuvazisi artık sadece nitelikli işçilere ihtiyaç duyduğu için 2007 yılında çıkartılan göç yasası ile göçmenlik koşullarını sertleştirmişti. Bu tipten ırkçı uygulama ve söylemler göçmenlerin tehdit unsuru olarak görülmesine yol açıyor. Böylece hortlatılan Nazizmle göçmenler ırkçı saldırılara maruz kalıyorlar. Devlet faşist grupların işledikleri suçlara göz yumuyor. Polisin denetiminde ırkçı gösteriler düzenleniyor. Eylül ayında da devam etti bu gösteriler. Hamburg ve Dortmund’da ırkçı gösterileri sadece seyreden polis, bu eylemleri protesto edenlere ise tazyikli su ve coplarla müdahale etti.
AB daha önce göçmen politikasını Eylülde açıklayacağını duyurmuşsa da, birçok ülke bunu beklemeden kendi içinde sorunu “çözme” gayretine girmiş durumda. Bunlardan İtalya ve Yunanistan’da geçtiğimiz aylarda göçmen alımını zorlaştıran yasalar kabul edildi. Yunan hükümeti göçmenleri şehrin dışında kuracağı kamplarda toplayacağını açıkladı. Temmuz ayında İtalya’da kabul edilen yasaya göre, kaçak yollarla giriş yapanlar 10 bin avroya kadar para cezası ile cezalandırılabilecek, kaçak göçmenlerin gözaltı süresi ise 6 aya çıkacak. Burjuva demokrasisinin nereye doğru yol aldığını da Mussolini’nin kara gömleklilerine benzer “silahsız” devriyelerin oluşturulmasına izin veren madde gösteriyor. İnsanlığın faşizmden ders aldığını iddia edenlerin bu yasa maddelerini iyi okumaları gerekiyor. 20 Ağustosta deniz yoluyla İtalya’ya girmek isteyen 73 Eritreli yaşamını yitirmişti. Bu yasalarla birlikte çok daha fazla sayıda umut yolcusunun Akdeniz’in derin sularında kapitalizmin kurbanı olacağı açıktır.
Sorun sadece Avrupa ile de sınırlı değildir. Kapitalizmin derin krizi, ırkçılığın ve göçmen karşıtlığının tüm dünyada derinleşmesine yol açmıştır. Dünyanın en çok göç alan ülkesi olan ABD, üç yıl önce çıkartılan göçmenlik yasası nedeniyle milyonlarca göçmenin eylemliliklerine sahne olmuştu. “İş Yok, Okul Yok, Satmak Yok, Satın Almak Yok” şiarıyla 1 Mayıs günü boykota giden göçmen işçiler, sahip oldukları devrimci potansiyeli dosta düşmana göstermişlerdi. Bush döneminden sonra tarihinde ilk defa siyah bir başkanın seçilmesi de ABD’deki göçmenlerin yaşamını değiştirmedi. Tersine son süreçte Obama üzerinden ırkçı söylemler artmış durumda! Özellikle ülkenin güneyinde Latin Amerikalı göçmenler düşük ücretle, sigortasız ve sağlıksız koşullarda çalıştırılıyorlar. Her yerde olduğu gibi burada da polisin ırkçı tutumlarına maruz kalıyorlar. İşte rüyalar ülkesi ABD!
Emekçilerin yaşadığı toprakları terk ederek daha gelişmiş ülkelere göç etmesi kapitalizmin yarattığı koşulların kaçınılmaz sonucudur. 300 milyondan fazla insan daha iyi bir yaşam umuduyla göçmen olarak yaşamaktadır. Göçmen işçiler emperyalistler için hem ucuz işgücü kaynağı, hem de kapitalizmin kitlelerde yarattığı tepkinin kanalize edildiği bir hedef durumundalar. Emperyalist devletler işsizlik ve yoksulluk gibi kapitalizmin kendisinden kaynaklı sorunların müsebbibi olarak göçmen işçileri lanse ettiği için, yerli işçi sınıfı hedef tahtasına kapitalizm yerine göçmenleri oturtuyor. Yerli-yabancı, siyah-beyaz, Avrupalı-Asyalı gibi ayrımları kullanarak burjuvazi, işçi sınıfının birliğini engelliyor. Bugünkü derin kriz ortamında buna çok daha fazla ihtiyaç duyuyor burjuvazi. Nitekim bu politikanın sonucunda yabancı düşmanlığı tırmandırılmış ve göçmen karşıtı faaliyetler hız kazanmıştır. Dolayısıyla burjuvazinin derdi göçmen işçilerin sorunlarına çare bulmak değil, emek göçünü kontrol altına almaktır.
Ne işsizliğin, ne yoksulluğun, ne de toplumdaki huzursuzluğun sebebi göçmen işçilerdir. Artan ırkçılığın, yabancı düşmanlığının, göçmen karşıtlığının karşısına dikilmek, burjuvazinin etnik, dinsel ve ulusal ayrımları işçi sınıfını bölmek için kullanmasına fırsat vermemek devrimci işçi sınıfının görevidir. Bu görev yerine getirilemezse kapitalizme son vermek için şart olan işçi sınıfının uluslararası birliği sağlanamaz.
link: Suphi Koray, Irkçılık ve Göçmenlere Karşı Artan Saldırılar, 1 Ekim 2009, https://marksist.net/node/2273
Taksim’de Barış Yürüyüşü
Kriz Kuyusundaki Kapitalizm