Hükümetin yasalaştırdığı yeni YÖK tasarısı nedeniyle, imam-hatip liseleri ve buna bağlı olarak din-laiklik-rejim tartışmaları yeniden alevlendi. Her ne kadar konu eğitim alanıyla doğrudan bağlantılıysa da, meselenin özünü laiklik sorunu oluşturuyor ve bu sorun Türkiye’deki rejimin tarihsel açıdan en köklü sorunlarından biri olarak bir kez daha nüksetmiş vaziyettedir. Sorun böyle köklü ve bildik bir sorun olduğu halde, Türkiye’deki solun genel anlamda sağlıklı ve tutarlı bir tavır geliştirdiğini söylemek ne yazık ki mümkün değil. Böyle olduğu için, solun geniş kesimi, din konusundaki hatalı tutum ve kavrayışları nedeniyle, sorunun her nüksedişinde, değişik derecelerle de olsa, Kemalistlerin dümen suyuna kapılmaktan kurtulamamaktadır. Bu nedenle meseleye işçi sınıfının devrimci dünya görüşü temelinde yaklaşımın nasıl olması gerektiğini ve sapla samanı birbirinden ayırmak için, güncel tartışmadan da hareket ederek, somutta ne gibi tutum ve talepler gerektiğini her fırsatta hatırlamakta yarar bulunuyor. Keza konunun eğitim alanıyla doğrudan ilintili olması sebebiyle, bu alandaki mücadelenin perspektifi açısından da benzer bir açıklığın sağlanması önem taşıyor.
Güncel tartışma
Seçim öncesi yaptığımız değerlendirmede (Seçimler ve Siyasal Dengeler) AKP hükümetinin seçimden başarıyla çıkması durumunda statükocu güçlere karşı elinin güçleneceğini ve yeni birtakım denemeler yapabileceğini, hatta seçim meydanlarında başbakanın yaptığı vaatleri göz önünde bulundurarak özellikle imam-hatip sorununun yeniden gündeme getirilebileceğini belirtmiştik. Nitekim Kıbrıs’taki yeni sürecin ilerletilmesi olsun, Yunanistan’la yakınlaşma olsun, AB süreci bağlamında yeni Anayasa değişiklikleri olsun, statükoya karşı ataklarını arttıran hükümet, şimdi yeniden hassas imam-hatip sorununa el atma noktasına gelmiş bulunuyor.
Tartışma sürecinin gelişiminden görünen o ki, hükümet daha önceki denemelere nazaran bu kez daha cüretkâr davranmaktadır. Hatta normalde statükoyla çatışma konularında desteğini arkasında bulduğu ve bundan doğal olarak cesaret aldığı TÜSİAD’ın uyarılarını bile dikkate almama yolunu seçmiş görünüyor. Süreci akademik camiayla bir uzlaşma ve işbirliği havası içinde götürüyormuş gibi yapma numarasının üniversite sınavı öncesinde istediği sonucu almasına fırsat vermeyeceğini gören hükümet, bu cenahla ipleri kopararak tek taraflı yürümeye ve yeni bir güç denemesi yapmaya karar vermiş durumda.
Bu yeni yasayla hükümet, üniversite sınavında imam-hatip liselilerin önünde bir dezavantaj oluşturan ağırlıklı ortaöğretim başarı puanı katsayılarını değiştiriyor. Bir anlamda 28 Şubat sürecinin küçük bir rövanşı söz konusu; zira bu farklılaştırılmış katsayı sistemi asıl olarak 28 Şubat süreciyle getirilmişti. Yaklaşık beş yıldır yürürlükte olan eşitsiz katsayı sistemiyle, imam-hatip liselerinin de içinde olduğu meslek liseleri, üniversite giriş sınavında diğer liseler karşısında oldukça dezavantajlı bir duruma düşürülmüşlerdi.
Her ne kadar bu düzenleme özelde imam-hatip liselerinden çıkan öğrencileri hedef almışsa da, yanı sıra büyük sermayenin eğitim alanına ilişkin daha büyük ölçekli dönüşüm planlarına da denk düşüyordu. Bu planların önemli bir ayağını, büyük sermayenin üniversiteyi asıl olarak toplumun seçkin kesimlerinin çocuklarıyla sınırlamak ve bu doğrultuda emekçi halk çocuklarını da lise düzeyinde mesleki olarak ayrıştırıp, kendi ihtiyacı olan vasıflı ara ve alt düzey insan gücünü yetiştirmek üzere ayıklamak oluşturuyordu ve bu halen de böyledir.
Ancak yine de düzenlemenin acil ve vurucu hedefi imam-hatiplilerin önünü tıkamak ve öğrencilerin okuldaki performanslarının sınav puanı üzerindeki etkisini arttırarak, İslamcı sermaye ve cemaatlerin oldukça etkin olduğu dershane sektörünü de hiç olmazsa kısmen zayıflatmaktı. Bu aynı zamanda paralı özel kolejlerin de bir bakıma teşviki anlamına geliyordu. Bu düzenlemenin sonucu olarak, geçen beş yıl içerisinde imam-hatip liselerine olan talep belirgin ölçüde kırılmışsa da, dershanelerin etkinliğinde bir azalma olmadı.
Sorunun özü
Burada bizim özellikle dikkat çekmek istediğimiz nokta, asıl kavga imam-hatip liseleri üzerinde koptuğu halde her iki burjuva kampın da hamlelerini ikiyüzlü bir sahtekârlıkla “meslek liseleri” üzerinden yapmalarıdır. Bu ortak ikiyüzlülüğün kaynağı, korkak Türk burjuvazisinin güdük laiklik anlayışıdır. Aslında tüm dünyada olduğu gibi burjuvazi, tarihsel açıdan kendi devriminin bir ülküsü olan laiklikten şu ya da biçimde, şu ya da bu aşamada çark etmiştir. Bunun sebebi, onun geniş emekçi kitleler üzerindeki egemenliğini tesis etmede dini bir vasıta olarak kullanma ihtiyacından vazgeçememesi olmuştur. Feodaliteye ve Doğu tipi gericiliğe karşı başlangıçta laiklik ilkesini savunarak kitlelerin desteğini arkasına almaya çalışan ve birçok durumda bunu başaran burjuvazi, Ortaçağ artığı sınıflarla arasındaki sorunu bir şekilde kendi lehine hallettikten sonra, ezilen kitleleri evlerine dönmeye, uslu durmaya, daha ileri gitmemeye ikna etmek için yeniden dine sarıldı. Süreç, burjuva devrimin şu ya da bu biçimde yaşandığı tüm ülkelerde, bu ülkelerin tarihsel-toplumsal özgünlüklerine bağlı olarak çok çeşitli varyasyonlar sergilediyse de, ana çizgileriyle bu içerikte cereyan etmiştir. İşte bugün Türkiye’de yaşanan sorununun özü de bu çerçevededir.
Daha açık bir ifadeyle, burjuvazi özellikle sola ve işçi sınıfına karşı mücadelesini dinsel ideolojiden yoksun olarak yapamayacağını anladığı için, tarihsel olarak kendisinin yücelttiği ve özü itibariyle ilerici bir ilke olan laikliğe tam bir ikiyüzlülükle ihanet etmiştir. Türk burjuvazisi için bu özellikle böyledir. Bundan dolayı onun laikliği, en iyi durumda, son derece keyfi ve tutarsız, ne idüğü belirsiz bir “laiklik” olmuştur. Bir yandan dinsel öğretiyle bağdaşmayan kendi “modern” yaşam tarzı ve diğer yandan dünya konjonktürü tarafından belirlenen en genel düzeydeki siyasal-stratejik yönelimleri için bir engel, bir tehdit oluşturmadıkça, burjuvazi, dinsel eğilimlerin palazlanmasını, laiklik dışı uygulamaları kendisine dert edinmemektedir. Ama iş bu sınırları zorlar hale geldiğinde “laik” kesilmektedir. İşçi sınıfına ve sola karşı, sırasında bir havuç, sırasında bir sopa olarak kullandığı ve her zaman elinin altında tutması gereken dinden tümüyle vazgeçemeyeceği için, soruna ancak çarpık, baskıcı, topal yöntemlerle “çözüm” getirmeye çalışmaktadır.
Sözgelimi bir yandan türbanı serbest bırakıp, diğer yandan laiklik ilkesiyle hiçbir surette bağdaşmayan ve mevcut eğitim sistemine paralel, resmi bir dinsel eğitim sistemi olan imam-hatip liselerini kapatmayı göze alamamaktadır. Bunun yerine sorunu hiçbir şekilde çözmeyen tedbirler ileri sürmekte, bu liselerin sayısının “ülkenin imam ve hatip ihtiyacına uygun olarak azaltılmasını” savunmaktadır. Bunun sebebi, burjuvazinin devletin dinden elini tümüyle çekmesini savunacak niyetinin ve cesaretinin olmamasıdır. Burada kaşla göz arasında gargaraya getirilen, sorunun imam-hatip liselerinin sayısının azaltılması ya da çoğaltılması olmayıp, devletin din görevlisi yetiştirme işini üstlenmiş olmasıdır. Devlet-i âlimiz, Kemalistlerin iddia ettiği gibi laik olsaydı, dine –eğitimi de dahil olmak üzere– hiçbir şekilde karışmaması gerekirdi. Din, bugün Alevilerin ve diğer azınlık dinlerinin durumunda olduğu gibi gerçekte tümüyle cemaatlerin kendi alanına terk edilmelidir. Cemaatler ibadet, din eğitimi ve din görevlisi gibi ihtiyaçlarını tümüyle kendi olanakları ve girişimleriyle karşılamalıdırlar. Ama laiklikte şampiyonluğu kimseye bırakmayan Kemalistlerimiz buna zinhar olmaz demektedirler.
Oysa bir yandan türbanın serbest bırakılması ve din eğitiminin resmi alan dışında cemaatlerce yapılmasının önündeki engellerin kaldırılması, diğer yandan da imam-hatiplerin kapatılıp, ilk ve orta öğretimdeki zorunlu din derslerinin kaldırılması, hem din eğitiminin devlet alanı dışına çıkmasını sağlar, hem de çocuklarına din eğitimi aldırmak ya da kız çocuklarını okula türbanla gönderebilmek isteyen kesimlerin sorununu çözerdi. Aynı şekilde burjuvazinin devleti, 80 bine yakın memuru ve trilyonlarla ölçülen bütçesiyle Türkiye’deki birçok bakanlıktan daha büyük bir kurum olan Diyanetin lağvedilmesine ya da kimlik belgelerinden din hanesinin çıkarılmasına da yanaşmamaktadır.
Sorunun bir başka boyutu da, Türkiye’de, takınılan tüm laiklik pozlarına rağmen, devletin gerçekte resmi bir dininin ve hatta mezhebinin olmasıdır. Anlı şanlı “laik” TC, gerçekte bir devlet olarak Müslüman ve Sünnidir. Diyanet de, imam-hatip liselerinde verilen eğitim de, lise ve ilköğretimde verilen zorunlu din dersleri de, hepsi Sünni İslam esaslarına dayanmaktadır. Bu da devletin dinsel açıdan nereye dayandığını ve ne tercih yaptığını göstermektedir.
Aslında her ikisi de özünde gerici olan burjuva kamplar, açıkça görüldüğü gibi, devlet ve dinin birbirinden ayrışmasını istememektedirler. İşin özü bu olduğu için, bunlar arasındaki mücadele de esasen, birinin devletin dinin içine daha fazla sızması için, diğerinin ise dinin devlet içine daha fazla sızması için verdiği mücadele anlamına gelmektedir. İşçi sınıfının devrimci perspektifi ise din ve devletin gerçek anlamda birbirinden ayrılması ve bunun bir parçası olarak din ve vicdan özgürlüğünün, ait olduğu sivil alanda sağlanmasıdır.
Ne özgürlükçü pozlar takınan hükümet, ne de laikliğin bekçisi pozunu takınan Kemalist güruh, laiklik ve din sorununda böyle bir çözüm istiyorlar. Her iki taraf da devletin bir şekilde dinin içinde olmasından yana. Birisi için bu, devlet olanaklarının din için kullanılması bakımından önem taşırken, diğeri için dinin devlet eliyle kontrol altında tutulması, yönlendirilmesi ve her zaman gerici maksatlar için kullanıma hazır bir silah olarak el altında tutulması bakımından önem taşımaktadır.
Üniversite sınavı ve katsayı sorunu
Konunun somut ve güncel olarak gelip düğümlendiği nokta olan üniversite sınavı ve katsayı sorununda da, solun reformist kesimlerinin, sözüm ona İslamcı gericiliğe karşı bir önlem olabileceği düşüncesiyle eşitsiz katsayı sisteminden yana olabildikleri ve bu temelde Meclisten geçen yeni yasaya şiddetle karşı çıktıkları görülmektedir. Oysa bu konudaki yeni yasal düzenlemenin, yoksul emekçi çocukları için mevcut durumu daha da kötüleştiren özel hiçbir yanı bulunmamaktadır. Hatta aksine, bir eşitsizlik kısmen de olsa giderilmektedir. Bu yasayla, öğrencilerinin neredeyse tamamını yoksul emekçi çocuklarının oluşturduğu meslek liselerinin sınavdaki dezavantajı kısmen de olsa düzeltilmektedir. Tam da bu nedenle bu liselerde okuyan öğrenciler yeni yasaya haklı olarak sempatiyle bakıyorlar.
Oysa, örneğin tartışmanın taraflarından biri olan Eğitim-Sen’in temsilcileri, çeşitli tartışma platformlarında meslek liseleri aleyhine eşitsizliği açıkça savunabilmektedirler. Eğitim-Sen sadece meslek liselilerin ilgili mühendislik dallarını tercih etmeleri durumunda bir katsayı dezavantajına maruz kalmamalarını talep etmekte, bunun dışında genel olarak katsayı eşitsizliğine ve ortaöğretim başarı puanı uygulamasına karşı çıkmamaktadır.
Öğrencilerin üniversite sınavına zaten eşitsiz bir hazırlık ve arka planla girdikleri gerçeğini bir an için bir kenara bırakacak olsak bile, hiç olmazsa kötünün iyisi biçimsel bir eşitliği sağlamak adına, her türden katsayı uygulamasına ve ortaöğretim başarı puanı denen kaba rezilliğe toptan karşı çıkmak gerekirdi. Zira bu ortaöğretim başarı puanı uygulaması, gayet iyi bilindiği gibi, öğrencinin sınavda gerçek bilgi ve becerisinin ölçülmesinden tümüyle farklı bir şeydir. Burada sözüm ona öğrencinin okul sürecindeki performansı dikkate alınmaktadır. Gerçekte bu tümüyle öğrencileri mevcut rezil okul sisteminin cenderesine hapsetmek ve terbiye etmek için bir silahtır. “Akıllı uslu” olmayan, okuldaki derslerinde iyi notlar almayan, hele hele “zararlı fikirlere” kapılıp sıkıcı okul düzenine uyum sağlamak istemeyen, ama bilgisi ve kavrayışı pekâlâ yeterli olabilen birçok öğrenci böylece cezalandırılmakta ve hizaya sokulmaya çalışılmaktadır.
Eğitim-Sen temsilcilerinin arkasında durduğu ortaöğretim başarı puanlaması ve eşitsiz katsayı uygulamasını, sözüm ona ilerici geçinen cüppeli Kemalistler daha galiz bir üslupla savunmaktadırlar. Bunlar bin dereden su getirerek, meslek liselilerin üniversite okumaya haklarının olmadığı düşüncesini işliyorlar. Utanmadan, devletin meslek liselerine normal liselerden “daha fazla yatırım” yaptığını, “bir meslek liselinin maliyetinin bir normal liseliden üç kat fazla” olduğunu ve bu nedenle meslek liselilerin normal liselilerin “haklarını çiğneyip eşitsizlik yarattıklarını” savunuyorlar. “Başlangıçta meslek lisesini seçmeselermiş efendim!” diyorlar. Sanki daha çocukken yapılmış olan bu tercihler özgürce ve bilinçlice yapılıyormuş gibi! Ama bu kaba, aşağılayıcı ve yavuz hırsız tavrı bile ilgili reformist sol kesimlerin aklını başına getirmeye yetemiyor. Akademisyen kılığındaki Kemalist cüppelilerin “cumhuriyet elden gidiyor” yaygarasıyla yaptıkları eylemlere kimi sol çevrelerin şevkli katılımı bu açıdan özellikle dikkate değer.
Sonuç
Gerçekte katsayıyla ilgili hangi düzenleme yapılırsa yapılsın, eğitim sistemindeki mevcut gerçek sınıfsal eşitsizliğin ortadan kaldırılamayacağı aşikârdır. Eşitsizliğin temeli toplumsal sınıflar arasındaki eşitsizliktir. Burjuva toplumunun egemen sınıfı olan burjuvazinin çocuklarının önüne konan eğitim olanakları ile emekçi çocuklarının önüne konan olanakların bu düzen devam ettikçe asla eşit olamayacağı besbellidir. Bu nedenle temel sorun elbette bu düzenin alaşağı edilmesi ve emekçi çocukları için yepyeni bir eğitim anlayışının filizleneceği yeni toplumun yolunun açılmasıdır.
Ancak buraya, somut mücadelelerin okulundan geçilerek varılacaktır ve eğitim alanı da bu mücadelede bir cephedir. Bu nedenle bizler başka alanlarda olduğu gibi eğitim alanında da, nihai perspektifimizin bağlamından asla kopmaksızın, eşitsizliklerin giderilmesi yönünde işçi sınıfının somut, güncel, ilerletici taleplerini ileri süreriz.
Bizler çocukların insanı, doğayı ve toplumu daha iyi anlayıp öğrenmelerini ve değiştirmelerini sağlayacak, onları hem bedenen hem zihnen geliştirecek gerçek bir bilimsel eğitimden yanayız. Bu bilimsel eğitim, adına yaraşır bir biçimde, çocukların kafalarını esir alan dinsel hurafeleri olduğu kadar, milliyetçi Kemalist hurafeleri de içeren her türlü burjuva ideolojik etkiden uzak bir eğitim olmalıdır. Öte yandan bu eğitim, yine doğası gereği, bir bütün olarak yaşamın diğer alanlarından ve özellikle de onun temeli olan yararlı insan çalışmasından, yani üretimden kopuk olamaz. Onun için eğitim bu çerçevede tüm yaşamı kucaklayan, yararlı üretici faaliyetle iç içe, insanın yaratıcı potansiyellerinin azami ölçüde açığa çıkmasına olanak verecek şekilde çok yönlü, canlı bir etkinlik olmalıdır. İşte bu çerçeveyi akılda tutarak biz Marksistler, bir yandan tüm toplum için parasız, eşit, bilimsel ve anadilde eğitimi savunurken, diğer yandan bu eğitimin mümkün olduğu ölçüde üretimle birleştirilmesini ileri süreriz.
link: Deniz Moralı, YÖK Tasarısı ve İmam-Hatip Tartışması, 19 Mayıs 2004, https://marksist.net/node/205
’68 Salt Bir Öğrenci Hareketi miydi?
İsa’nın Çilesi