Kimisine göre içinden deniz geçen tek şehirdir İstanbul. Kimisine göre taşı toprağı altındır. Kimisi eğlenirken sabahlara dek ışıltılı gece kulüplerinde İstanbul’un, kimisi hastanelerinde kuyruk beklemektedir aynı saatlerinde günün. Kimi boğaza nazır evlerinde tüm güzelliklerinin tadına varırken, kimisi başını sokacak bir ev bulamadığı için sorar 20 milyonluk devasa kente: “Sana bir ben mi fazla geldim İstanbul?” İki ayrı sınıfın insanları için iki ayrı İstanbul var. Dünyanın en güzel şehirleri arasında gösterilir İstanbul. Burjuvazi için gerçekten muazzam güzelliklerle doludur, dipdiridir bu yedi tepeli şehir.
Burjuvazi İstanbul’un güzelliklerini işçi sınıfıyla paylaşmak niyetinde olmadığını defalarca ortaya koydu. Gecekondu mahallelerini yıkarak, işçilerin yaşadığı ve çalıştığı yerlere altyapı yatırımı yapmayarak, fabrikalarının zehrini havaya, suya, toprağa yayarak, ev kiralarını astronomik rakamlara ulaştırarak ve daha bin bir türlü yöntemle İstanbul’un işçi ve emekçileri için yaşamı tam bir işkenceye çevirdi. Adı ister “Üç İstanbul” olsun ister “Kentsel Dönüşüm” olsun, burjuvazi için daha fazla kâr, İstanbullu işçi ve emekçiler için ise daha fazla zulüm anlamına gelen projelerin ardı arkası kesilmiyor. Bu projelerin hayata geçirilebilmesi için burjuvazi yoğun bir çaba harcarken en büyük destek Avrupa Birliği’nden geldi. İstanbul, 2010 yılının Avrupa Kültür Başkenti seçildi.
Bu proje ilk defa 1985 yılında Yunanistan Kültür Bakanı Melina Mercouri tarafından, Avrupa’nın “küçük ve ekonomik açıdan kalkınması istenen kentleri” hedeflenerek ortaya atılmıştı. 2000 yılından itibaren Avrupa Birliği tarafından periyodik olarak her yıl belirlenen kent veya kentlere “Kültür Başkentliği” unvanı verilerek projelerin finanse edilmesi karara bağlanmıştı. Gerçekten de Avrupa Kültür Başkenti seçilen Selanik, Glasgow, Lille gibi kentlerde burjuvazinin özlemini çektiği pek çok değişim yaşanmıştı. Şimdi sırada İstanbul var.
Hükümetin ve bazı sivil toplum örgütlerinin girişimi sonucu Avrupa Kültür Başkenti adayı olan İstanbul, bu unvanı alabilmek için Ukrayna’nın başkenti Kiev’le yarıştı. “4 Elementin Kenti” gibi mistik isimler verilen dosyalar Avrupa Birliği’ne sunuldu. Unvan netleşir netleşmez projeye kaynak sağlamak için 1 Temmuz 2008’den itibaren geçerli olmak üzere benzin ve motorinde ÖTV artışını öngören kararnameler çıkarıldı. 2010’a kadar 31 bin avro, 2010’da ise tam 65 bin avro harcanarak tüm hazırlıklar tamamlanacak. İstanbulluları bu projenin bir parçası haline getirmek için, projenin “kentin tüm sosyal sorunlarının tespiti ve çözümlenmesi” fırsatı yaratacağı masalları anlatılıyor. Kentlilik bilinci gelişecekmiş, projenin kültürel ve sosyo-ekonomik etkileri her derde deva olacakmış vb.! Yine de burjuvazi kendi kendini ele vermeden yapamıyor. Tıpkı avının üstüne atlarken ağzının akan suyunu ve keskin dişlerini gizleyemeyen bir yırtıcı hayvan gibi. 2010 yılının sonuna kadar Avrupa Birliği’nden İstanbul ve diğer iki “kültür başkentine” akacak para tam bir milyon avro. Anlaşılan o ki egemenler kaz gelecek yerden tavuk esirgememe geleneklerini dipdiri yaşatıyorlar.
“Kültür Başkenti” olmaktan kimler nasiplenmeyecek ki? Turizmin patronları 2010 yılında on milyonun üstünde turist bekliyorlar. Bu turistler sırtı çantalı olanlardan değil, çok kazanç getiren eğitimli ve yüksek gelirli “elit” insanlardan olacakmış. Buna bağlı olarak organizasyon ve yemek şirketleri, otel ve restoranlar, konferans salonları, kültür merkezleri ve buraları inşa eden şirketler de ihya olacakmış. Hediyelik eşya dükkânları dolup dolup taşarken kadın emeğini de değerlendireceklermiş. Matbaa, reklâm ve ulaşım gibi sektörler büyük bir canlanma içine girerken, artan talebi karşılamak için gençlere yeni istihdam alanları yaratacaklarmış. Gerçi gençlerin bu projedeki istihdamı geçici bir nitelik taşıyacak ve daha çok projenin gönüllü çalışanları olmaya teşvik edileceklermiş ama olsun. Deneyim deneyimdir. Proje kapsamında yeniden yapılanması düşünülen İstanbul, gecekonduların, çarpık kentleşmenin çirkin görüntülerinden yani işçi semtlerinden arındırılacak, her köşesi üç imparatorluğun kültürünü yansıtan müzelerle, tiyatro salonlarıyla dolup dolup taşacakmış. Kültür başkenti olmanın genelde Türkiyeli, özelde İstanbullu patronlar için faydaları saymakla bitmez. Açılsın yeni pazarlar, gelsin avrolar.
Peki, işçi sınıfı için, İstanbullu işçi ve emekçiler için bu proje ne anlama geliyor? Bu projeden önce yaşamı fazlasıyla çileli olan İstanbullu işçileri 2010’a kadar ve ondan sonra neler bekliyor? Bunu anlamak için kâhin olmak gerekmez. Habitat-2 toplantısının ve Formula-1 yarışlarının Türkiye’de düzenlenmesinin İstanbul işçi ve emekçileri için ne anlama geldiği unutulabilir mi? Yıkılan gecekonduların ardından bakan evsiz insanların yaşlı gözleri unutulabilir mi? Yolları, binaları, yarış pistlerini inşa etmelerine rağmen oralara girmesine izin verilmeyen insanlar işçiler değil miydi? İşe giderken kullandıkları yollar bile güya güvenlik nedeniyle kapatılarak İstanbul’un trafiğine misliyle kurban edilenler de işçilerdi. “Alt tabakalardan” insanların kent merkezlerine girişini polis terörüyle engelleyenlerin havada uçuşan copları bize gerçekleri anlatmıyor mu? Boğaz kıyısındaki saraylarda, yalılarda kutlamalar yapılırken her cinsten pisliğin içinde çalışanların, gün yüzü görmeden ter akıtanların kültürden haberi bile olmayacak. Kentsel Dönüşüm Projesi kapsamında evleri başlarına yıkılacak insanlara, 2010’a kadar İstanbul’u yeniden inşa edebilmek için günün her saatinde ve en kötü koşullarda çalışan insanlara şöyle bir bakmak bile kültür başkenti olmanın işçiler açısından nasıl bir “kültürel ve sosyo-ekonomik etki” yapacağını anlamaya yeter. Her milletten burjuvalar, konser salonlarını, müzeleri, spor tesislerini, eğlence merkezlerini doldururken, onlara hizmet yetiştirmeye ve onların fabrikalarında çalışmaya devam edecek olanlar yine işçiler olacak.
Bu manzaranın tersine döndüğü, patronların işçilerin öfkesinden kaçtığı, işçilerin yüz binlercesinin fabrikaları değil, alanları doldurduğu günler de yaşadı İstanbul. İstanbul asıl sahiplerinin omuz omuza mücadele yürüterek ona sahip çıktığı günler de gördü. İstanbul’un işçileri, bu kentin tüm meydanlarıyla onlara kucak açtığına tanık oldu. Böyle günler yaşandı. Bu İstanbul burjuvaların İstanbul’una benzemeyen, bambaşka bir ihtişamı olan işçi sınıfının İstanbul’udur.
20 milyonluk devasa nüfusunun yüzde yetmişi işçi olan, Türkiye’deki imalat işçilerinin yüzde altmış beşine kucak açan, adı bu toprakların gördüğü en şanlı direnişlerle, grevlerle anılan bir kent, 15-16 Haziran’ın, ‘77 1 Mayısının mekânı olan bir kent, burjuvalara terk edilebilir mi? İstanbul burjuva kültürünün başkenti değil, Türkiye işçi sınıfının kalbinin attığı yerdir. Mücadelemizin başkentidir. Kavel destanını yaratanlar bu destana son noktayı koymadılar. 15-16 Haziran ruhu daha yok olmadı. Yaşanan en görkemli 1 Mayıs, 1977 1 Mayısı olarak kalmayacak. Gelecek günler Türkiye işçi sınıfının yüreğinde, İstanbul’da kopacak fırtınaların görkemiyle gelecek. Yaralarını sarması için yiğit işçilerini bekle İstanbul. Bekle zafer şarkılarıyla geçişimizi. Devrimci işçi sınıfının solukları hızlanıyor, kalbi kavga için atıyor. Ey İstanbul, ey kavgamızın şehri, ey attığımız yeni tohumların boy verdiği toprak! Şan olsun doğacak kızıl şafaklarına! Selam olsun zafer şarkılarıyla devrime yürüyecek işçi sınıfına!
link: Ezgi Şanlı, Kavgamızın Şehri İstanbul, Ekim 2008, https://marksist.net/node/1914
Cezaevlerinde Çıplak Arama Dayatması
DİSK Tarihi ve Militan Sınıf Sendikacılığı /4