Venezuela’nın aylardır kilitlendiği ve son dönemde ülkedeki tansiyonu giderek yükselten anayasa referandumu 2 Aralıkta gerçekleşti. Söz konusu referandumun konusu, 1999 Anayasasında değişiklikler yapılmasını öngören 69 maddelik reform paketinin oylanmasıydı. Venezuela’nın ABD’deki büyükelçiliği tarafından kaleme alınan bir tanıtım metninde, anayasa reformunun amacı şöyle açıklanıyordu: “Başkan Chavez 15 Ağustos 2007’de 1999 Anayasasında bazı iyileştirmeler yapılmasını önerdi. 350 maddeden yalnız küçük bir bölümünü değiştirecek olan reformun amacı, ülke kaynaklarını hızla yoksulların yararına tekrar dağıtmak ve yurttaşların demokratik sürece dolaysız katılımını sağlamak. Aynı zamanda, amaç Venezüella’da barış ve demokrasi içinde «21. Yüzyılın Sosyalizmi» diye bilinen yeni bir kalkınma modeli geliştirmek. Bu model katılımcı demokrasi, karma ekonomi, ülkenin sosyal gereksinimlerini karşılama ve çok kutuplu bir dünya içeriyor.” (abç)
Ağırlıklı olarak Chavez’in önerileri doğrultusunda hazırlanan bu reform paketi, nihayetinde %49,2 evet oyuna karşı %50,7 hayır oyuyla reddedildi. Karşı-devrimci burjuva kamp kadar Chavez kuyrukçusu sosyalistlerin de “sosyalizm oylaması” olarak lanse ettikleri söz konusu referandumun kaybedilmesi, dokuz yıldır alınan ilk yenilgi olarak Chavez cephesinde şok etkisi yarattı. Bunun burjuva cephedeki karşılığı ise tam bir bayram havasıydı. Dünyanın dört bir yanında burjuva medya referandum sonucunu, “Venezuela’da halk sosyalizme hayır dedi” türünden spotlarla “flaş”ladı.
Chavez ve avenesi nerede hata yaptıklarını düşünedursunlar, gelinen nokta, Venezuela’da dokuz yıldır yaşanan sürecin ciddiyetle değerlendirilmesinin komünistler açısından ne kadar elzem olduğunu bir kez daha göstermiştir. Aksi takdirde, sosyalist hareket, burjuva reformizmine yeşil ışık yakarak ve Chavez’in kuyruğuna takılarak, kaçınılmaz “kader”in temel sorumlularından biri olacak ve kimilerinin şimdi yaşadıkları şok, ilerde yaşanacakların yanında ehemmiyetsiz kalacaktır. Sosyalist saflarda sergilenen sorumsuzluk, işçi ve emekçiler cephesinde sosyalizme güvensizlik ve karamsarlık doğuracağı gibi, olası bir karşı-devrimin emekçi kitle hareketini bütünüyle ezmesine de yol açabilir. Nitekim dokuz yıldır oynanan “Bolivarcı devrim” parodisinin Venezuelalı emekçilerde şimdiden bu tür bir karamsarlık dalgası yarattığı, referandum vesilesiyle açıkça gözler önüne serilmiştir. Anayasa referandumuna katılım oranının %56’yla sınırlı kalması, Chavezci “devrim”e duyulmaya başlanan güvensizliğin ve beklemenin getirdiği bıkkınlığın tipik göstergelerinden biridir.
Sosyalizme kararnamelerle geçileceğini, devrimin referandumları ve seçimleri kazanmak, devrimciliğinse ateşli konuşmalar yapmak olduğunu düşünenlerin tersine, Venezuela’da yaşananlar, bu ülkede gerçekte bir devrim olmadığını fazlasıyla kanıtlamaktadır. Bunun da ötesinde, 2002’de ortaya çıkan devrimci durumun reformist politikalarla çoktan tavsatılıp sönümlendirilmiş olduğu açığa çıkmıştır.
Referandum sonuçlarına bakıldığında, dikkat çekici en temel nokta, evet ya da hayır oylarının oranlarından ziyade, devrim yaşandığı ve sosyalizme geçileceği iddia edilen bir ülkede halkın %44’ünün kilit önem atfedilen bu oylamaya katılmamış olmasıdır. Bir yıl önce gerçekleştirilen başkanlık seçimlerine kıyasla muhalefet cephesinin oyları 200 bin artarken, Chavezci cephe 3 milyon oy kaybetmiştir. “Yine de Venezuela halkının yarısı Chavez’e destek verdi” şeklindeki çarpıtmalarsa en hafifinden züğürt tesellisi, gerçekteyse tam bir kandırmacadır. Zira katılım oranı hesaba katıldığında, bu referandumda Venezuelalı seçmenlerin sadece %27’si evet demiştir. Bu da 4 milyon 379 bin oya karşılık gelmektedir. Üstelik Chavez’in yaklaşık bir yıl önce kurdurduğu Venezuela Birleşik Sosyalist Partisinin (PSUV) üye sayısı 5,5 milyona ulaşmışken!
Seçimlere bel bağlayarak sosyalizm ve devrim düşü gören reformistlerin mantığıyla hareket edecek olursak, referandumda evet demeyip çekimser kalan 1 milyondan fazla PSUV üyesi “sosyalist”, devrime ihanet edip karşı-devrime hizmet etmişlerdir! Ancak gerçeklik, Venezuela’da, kuyrukçuların skolastik mantığıyla açıklanamayacak kadar diyalektik bir sürecin yaşandığına işaret etmektedir. PSUV’u devrimin partisi olarak yücelten, Chavez’in reformlarını sosyalizme doğru atılan devrimci adımlar olarak değerlendiren ve bunların uzantısı olarak son referandumu sosyalizm oylamasıymış gibi görüp gösteren kuyrukçu reformistlere en büyük yanıtı da yine emekçi kitleler vermişlerdir.
“Kitleler Chavez’i destekliyorlar” gerekçesiyle yapılan Chavez kuyrukçuluğunun en tipik örneğini belki de, IMT’nin (International Marxist Tendency – Uluslararası Marksist Eğilim) tavrı oluşturmaktadır. Venezuela’da tümüyle Chavez’e uyarlanarak PSUV’a katılan IMT’ye göre, Chavez’i desteklemek devrimi desteklemek, onun karşısında olmaksa devrimin karşısında olmak demektir. IMT’nin görüşlerini dile getiren Alan Woods, yaptığı değerlendirmelerle son referandumda da aynı tutumun sürdürüldüğünü kanıtlamıştır. Woods, referandumda halk kitlelerinin Chavez’i kesin olarak destekleyeceklerinden o kadar emindir ki, aksini düşünenleri alaylı bir dille küçümsemektedir: “Aralık referandumunda «hayır» oyu mu vereceksin «evet» oyu mu? Bu sorunun altı yaşında bir çocuğun kolayca yanıtlayacağı bir soru olduğunu düşünüyorum. Ama bazı profesörlerin soruları yanıtlarken altı yaşındaki çocuklar kadar iyi olmadıkları görülüyor. İşte birincisiyle doğrudan ilişkili bir başka basit soru: Baduel’den yana mısın Chavez’den yana mı?” (Heinz Dieterich Anayasa Referandumunda Nerede Duruyor?, marxist.com)
Burada bir parantez açıp kısa bir açıklama yapalım. Heinz Dieterich, yani “21. yüzyıl sosyalizmi”nin mucidi ve bunu Chavez’in diline dolayan zat, “sosyalizm”, “işçi denetimi”, “devletleştirme” lafları fazla edilir olunca, “bu kadar hızlı gitmek karşı-devrim cephesini azdırır” türünden itirazlarla Chavez’i aklıselime davet eder olmuştu. Aslında Dieterich “21. yüzyıl sosyalizmi”yle hiçbir zaman, devlet destekli bir kalkınma modelinden fazlasını kastetmemişti. Ama reformist profesörlerin ağzından saçılan sosyalizm lafları bile, kimi “Marksistleri” Venezuela’nın sosyalizme gidiyor olduğuna inandırmaya yetmişti.
Keza son aylarda Dieterich gibi Baduel (Chavez’in Temmuz ayında görevinden istifa eden Savunma Bakanı) de, “devletleştirme”, “işçi denetimi” gibi kavramların sıkça kullanılır hale gelmesinden son derece rahatsızdı ve bu nedenle de Chavez karşıtı saflara geçmişti. Chavez’in 1980’lerden beri en yakın dava arkadaşlarından biri olan Baduel’in saf değiştirmesi ve “Venezuela ordu mensuplarının analiz etme ve düşünme yetenekleri küçümsenmemelidir” türü ifadelerle üstü örtük darbe tehditlerinde bulunması, burjuvazi ve bürokrasi cephesinde kapalı kapılar ardında pek çok plan yapıldığının da önemli bir göstergesiydi. Bu planların ne aşamada olduğunuysa kuşkusuz zaman gösterecek. Ancak, Baduel gibi Bolivarcı bir generalin, Chavez’in şu ya da bu yöntemle saf dışı bırakılmasının ardından iktidar koltuğuna oturtulması, Latin Amerika gibi darbeler cenneti bir kıtada, hiç de gözardı edilemeyecek bir olasılık olarak canlılığını korumaktadır.
Konumuza dönecek olursak, A. Woods’un satırlarında dile gelen kaba mantığın geçersizliğini görmek için fazla beklemek gerekmemiştir. Söz konusu satırların kaleme alınmasından birkaç gün sonra gerçekleşen anayasa referandumunun sonuçları, bunun için yeterli olmuştur. Daha önce Chavez’e oy veren 3 milyon emekçi bu referanduma katılmayarak evet/hayır kalıbını benimsemediklerini göstermişlerdir. Bu nedenledir ki, referandum öncesinde güllük gülistanlık bir Venezuela tablosu çizen IMT, referandumun ardından, Venezuela’da “çoğunluğun hâlâ yoksulluk içinde yaşadığını”, “evsizlik sorununun devam ettiğini”, “emekçilerin daha az laf, daha fazla icraat istediklerini” dile getirmek zorunda kalmıştır.
Sosyalist hareketin önemli bir kesiminin, referandum yenilgisini değerlendirirken, burjuva propagandanın gücünü öne çıkardığını ve yenilgiyi Chavezcilerin değişiklik paketini halka yeterince anlatamamalarına bağladığını görüyoruz. Her şeyden önce şunu belirtelim ki, gerçekten de Venezuela burjuvazisi, başta ABD olmak üzere uluslararası sermayeden her türlü maddi-manevi destek alarak, büyük bir karşı propaganda kampanyası yürütmüştür. Burjuvazinin medyayı, kiliseyi ve ekonomik gücü kullanarak yürüttüğü bu kampanyanın temel iskeletini ise, “referandumda evet çıkarsa sosyalizme geçilecek ve devlet ikinci evinizi, arabanızı, dükkânınızı, çocuklarınızı elinizden alacak, dini yasaklayacak” gibi en bayağısından anti-komünist yalanlar oluşturmuştur.
Ancak bize göre, geniş emekçi kitlelerin çekimserliğini, burjuva propagandanın gücüne ya da Chavezcilerin bu propagandanın etkisini kırmaktaki yetersizliklerine bağlamak hiç de doğru değildir. Şunu da belirtmek gerekir ki, bunu iddia eden sosyalist kesimler açısından, dokuz yıldır “devrim” yaşandığı söylenen bir ülkede burjuvazinin bu sığ yalanlarının emekçi kitleleri nasıl böylesine etkilediği de açıklanmaya muhtaçtır. Hele de, milyonlarca üyesi olan bir parti yaratan, televizyon ve radyolarda onlarca saat aralıksız konuşma rekorları kıran bir başkana sahip olan, devlet iktidarının tüm avantajlarını elinde bulunduran bir Chavezci hareket varken.
Bolivarcı cephe içinde alabildiğine sağa kayan bir diğer kesim, yenilgiyi, Chavez’in fazla aceleci davranmasıyla, reform sürecini hızlandırarak muhalefete kendisine saldırıda bulunma fırsatı sunmasıyla ilişkilendirmeye çalışmaktadır. Bu kesim, Chavez’in resmi yayın organı gibi çalışan venezuelanalysis.com sitesinin yöneticisi Greg Wilpert’den Heinz Dieterich’e kadar geniş bir yelpazeyi kapsamaktadır. Söz konusu reformist kesim, öz olarak, “daha dokuz yıl oldu, bu acele niye” demeye getirmektedir.
Buna karşılık, Chavez’in kuyruğuna takılıp onu sola çekmeye çalışan Marksizm kisveli reformistlerse, sorunu, devrimin “çok yüce gönüllü, çok toleranslı, çok sabırlı, çok nazik” olmasında görmektedirler. Oysa asıl sorun, ne burjuvazinin gücünde, ne fazla ileri gidilmesinde, ne de devrimin sabırlı, toleranslı ve nazik olmasındadır. Temel sorun bunun bir devrim olmamasından kaynaklanmaktadır. Her şeyden önce şunu bilmek gerekir ki, tarihte yaşanan hiçbir devrim sabırlı olmamıştır, olamaz. Aksine devrimci önderlikler, pek çok devrimde, ateşli ve plansız çıkışlarla, erken ayaklanma girişimleriyle boğuşmak zorunda kalmışlardır. 1917 Rusya’sında yaşanan Temmuz Günleri bunun en tipik örneğidir.
Ancak bu gerçeği gayet iyi bildikleri halde işlerine öyle geldiği için ona gözlerini kapatmayı tercih edenler, suçu Bolivarcı bürokrasiye yüklemektedirler. Eğer Chavez bunlardan bir kurtulabilse, “Marksistleri” daha fazla dinlese, sosyalist devrim tamamlanacaktır! Onlara göre, bir yanda sosyalizm yolunda ilerleyen devrimci Chavez bulunmaktadır, diğer yanda onun altını oymak isteyen, sosyalizme geçilmesini baltalamak için çalışan reformist bürokratlar:
“Bürokratlar ciddi bir kitlesel kampanya örgütlemek için tümüyle yetersiz olduklarını bir kez daha göstermişlerdir. Muhalefetin yalanlarına yanıt verememişlerdir. Anayasa reformunda işçi sınıfının çıkarına olacak –36 saatlik iş haftası gibi– pek çok noktayı açıklamayı başaramamışlardır. Bu sosyalist önlemlere bizzat kendileri karşı çıkarken, bunu nasıl yapabilirlerdi ki?” (Alan Woods, Referandum yenildi – Bu ne anlama geliyor?, marxist.com)
Merak edenler için hemen belirtelim ki, sözü edilen “sosyalist önlemler”, 36 saatlik iş haftası, kendi hesabına çalışan küçük-burjuvazinin (nüfusun oldukça geniş bir bölümünü oluşturuyor) sosyal güvence kapsamına alınması, yerlilere tanınan kültürel hakların genişletilmesi, parasız eğitimin güvence altına alınması ve bolca “konsey” demagojisinden ibarettir. Chavez’in ve meclisin yetkilerini arttıran maddelerin yanında, bu düzenlemelerin referandum paketinin hiç de ağırlıklı bir kısmını oluşturmadığını da eklemek gerekir. “Konsey” demagojisi bir kenara bırakılacak olursa, bu düzenlemelerin işçi-emekçilerin çıkarına oluğu inkâr edilemez. Ancak bunlar son tahlilde reformlardan ibarettirler ve reformlardan “sosyalist önlemler” olarak bahsetmek reformizmin daniskasıdır.
Referandum neden yenilgiyle sonuçlandı?
Referandumun yenilgiyle sonuçlanmasının nedenlerini bulmak isteyenler her şeyden önce hayaller âleminden çıkıp Venezuela’nın somut gerçekler dünyasıyla yüzleşmek zorundadırlar. Dokuz yıldır “devrim” yaşandığı ve “sosyalist” önlemlerle “sosyalizme” yürüdüğü söylenen Venezuela’da, halkın %34’ü yoksulluk sınırının altında yaşamaya devam etmektedir. Ekonomide petrole endeksli büyüme rekorları kırılırken, enflasyon oranı resmi verilere göre %20, işsizlik oranıysa %9 civarındadır. Gerçek işsizlik oranının resmi açıklamaların çok üzerinde olduğu ise kimse açısından bir sır değildir. Bankaların en kârlı yıllarını yaşadıkları, zenginlerin daha da zenginleştiği, lüks otomobillerin satış rekorları kırdığı Venezuela’da, yoksul işçi ve emekçilerin en temel problemlerinden biri olan konut sorunu hâlâ çözülememiştir. Nüfusun aş ve iş umuduyla aktığı başkent Caracas’ın etrafı, tepeleri kaplayan sefil durumdaki gecekondularla çevrilmiş durumdadır.
Burjuvazi, son aylarda, temel besin maddeleri üzerinde uygulanmak istenen fiyat sınırlamasını kaldırtmak ve halkı yılgınlığa sürükleyerek Chavez karşıtı cepheyi güçlendirmek için, yapay bir kıtlık yaratmıştır. Bu kıtlık nedeniyle halkın %75’i et, süt, şeker, yağ gibi en temel ihtiyaç maddelerine ulaşamamakta ya da bu maddeleri fahiş fiyatlarla temin etmeye zorlanmaktadır. Buna rağmen, bu sabotajı gerçekleştirenler esas olarak ekonomiye tümüyle hâkim olan birkaç tekelci sermaye grubu oldukları halde, bunların kılına dokunulmamakta, en ufak bir mülksüzleştirme girişiminde bulunulmamaktadır. Tersine, referandum yenilgisinin ardından Chavezci hükümet, bir geri adım daha atarak, kıtlığı önlemek adına fiyat sınırlamalarını kaldırmayı tercih etmiştir. Durum böyleyken, emekçi nüfusun yarısından fazlasının, “yıllardır devrimden bahsediyoruz ama köklü olarak değişen hiçbir şey yok” düşüncesiyle hoşnutsuzluklarının derinleşmesinden ve bu nedenle de referandumda çekimser kalmalarından daha doğal bir şey olabilir mi?
Bütün bunların yanında, Chavez’in hayallerini süsleyen şeyin, kişisel diktatörlüğünün garantileneceği bir rejim inşa etmek olduğu da aşikârdır. Ancak Venezuelalı emekçiler, sosyalizm maskesi altında pazarlanmaya çalışılan bu kandırmacaya karınlarının tok olduğunu referandum sonuçlarıyla göstermişlerdir. İşçi ve emekçilerin hatırı sayılır bölümünün, kapitalizmin onları giderek daha çok sefalete ittiğini kavradıkları ölçüde, sosyalist düşüncelere sempatiyle yaklaştıkları bir gerçektir. Zaten Chavez de, Küba güzellemeleri eşliğinde sosyalizm maskesi takarak bu sempatiyi sömürmeye çalışmaktadır. Ne var ki “eşitlikler ve mutluluklar ülkesi” Küba güzellemeleri olsa olsa tuzu kuru küçük-burjuva sosyalistlerin ruhunu okşayabilir.
Peki, burjuva devlet aygıtının tümüyle parçalanarak siyasal iktidarın işçi konseylerinin eline geçtiği, tüm ekonominin bu konseyler aracılığıyla yönetildiği, yoksulluğun değil zenginliğin paylaşıldığı, demokratik temellere dayanan bir işçi devleti, Chavez’in kuyruğuna takılarak inşa edilebilir mi? Bu soruya devrimci Marksistlerin verdiği yanıt, hiç tereddütsüz hayırdır. Tersini düşünen reformistler, işçi ve emekçileri oyalamak, devrimci enerjilerini söndürerek yok etmek ve onları bir Bonapart’ın esiri haline getirmek dışında hiçbir şey yapmamakta, son tahlilde, kitlelerin proleter devrimci bir yola girmelerine engel olmak suretiyle devrimci davaya ihanet etmektedirler. Bugün devrimci Marksistlerin önünde duran yakıcı görev, Chavez’e yönelik ölümcül yanılsamaya bir son vermek ve kitlelere gerçek devrimci alternatifin yolunu göstermek için kararlı ve sabırlı bir çalışma yürütmektir. Aksi halde neler olacağını görmek için tarihteki sayısız örneğe bakmak yeterlidir.
Reform Paketi Neleri İçeriyordu?
2 Aralıkta iki bölüm halinde oylamaya sunulan reform paketi, Chavez’in önerdiği 33 madde ve Ulusal Meclis’in önerdiği 36 maddeden oluşan toplam 69 maddelik değişiklik önerilerini içeriyordu. Oylanan maddelerden burjuva muhalefet cephesinde en çok tartışılanı, başkanlık süresinin 6 yıldan 7 yıla çıkarılması ve başkanların iki dönemden fazla görev yapamama sınırlamasının kaldırılmasını öngören değişiklik önerisiydi. Chavez’in görev süresinin bir yıl uzamasının ve daha sonraki seçimlerde hiçbir sınırlama olmaksızın başkanlığa aday olmasının önünü açan bu madde, burjuva saflarda, Chavez’in diktatörlüğüne zemin hazırlamakla eleştirildi. En kanlı faşist diktatörlükleri iktidara getiren, Latin Amerika’nın her bir köşesini onlarca yıl boyunca askeri diktatörlüklerle yöneten ve her türlü melanetin başı olan ABD emperyalizminin ve büyük sermayenin “demokrasi” ve “diktatörlük” konusundaki ikiyüzlülüğü, uzun boylu söze gerek bıraktırmayacak kadar çıplaktır. Ancak Chavez’in oturduğu tahtı ömür boyu terk etmeme isteğini, sermayenin bu ikiyüzlülüğünü öne çıkararak gizlemek de komünistlerin işi olmamalıdır. Valilerin ve belediye başkanlarının ardı ardına işbaşına gelebilecekleri dönem sayısı sınırlanmışken ve bizzat Chavez “yerel caudillolar ortaya çıkabilir” diyerek bu sınırlamanın kaldırılmasına karşı çıkarken, benzer bir tehlikenin “baş caudillo” için düşünülmemesi çok manidardır.
Reform paketinde yer alan pek çok madde de yine Chavez’in yetkilerini arttırmaya dönüktü: “Yeni iktidar geometrisi” gibi kimsenin bir şey anlamadığı tuhaf kavramlarla, başkana, özel askeri bölgeler ve kalkınma bölgeleri ilan etme yetkisinin tanınması; meclisin onayını alarak yeni federal bölgeler, belediyeler, şehirler, eyaletler, deniz ve ada bölgeleri, komünal şehirler kurma ve bunların sınırlarını değiştirme hakkı verilmesi; hazinenin yönetiminde merkez bankasıyla birlikte başkanın da yetkili kılınması; başkanın birden fazla sayıda kişiyi başkan yardımcısı olarak atayabilmesi; silahlı kuvvetlerdeki subayların terfisiyle yetkilendirilmesi gibi.
Tartışmalı bir diğer konu ise, olağanüstü hal ilanını düzenleyen maddelerde yapılmak istenen değişikliklerdi. Ulusal Meclis’in talebiyle gündeme getirilen bu değişiklik önerileri, olağanüstü hal durumlarının maksimum 180 günle sınırlı olmasına son veriyor ve olağanüstü halin buna neden olan koşullar sürdükçe devam edebilmesini öngörüyor. Bunun yanı sıra, kişilerin 1999 Anayasasına göre olağanüstü hallerde mevcut olan bilgilenme haklarının ortadan kaldırılması da isteniyor.
1999 Anayasası fazla demokratik gelmiş olacak ki, daha önce yurttaşlara tanınmış olan çeşitli haklarda da daraltmalar öngörülüyor pakette. Örneğin, 1999 Anayasasına göre kayıtlı seçmenlerin %15’inin imzası olması halinde anayasal değişiklik önerisi verilebilirken, değişiklik paketinde bu oran %20’ye yükseltiliyor. Aynı şekilde anayasal reform önerisinde bulunabilme koşulu %15’ten %25’e, kurucu meclis talebinde bulunabilme koşulu ise %15’ten %30’a çıkarılıyor. Buna paralel olarak, mevcut durumda yurttaşlar kayıtlı seçmenlerin imzalarının %10’unu toplamaları halinde referandum talebinde bulunabildikleri halde, değişiklik önerisi bu oranı %20’ye yükseltiyor. Seçilmişlerin geri çağrılması (örneğin başkanın görevine son verilmesi) talebi için geçerli olan oransa %20’den %30’a çıkarılıyor. Ayrıca bu koşul yerine getirildiği takdirde, yapılacak oylamada en az %40 katılımın sağlanması zorunluluğu getiriliyor (mevcut anayasaya göre bu oran %25). Yasaların yürürlükten kaldırılması için gereken imzacı oranı ise kayıtlı seçmenlerin %5’inden %30’una yükseltiliyor.
Son derece muğlak kavramlar içeren pakette, yine son derece eklektik biçimde, “sosyalist ekonomi”, “sosyalist devlet”, “sosyalist demokrasi” gibi ifadeler de geçmekle birlikte, bu sosyalizmin ne mene bir şey olduğuna dair tek kelime edilmiyor. Kamu mülkiyeti, sosyal mülkiyet, kolektif mülkiyet, karma mülkiyet adı altında sözde “yeni mülkiyet biçimleri” de tanımlanıyor. Ancak özel mülkiyet korunmaya, kapitalist ekonomi işlemeye devam ediyor. Bunun adı da karma ekonomi oluyor. Öyle görünüyor ki, Chavezci literatürde, katılımın, seçimin vb. olması “sosyalist demokrasi”, sosyal hakların korunmasına önem veren devlet “sosyalist devlet”, kooperatifçilik ise “sosyalist ekonomi” anlamına geliyor.
Anayasal pakette bir de “halk iktidarı” diye bir şeyden bahsedilmekte ve “halk iktidarının” organları olarak işçi, öğrenci, kadın, çiftçi, balıkçı, yaşlı, sakat vb. konseyleri sıralanmaktadır. Oysa bu konseyler gerçekte işçi-emekçilerin özyönetim organları olarak değil, halkın burjuva devlete ve dolayısıyla başkana tam bağımlılığını sağlamak üzere oluşturulan bürokratik örgütlenmeler olarak şekillendirilmektedir.
Kimileri, bu konseyler karmaşası içinde sözü edilen işçi konseylerine dikkat çekerek, bunu işçi yönetimi ve sosyalizm yolunda ciddi bir kazanım olarak öne çıkarıyorlar. Oysa kâğıt üzerinde işçi konseylerinden söz edilmesi, hatta bunların tepeden buyruklarla hayata geçirilmesi, gerçek anlamda bir işçi yönetiminin kanıtı olarak asla ve asla sunulamaz. Sözde sosyalist Yugoslavya’dan Nasır Mısır’ına kadar pek çok ülkede bu tür oluşumlar yasal olarak tanımlanmış bürokratik oluşumlar olarak, sadece bir kandırmaca ve kimi durumlarda da işçiler arasındaki rekabeti arttırıp onları köleleştirmenin bir aracı olarak kullanılmışlardır. Tabandan gelen bir inisiyatifle oluşturulmayan ve demokratik bir içeriğe sahip olmayan, her şeyden önemlisi bir yönetim aygıtı olarak şekillenmeyen işçi konseylerinin, devrimci işçi konseyleriyle isim benzerliği dışında hiçbir benzerliği yoktur.
Paket, oy verme yaşının 18’den 16’ya indirilmesini de (Avusturya, Brezilya, Nikaragua’da olduğu gibi) öngörüyor. Pakette işçi ve emekçilerin çıkarına olarak yapılan değişiklik önerileri ise şunlar: Haftalık çalışma süresinin 44 saatten 36 saate indirilmesi; kendi hesabına çalışanların da sosyal güvenlik kapsamına alınması; yerlilerin ve Afrika kökenlilerin haklarının genişletilmesi; kamu eğitiminin üniversiteler de dahil parasız olması; üniversite yönetimlerinin seçiminde profesörlerin, öğrencilerin ve çalışanların eşit oy hakkına sahip olmaları.
Pakete bakıldığında, referandumun esas olarak Chavez’in ve Chavezci hükümetin yetkilerini alabildiğine arttırmak için tasarlandığı açıkça görülüyor. Reformistler ise, bugün de, paketin işçi ve emekçilerin çıkarına olan, ancak sayıları da oldukça sınırlı olan maddelerini öne çıkarıyorlar. Oysa, bu tür düzenlemelerin yapılması için hiç de anayasanın değişmesi gerekmiyordu. Chavez yanlısı partilerin egemenliğindeki Ulusal Meclis, bu maddeleri istediği an yasalaştırabilirdi. Ama belli ki, esas amacı Chavez’in başkanlık süresini uzatmak olan paketi cazip hale getirebilmek için, işçi ve emekçilere de birtakım kırıntılar verilme ihtiyacı hissedilmiş ve bu maddeler de paketin sosu olarak tasarlanmıştır. Kıta Avrupa’sındaki pek çok ülkede bu tür düzenlemelerin şu ya da bu ölçüde var olduğunu göz ardı ederek bunları “sosyalist düzenlemeler” olarak değerlendirmek, reformizmin sağa kayışta sınır tanımadığının tipik bir göstergesidir.
link: İlkay Meriç, Chavez’in Referandum Yenilgisi, Ocak 2008, https://marksist.net/node/1695
2008’e Girerken Türkiye
Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg