Daha önce çeşitli yazılarımızda da ele aldığımız gibi Latin Amerika kıtasında son birkaç yıldır zaman zaman devrimci durumlara varan bir hareketlilik yaşanıyor. 80’li yılların başından bu yana dünya ölçeğinde yaşanan azgın kapitalist saldırı dalgasının işçi ve emekçi kitlelerde yarattığı derin yenilgi psikolojisine ek olarak örgütsüzlüğün getirdiği çaresizlik hissi ve atalet, 2000’li yılların başından bu yana kıta ülkelerinin önemli bir bölümünde artan ölçüde kırılmaya başlamış bulunuyor.
Bilindiği üzere dünyanın her yerinde olduğu gibi Latin Amerika’da da emekçi kitleler, yıllarca sağcı ya da onlardan hiçbir farkı olmayan sosyal-demokrat partiler aracılığıyla uygulatılan en acımasız kapitalist politikalarla sefalete itildiler. İşçi ve emekçi kitleler açısından koyu bir sefaletle karakterize olan bu tabloyu tamamlayan diğer bir unsur ise burjuva siyaset arenasındaki çürümüşlük ve yolsuzluklardı. Bu manzara, zamanla yığınlar arasında muazzam bir hoşnutsuzluğu ve ardından bunun öfkeli bir tepkiye dönüşmesini beraberinde getirdi. Ekvador, Arjantin, Bolivya gibi ülkelerde bu öfke seli, işçi sınıfının damgasını bastığı ayaklanmalar sonucu mevcut burjuva hükümetlerin alaşağı edilmesinde somutlandı. Fakat güçlü bir proleter devrimci önderliğin bulunmaması, işçi sınıfının bu burjuva hükümetleri yenileriyle değiştirmekten öteye gidememesine ve böylece ortaya çıkan devrimci durumların bir bir pörsümesine yol açtı. Bu üç ülkede de kitle hareketi popülist ya da ulusal kalkınmacı burjuva sol önderlikler tarafından teslim alınarak sönümlendirildi. Diğer ülkelerde ise genel bir kitle yükselişi olmakla birlikte, tırmanan öfke sadece parlamenter düzlemde yansımasını buldu ve sonuç olarak pek çok Latin Amerika ülkesinde, aralarında çeşitli ton farklılıkları olsa da (ulusal kalkınmacı, reformist ya da popülist) burjuva sol önderlikler iktidara taşındı. Böylece, ortaya çıkan devrimci durumlar ya da yükselen kitle hareketi, bu burjuva önderlikler eliyle düzen içine kanalize edilerek sönümlendirildi.
Buna rağmen Latin Amerika durulmuş değil ve en ufak bir kıvılcım kitleleri ayağa kaldırmaya yetebiliyor. Bu ayağa kalkış, bazen eylem biçimleriyle ve yaratılan öz-örgütlülüklerle vs. doğrudan işçi sınıfının damgasını taşıyor (örneğin son olarak Oaxaca’da geniş ölçekli bir isyana dönüşen öğretmen grevinde olduğu gibi). Bazense seçimlere endeksli bir genel kitle hareketliliğiyle sınırlanıyor (yine Meksika’da geçtiğimiz Temmuzda gerçekleşen şaibeli seçimler dolayısıyla aylarca devam eden yığınsal protesto eylemleri gibi). Ama ne olursa olsun şurası çok açık ki, Latin Amerika muazzam bir devrimci dinamizme sahip işçi-emekçi sınıflarıyla ve ABD’nin hemen yanı başında bulunan dev bir kıta olma niteliğiyle dünya devrimi açısından çok önemli bir konuma sahip. Dünya kapitalist sisteminin önemli zayıf halkalarından biri olma özelliği taşıyan bu kıtada ortaya çıkacak devrimci durumların sürekli olarak heba edilmesi, sadece kıta açısından değil tüm dünya devrim sürecinin sekteye uğratılması açısından da ciddi sonuçlar doğurabilir. Bu nedenle Latin Amerika’daki gelişmelerin Marksist bir gözle değerlendirilmesi ve devrimci Marksist temellere dayanarak inşa edilecek proleter devrimci bir örgütlülüğün bilinçli müdahalesiyle işçi sınıfının burjuva önderliklerin çekim alanından kurtarılması, gerek kıta proletaryası gerekse dünya devrimi açısından büyük bir önem taşımaktadır.
Fakat bu yakıcı zorunluluğa rağmen, sosyalist hareketin ezici çoğunluğunu oluşturan kesimlerin kıta ölçeğinde de dünya genelinde de bu bakış açısından yoksun olduğunu görüyoruz. Sahte devrimci söylemle maskelenmiş bir popülizmin tuzağına kapılıp burjuva önderliklerin kuyruğundan sürüklenen sosyalist gruplar, emekçi kitlelerde de bu önderlikler hakkında ölümcül yanılsamalar doğuruyorlar. Bunun en abartılı örneğini Chavez konusunda yaşıyoruz. Ama o tek örnek değil. Latin Amerika ülkelerinde yaşanan olağan seçimler sonucu koltuğa oturan her solcu başkan, sosyalist solun aklını başından almaya yetiyor. “Sosyalizm” çığlıklarının eşlik ettiği sevinç fırtınaları belki kitleleri kısa süreliğine coşturuyor, ama burjuva sol önderlikler lehine yaratılan bu fırtına, devrimci durumları, yani potansiyel devrimleri de kum tepeleri altına gömüyor.
Venezuela sosyalizme mi gidiyor?
Son iki ay içerisinde gerçekleşen seçimler sonucunda Brezilya’da Lula’nın ve Venezuela’da Chavez’in devlet başkanlığının bir dönem daha uzaması, Ekvador’da solcu aday Correa’nın başkanlık koltuğuna oturması, Nikaragua’da ise Sandinist Daniel Ortega’nın 16 yıl aradan sonra tekrar devlet başkanlığına getirilmesi, Latin Amerika’nın yoksul emekçi kitleleri tarafından coşkuyla karşılandı. Ne var ki bu coşku dalgasına kapılıp kendini kaybedenler, gerçek bir devrimci önderlikten yoksun olup milliyetçi-popülist liderlerin peşine takılan kitlelerle sınırlı değildi. Devrimci-demokratından reformistine, Marksist geçinenine varıncaya dek dünya sosyalist solunun ezici bir çoğunluğu da bilinç bulanıklığı içinde bu sevinç fırtınasının girdabına kapılmış durumda.
Uzun süreden beridir Chavez’in reformlarını devrim olarak lanse edenler, onun oyların %63’ünü alarak başkanlık koltuğunda altı yıl daha kalmayı garantilemesini Venezuela’nın sosyalizme attığı büyük bir adım ve büyük bir zafer olarak alkışlamakta, bununla da yetinmeyip tüm Latin Amerika’nın sosyalizm rotasına girdiğinden dem vurmaktalar. Oysa gerçeklik ne yazık ki bundan oldukça uzaktır ve çeşitli renklerden burjuva sol önderliklerin etki alanları genişledikçe kitle hareketinin sosyalist devrimden sapma açısı her an biraz daha büyümektedir.
Aslına bakılırsa Chavez’in kurmayları arasından yükseldiği söylenen “dünya tarihinin ilk sanal devrimini yapıyoruz” şeklindeki ironik sözler “Bolivarcı devrim”i çok da güzel betimliyor. Ama sosyalist sol bu “sanal devrim” oyuncağını pek sevdi ve onu elinden bırakmak istemiyor:
“Devrimci Venezuela, sosyalist Küba’yla kol kola temsil ettiği anti-emperyalist, halkçı direncin adını sosyalist devrim olarak koymakta giderek daha cesur davranıyor. (…) Bizim halkımızın da paylaştığı dünya çapındaki bir yargıya göre bu düzeni değiştirmek, emperyalistlerle boy ölçüşmek, haksızlıklara son vermek hayaldir! Venezuela devrimi sosyalizm yönünde yol aldıkça, uzak yakın bütün ülkelerde yurtseverlerin, komünistlerin, ilericilerin bu boyun eğmişlik psikolojisini alt etmek için, ellerini güçlendirmektedir. Venezuela devrimini selamlamak, kendi devrimimizi hazırlamaktır.” (Komünist, 8 Aralık 2006)
Sola egemen olan kanı budur. Bizlerse Latin Amerika’daki yükselişin işçi ve emekçi kitlelerin ruh hallerinde yarattığı olumlu değişimin devrimci bir rotaya sokulmasının yolunun, Chavez gibilerin kuyruğuna takılmaktan geçemeyeceğini söylüyoruz. Chavez gibi ulusal kalkınmacı caudilloların reformlarını “devrim”, seçim başarılarını “sosyalizm yolunda atılmış büyük bir adım” olarak alkışlamak, “kendi devrimimizi hazırlamak” bir yana, onun altını oymaktadır:
“Bazı sosyalist çevreler Latin Amerika’daki süreçler üzerine bu değerlendirmelerimizi fazlasıyla aykırı bulabilirler. Hatta bazı siyasi kesimlerden, bizim gibi düşünenlere sekterlik veya aşırı-solculuk suçlamasının yöneltilmesi hiç de şaşırtıcı olmaz. Zira siyasal tutumlar arasındaki ayrımların keskinleşip netleşmesi, devrimci çalkantıların insanları sürüklediği yol ayrımlarında belli olur. İşçi devrimi açısından neyin ilerletici neyin geriletici olduğu da, nerede durduğunuza ve nereden baktığınıza bağlıdır. Unutmayalım ki burjuva sosyalizminin “devrim” dediği, devrimci proletarya açısından çoğunlukla reform niteliğindedir. Devrimci Marksizmin devrimin durdurulması olarak nitelediği taktikler, küçük-burjuva devrimciliğine devrimin şahikası olarak görünebilir. Oysa kapitalizmin tarihi içinde yaşanan sayısız örnekle kanıtlanan ve bugün de kimi Latin Amerika ülkelerindeki gelişmelerle bir kez daha gözler önüne serilen bir gerçek var. Emekçi kitleleri sol görünümlü Başkanların (ya da despotik yönetimlere kapıyı açan Başkanlık Sisteminin) etrafında kenetlemek amacıyla girişilen reformlar, çeşitli ihtiyaçlar içinde kıvranan yoksul kitlelere kısa vadede bir kurtuluş gibi görünse de, neticede kazanan kapitalist düzen olmaktadır.” (Elif Çağlı, Tehlikenin Ortasında, MT, Haziran 2006)
Hugo Chavez, yoksul kitlelerin dertlerine derman olma vaadiyle ortaya çıkıp başkanlık koltuğuna oturalı tam sekiz yıl oluyor. Son dönemlerde sosyalizm lafını diline pelesenk eden Chavez, seçimlerin ardından yaptığı konuşmada “bana oy verenler, bana değil, sosyalist bir projeye, kökten farklı bir Venezuela’nın inşası projesine oy verdiler” derken aslında son derece haklıydı. Evet, işçi ve emekçi kitleler bu anlamda “sosyalizme” oy verdiler ve onlar için sosyalizm eşitlik demek, adalet demek, yoksulluğun ortadan kalkması demek, ücretsiz ve kaliteli eğitim ve sağlık hizmetleri demek, barınacak ucuz ve sağlıklı konutlar demek, herkese iş demek, aş demek. Peki adına yeni yeni “sosyalizm” dese de Chavez sekiz yıldır zaten bu talepleri karşılama vaadiyle o koltukta oturmuyor muydu? Kitlelerden bunun için oy istememiş miydi? Öyleydi. Ne var ki, bunları gerçekleştirmek için bir altı yıl daha isteyen Chavez’in Venezuela’sında ne yoksulluk azaldı, ne milyonlarca insanın sefalet içinde yaşadığı gecekondu mahalleleri (barriolar) boşaldı, ne işsizlik ortadan kalktı, ne aşsızlık. Eşitliği hepten bir tarafa bıraktık.
“Sosyalizme yürüyen” Venezuela’da bugün halen nüfusun %25’i günde 1 dolardan daha az bir parayla yaşam savaşı veriyor. En zengin %10’luk kesim ulusal gelirin %50’sini alırken, en yoksul %10 yalnızca %2 ile yetinmek zorunda kalıyor. Bir yanda sefalet içindeki gecekondu mahalleleri genişlerken diğer yanda lüks konut inşaatında patlamalar yaşandığı söyleniyor. Son yıllarda fırlayan petrol fiyatları yüzünden katlanarak artan petrol gelirinin birilerini abat ettiği, zenginlerin daha zengin hale geldiği, bankaların hiç bu kadar kâr etmediklerini söyledikleri Venezuela’da “Bolivarcı” bürokrasinin içinden yeni multi-milyoner burjuvalar yükselirken, yoksullukla lüks tüketim patlaması yan yana yaşanıyor. Pahalı içkilerde ithalat rekorları kırıldığı ifade edilirken, benzer bir patlama lüks araba ithalatında da yaşanıyor (meselâ her biri 150 bin dolardan başlayan Hummer ciplerde). Dev ABD tekellerinden Ford ve General Motors, ABD emperyalizmini şeytan ilan eden Chavez’in ülkesinde bu yıl 300 bin araç satmayı planladıklarını açıklıyorlar. Herhalde bu araçları, lüks içkileri, lüks konutları, 150 bin dolarlık cipleri “barrio”lardaki yoksullar almıyorlar!
Bu arada parlamento içi ve dışı tüm sol parti ve örgütleri içine alacak “tek bir devrimci parti”nin oluşturulması talimatını çoktan vermiş olan Chavez, seçim başarısının kutlama töreninde yaptığı konuşmada, onu destekleyen tüm partilerin kendilerini feshederek yeni kurulacak olan “Venezuela Birleşik Sosyalist Partisi”nde birleşmeleri çağrısında bulundu. Gelecek dönemin en temel projesinin “sosyalizmi aşağıdan kurmak” olduğunu söyleyen Chavez’in birlik ve sosyalizm söylemi kimilerinin gözünü boyamaya yetebilir. Ancak Beşinci Cumhuriyet Hareketi (MVR) önderliğinde yürütülen bu operasyonun amacının tüm devrimci hareketi kendine tâbi kılıp denetim altına almak ve ehlileştirmek olduğu çok açıktır. Devlet partisi olarak inşa edilecek böyle bir partinin devrimcilikle, sosyalistlikle, demokratik işleyişle en ufak bir ilgisinin olamayacağı bellidir. Aynı konuşmada Chavez açıkça, yeni kurulacak partiye katılmayıp bağımsız kalmak isteyen partilerin hükümette yeri olmadığını da belirtiyor.
Öyle görünüyor ki, anayasanın bir kişinin üst üste iki dönemden fazla başkan seçilemeyeceğine dair hükmünü kaldırıp ömür boyu başkanlık sisteminin yolunu açmak isteyen Chavez, tek partili, tek şefli bir sisteme doğru ilerlemeyi ve bunu gerekirse sosyalizm olarak yutturmayı düşünüyor. Bir zamanlar SSCB modelindeki despotik-bürokratik diktatörlüklerde de benzer bir işleyiş vardı. Ama temel bir ayrım noktası olarak, oralarda özel mülkiyet ortadan kaldırılmıştı. Oysa Chavez özel mülkiyete dokunmaktan alabildiğine kaçınıyor. Aksine bir yandan “sosyalizm”den dem vuruyor ama bir yandan da burjuvaziye güvence üzerine güvence veriyor. Dolayısıyla onun yolu SSCB ya da Küba tarzı bir devlete değil, devlet kapitalizminin sosyalizm diye yutturulduğu bir zamanların “kapitalist olmayan yol”cu ülkelerine benziyor: Nasır’ın Mısır’ı, Kaddafi’nin Libya’sı, Baas rejimleri gibi.
Evet birileri bir yere doğru yürüyor, ama açık ki bu yürüyüş yolu sosyalizmin yolu değil. Aksine işçi ve emekçi kitlelerinin iktidarda olmak bir yana hiçbir söz haklarının olmadığı, burjuvazinin iktidarının hüküm sürmeye devam ettiği ve tek kişi kültüne dayanan bir diktatörlük rejiminin yolu açılıyor Venezuela’da.
Meksika’dan dersler
Geçtiğimiz sonbaharda dört Latin Amerika ülkesinde (Venezuela, Brezilya, Nikaragua ve Ekvador) seçimlere endekslenmiş bir canlanma yaşanırken ve bu canlanma seçimlerin sona ermesiyle birlikte sönümlenirken, başka bir Latin Amerika ülkesi de bir yanıyla benzer, bir yanıyla ise tümüyle farklı temelde gelişen bir hareketliliğe sahne oluyordu: Meksika.
2 Temmuzda gerçekleştirilen ve solcu aday Obrador’un kıl payı farkla başkanlığı kaybetmesiyle nihayet bulan seçimin sonuçlarına itiraz eden milyonlarca Meksikalı, sayımın yinelenmesi ve Obrador’un muzaffer ilan edilmesi talebiyle aylarca protesto gösterilerinde bulundu. Seçimleri önceleyen süreçte ABD destekli Fox hükümeti tarafından Obrador’un adaylığının engellenmeye çalışılması, kapitalist saldırılar nedeniyle sağcı hükümete ateş püsküren işçi ve emekçi kitlelerde zaten büyük bir öfke yaratmıştı. Seçimlere hile karıştırıldığının açığa çıkması bu öfkeyi doruğa tırmandırdı ve ta ki resmen onaylanmış yeni başkan Calderon 1 Aralıkta başkanlığı resmen devralıncaya dek protestoların ardı arkası kesilmedi. Başkent Mexico City’nin merkezinde, yaklaşık iki ay boyunca kentin en işlek caddelerini işgal eden bir çadır kent kurulurken yüz binlerce insanın katıldığı mitingler düzenlendi.
16 Eylülde ülkenin dört bir yanından gelen 1 milyondan fazla delegenin de aralarında bulunduğu 1,5 milyon kişilik dev mitingde, Ulusal Demokratik Kongre (UDK) adı altında yeni bir meclis ilan edildi. Hükümetin tüm engelleme girişimlerine rağmen gerçekleştirilen bu toplantıda Obrador başkanlığında “yasal bir hükümet” seçilmesi kararlaştırılmıştı. Buna göre, ilan edilen “hükümet” Meksika Devriminin yıldönümü olan 20 Kasımda faaliyete başlayacak ve 1 Aralıkta gerçekleştirilecek büyük bir mitingle Calderon’un başkanlığı devralması engellenecekti. Kararlaştırılan şeyler arasında, enerji (petrol ve elektrik) alanındaki özelleştirmelere karşı ve bedava devlet eğitimi için eylem günleri saptayan bir “direniş planı” da yer alıyordu.
Bir araya gelerek güçlerinin farkına varmakta olan milyonlarca işçi ve emekçi giderek daha radikal talepler öne sürmeye başlıyorlardı ve bu durum burjuvazinin yüreğini ağzına getirmeye yetmişti. Evet hareket iki düzen adamının kapışmasına taraf olunması temelinde başlamıştı, ama burjuvazi devrimlerin en sıradan nedenlerle patlak verebileceğini de gayet iyi biliyordu. Kendilerinden biri olan Obrador’un son tahlilde hareketi düzen sınırları içinde tutmak için elinden geleni yapacağına güvenleri tam olmasına rağmen, bu boyuta ulaşmış bir kitle hareketinin Obrador’un denetiminden çıkmamasının hiçbir garantisi yoktu. Üstelik bu hareketin öncesinde ve birkaç adım önünde, 4 milyon nüfuslu Oaxaca eyaletinde öğretmen grevi olarak patlak veren ve kısa sürede son derece radikalleşip yayılmaya başlayan bir sınıf hareketi yükselmişken!
Aslına bakılacak olursa Meksika’da gelişen hareketliliğin en önemli boyutunu Oaxaca’da yaşanan gelişmeler oluşturuyordu. Daha iyi ücret ve iş koşullarının düzeltilmesi talebiyle ilkbahar sonunda greve çıkan öğretmenler, Oaxaca çapındaki bütün okulların kapılarına kilit vurdular ve sokakları işgal ettiler. 14 Haziranda devlet güçlerinin vahşi saldırısının ardından salt bir öğretmen grevi olmaktan çıkan ve işçi sınıfının tüm kesimlerine yayılan bu hareketin talepleri de öğretmenlerin başlangıçtaki ekonomik taleplerinin çok ötesine geçti. Kitle hareketi, oluşturulan Oaxaca Halk Meclisi (APPO) aracılığıyla örgütlü bir güce dönüşürken, APPO’nun etkinliği Oaxaca eyaletinin merkezinden çevre yerleşim yerlerine doğru hızla yayılmıştı. Kamusal işleri örgütlemeye başlayan, ulaşımın sorumluluğunu üzerine alan, kenti barikatlarla çeviren, kurulan milis gücüyle güvenliği sağlayan APPO aracılığıyla işçiler aslında bir ikili iktidar durumu yaratmışlardı. APPO, sendikaların, mahalle örgütlerinin, çeşitli köylü örgütlerinin, ev kadınlarının, öğrencilerin vs. temsil edildiği bir meclisti. Kendini Oaxaca’daki “en yüce otorite” olarak ilan eden bu meclis, işçi ve emekçilerin seçtikleri ve her an geri çağırabilme hakkına sahip oldukları delegelerden oluşuyordu. Özcesi, sovyetik temellere dayanan bir yapı inşa edilmişti.
Elbette bunlar olurken burjuvazi de boş durmadı. Uyuşturucu kaçakçılarıyla içli dışlı olmakla ve kendine bağlı militer ve para-militer güçler aracılığıyla uygulattığı her türlü adam kaçırma, infaz ve işkence faaliyetleriyle ünlü Oaxaca valisi Ulises Ruiz, APPO’da cisimleşen işçi hareketini dağıtmak üzere çok geçmeden harekete geçti. Oaxaca’nın merkezinde direnişçi işçiler tarafından oluşturulan büyük çadır kentin üzerine helikopterlerle gaz bombaları atılırken, 29 Ekimde kent polis güçleri tarafından işgal edildi ve barikatlar yıkıldı. Bu arada polis kurşunuyla ölenlerin, yaralananların yanı sıra devlet güçlerince kaçırılıp kaybedilen insanların sayısı da hızla artıyordu.
Oaxaca’da tümüyle ekonomik taleplerle ve öğretmenlerle sınırlı olarak başlayan bir hareket kısa süre içinde hızla politikleşmiş ve ulusal ölçeğe yayılamamış da olsa devrimci bir durum doğurmuştu. Ne var ki, tarihteki sayısız örneğin de gösterdiği gibi, bu boyuta ulaşan kitle hareketlerinin, önderliğin doğru taktikleriyle ileriye sıçratılamadıklarında militanlık düzeylerini ve kararlılıklarını aylarca koruyabilmeleri olanaksızdır. Bu takdirde kitleler içinde bıkkınlığın ve umutsuzluğun baş göstermesi de kaçınılmazdır. Oaxaca’da da yaşanan bu oldu. Ekim sonundan itibaren önce öğretmen sendikasının liderliği içinde öğretmenlerin okullara dönmesi yönünde bir tartışma yaşandı. Çok geçmeden reformist liderlerin bastırmasıyla yapılan oylama sonrasında okullarda eğitim yeniden başladı. Hareketin belkemiğini oluşturan öğretmenlerin bu geri adımı, Ulises Ruiz’i ve federal hükümeti, saldırıları hızlandırmak ve APPO’yu dağıtmak yönünde fazlasıyla cesaretlendirdi. Ardından da beklenen saldırı harekâtı geldi.
Saldırıların zamanlaması da iyi yapılmıştı. Ulusal Demokratik Kongre (UDK) tarafından oluşturulan “hükümet”in faaliyete başlayacağı tarih olarak saptanan 20 Kasımda başkentte Oaxacalı işçilerin de katılacağı büyük bir miting gerçekleşecekti. APPO’nun UDK ile kaynaşarak kitle hareketini radikalleştirmesinden korkan egemenler Oaxaca’ya yönelik saldırıları işte bu mitingi önceleyen dönemde yoğunlaştırdılar. O gün çok büyük bir miting gerçekleştirildi, ama APPO artık doğrudan hedef tahtasına konmuştu. Kasım sonuna gelindiğinde Oaxaca’da ölenlerin sayısı 17’ye çıkmış, onlarca insan polis kurşunuyla yaralanmış, onlarcası kaçırılıp kaybedilmiş, yüzlercesi tutuklanmıştı.
1 Aralık, gerek APPO önderliğinde Oaxaca’da, gerekse Obrador önderliğinde Meksika ölçeğinde yürüyen hareket açısından bir dönüm noktası oldu. Calderon’un başkanlığı devralmasını engellemek üzere Oaxaca’dan ve Meksika’nın dört bir yanından yüz binlerce insan başkente akmıştı. Bu aynı zamanda Oaxaca’daki hareketle UDK çevresinde örgütlenen hareketin kaynaşması açısından da yeni bir fırsat oluşturmuştu. Fakat başkanlık koltuğuna oturacak olan Calderon, aldığı polisiye önlemlerle kitleyi Başkanlık Sarayından uzak tutmayı başardı ve görevi sorunsuz bir şekilde devraldı. Kuşkusuz bunda, Obrador’un sükûnet çağrıları ve mitingi barışçıl bir protesto gösterisine dönüştürme yolundaki çabaları çok daha büyük bir rol oynadı.
Görevi devralan Calderon’un ilk işi, büyük bir tuzak kurarak, görüşmek üzere Mexico City’ye çağırdığı APPO liderlerini tutuklatmaktı. Devrime yürüdüğü söylenen Meksika’da, sözde “devrimin meclisi” olan UDK buna karşı hiçbir tepki örgütlemedi. Zaten APPO’ya karşı hiçbir zaman sıcak bakmayan ve kendi ekseninde örgütlenen hareketi sürekli olarak Oaxacalılardan uzak tutmaya çalışan Obrador’dan böyle bir tepkinin örgütlenmesini beklemek saflık olurdu. Obrador daha başından beri kitle hareketinin “yoldan çıkmamasını” sağlamak ve onu denetim altında tutmak için elinden geleni yapmıştı. Çatlak sesler halinde de olsa dile getirilen “kitlesel ve süresiz genel grev” çağrılarının yanıt bulduğu takdirde devrimci bir kalkışmanın yolunu açabileceğini bildiğinden, böyle bir talebi asla sahiplenmediği gibi yığınlar tarafından sahiplenilmesini de engellemişti. 1 Aralık yaklaştıkça Obrador’un “devrim” çığırtkanlığı, yerini barışçıl mücadele söylemine bıraktı. Daha önce, “iktidar bu yasal hükümete geçmezse devrim olur” diyecek kadar radikal pozlar kesen Obrador, 1 Aralıktan sonra “biz gölge kabine olarak Calderon hükümetinin attığı her adımı izleyeceğiz ve keskin bir muhalefet yürüteceğiz” demeye başlamıştı. Dolayısıyla UDK hareketi 1 Aralıktan sonra Obrador eliyle sönümlendirildi.
Ama APPO için aynı şey henüz geçerli değil. Calderon başkanlığında yürütülen tutuklama dalgasının ardından APPO liderliğinin yeraltına çekilmek zorunda kalmasına ve sınır tanımaz saldırılara rağmen, uluslararası eylem günü olarak ilan edilen 10 Aralıkta 385 bin Oaxacalı sokakları doldurarak APPO’nun taleplerini haykırdılar: tutuklananların serbest bırakılması, kaybedilen insanların geri getirilmesi, federal polisin Oaxaca’dan çekilmesi ve Oaxaca valisi Ulises Ruiz’in istifa etmesi. Ne var ki gelinen nokta aynı zamanda Oaxaca için keskin bir yol ayrımına da işaret ediyor: ya bu saldırı dalgası ve APPO’nun yeraltına çekilmesi hareketi daha da radikalleştirecek ya da yılgınlık ve teslimiyet ağır basacak ve hareket sönümlenecek.
Meksika’da son yedi aydır yaşananlar ve bunlar karşısında sosyalist solun takındığı tutumlar pek çok önemli ders içeriyor. Şurası çok açık ki, Marksistler için ilerici nitelikler taşıyan her kitle hareketi, devrimci potansiyelin göstergesi olarak ve potansiyel bir devrimci durum olarak büyük önem taşır. Ne var ki Marksistler, tümüyle burjuva önderliklerin kuyruğuna takılmış bir kitle hareketi karşısında devrim çığlıkları atmadıkları gibi, kitleyi bu önderliklere daha da kenetleyecek bir tutumu asla takınmazlar. Komünistler sistemi bir bütün olarak teşhir ederek, ayağa kalkan kitleleri proleter devrim hedefine çekmeye uğraşırlar. Onlara, işçileri ve yoksul emekçileri işsizliğe sürükleyenin, yaşam koşullarını her geçen gün daha da kötüleştirenlerin Fox’un, Calderon’un vs. izledikleri şu ya da bu politikalar değil kapitalizmin kendisi olduğunu göstermeye çalışırlar. Tabandan oluşan öz-örgütlülükleri geliştirmeye, bunları iktidar organına dönüştürmeye ve işçi sınıfının bu organlar aracılığıyla iktidarı ele geçirmesine çabalarlar.
Meksika açısından vurgulanması gereken diğer bir önemli husus ise Obrador liderliğinde yürüyen kitle hareketiyle Oaxaca’daki işçi sınıfı temelli hareket arasındaki ayrım çizgilerinin ve bu hareketlerin önem sıralamasında tutması gereken yerin netleştirilmesi zorunluluğudur. Marksistler açısından şurası tartışma götürmez ki, çok daha dar sınırlarda kalmasına rağmen Oaxaca’daki hareket, milyonları peşine takan Obrador yanlısı hareketten çok daha değerli ve önemlidir. Bu hareket işçi sınıfına her şeyden önce APPO gibi sovyetik oluşumların geliştiği, burjuvazinin tüm kanlı saldırılarına rağmen işçi sınıfının uzun süre direndiği ve hatta daha da radikalleştiği bir devrimci durum deneyimi yaşatmıştır. Açıktır ki, Obrador’a endekslenmiş olan hareketin işçi ve emekçi kitlelerin hafızasında bırakacağı izle, APPO deneyiminin Oaxacalı işçilerin hafızasında bırakacağı iz arasında dağlar kadar fark olacaktır. Bugün bu hareket yenilse dahi, ileride tekrar ayağa kalktıklarında Oaxaca’daki işçiler bir zamanlar eksik bıraktıkları noktaları da hatırlayacak ve gerek deneyim gerekse örgütlülük açısından bugüne nazaran bir adım ileride başlayacaklar mücadeleye.
Yine her iki hareketi de kesen bir diğer önemli ders, tüm dünya işçi sınıfı açısından en yakıcı olanıdır: devrimci önderlik sorunu. Çağımızın en temel sorunu, doğan devrimci durumların devrime ilerleyebilmesinin bu kilit koşulunun eksikliği sorunudur. Kitle hareketlerindeki yükselişin işçilere, emekçilere ve her şeyden de önemlisi devrimcilere kazandırdığı deneyim bir yana, şurası çok açıktır ki enternasyonal ölçekte çözülmesi gereken bu sorun devam ettikçe, daha pek çok Oaxaca, hatta çok daha geniş ölçeklerde yaşanacak ama bu devrimci durumlar proleter devrimle taçlanamayacak. Latin Amerika’da yaşananlar bu gerçeği her geçen gün bir kez daha doğruluyor.
link: İlkay Meriç, Latin Amerika: Sevinç Fırtınalarının Gölgede Bıraktıkları, Ocak 2007, https://marksist.net/node/1391
Kurtulur insanlık
Vampirin Doymayan Açlığı ve Vardiya Sistemi