Fransa ve Hollanda referandumlarının ardından, beklenebileceği gibi, AB’nin geleceği hakkında tartışmalar kızışmış durumda. İngiltere’nin önce referandum kararını askıya alması, ardından AB bütçesiyle ilgili başlattığı yeni tartışma, sonrasında Anayasa onay sürecinin bir yıl ertelenmesi ve sözcülerin de itiraf etmekten çekinmedikleri bunalım, bu sürecin doğal uzantısı durumunda. Referandum sürecini ve sonrasını ele aldığımız geçen sayıdaki yazımızda (AB: Referandumlar Devrimci Marksistleri Doğruluyor), AB sorununa ilişkin enternasyonalist komünist perspektifin bu gelişmelerle doğrulandığını ortaya koymuştuk. Yine bu perspektif doğrultusunda, önümüzdeki yıllarda da, doğasındaki derin çelişkilerden ötürü, AB’nin bu tür krizleri bolca yaşayacağını öngörebiliriz.
Geçen yazıda referandum sürecinde Fransa’da solun tutumunu ele almış, işçi sınıfı kitlelerindeki reformist ve milliyetçi önyargıların kırılmasına hizmet edecek bir çizgi izlemediğini ortaya koymuştuk. Referandumlardaki zaaflı tutumun arka planında yer alan önemli bir etmenin, Fransız ve Avrupa solunun geniş kesimlerinin, AB sorunundaki genel yaklaşımları olduğu açıktır. Bu kesimlerde hâkim olan görüşün “Emeğin Avrupa’sı” ya da “Sosyal Avrupa” gibi ana sloganlarla kendisini ifade ettiği de iyi biliniyor.
AB sorununa ilişkin Avrupa ve Türkiye solundaki bu ve bunun gibi diğer genel formülleri ve ana sloganları, bunların arkasındaki politik genel yaklaşımlarla birlikte iyi bilmek, bunlar arasındaki ayrımları netleştirmek ve eğriler ve doğruları bu düzeyde de ortaya koymak gerekiyor. Zira AB sorunu hem Avrupa ve dünyada hem de özellikle Türkiye’de siyasetin temel bir konusu olmaya daha uzun yıllar devam edecektir.
Enternasyonalist komünistler Avrupa halklarını gerçek anlamda birleştirebilecek tek gücün devrimci işçi sınıfı olduğunu, bu birleşmeyi sağlayacak olan devrimci hedefin, sovyetik dünya federasyonunun bir adımı ve parçası olarak Avrupa Birleşik İşçi Sovyetleri şeklinde ifade edilmesi gerektiğini çoktandır ortaya koymuş bulunuyorlar (Bkz. Elif Çağlı, AB Sorununda Marksist Tutum). Bu hedef proleter devrim mücadelesinin Avrupa çapındaki pozitif hedefi ve bütünleştirici çimentosudur.
Oysa örneğin Türkiye’de solun geneline baktığımızda Avrupa sorunu bağlamında farklı hedef ve taleplerin egemen olduğunu görüyoruz. Kimi çevreler, yukarıda da belirtmiş olduğumuz “Emeğin Avrupa’sı”, “Sosyal Avrupa” gibi hedef ve sloganları öne çıkarırken, kimileri “Sosyalist Avrupa” ya da “Avrupa Sosyalist Birleşik Devletleri” gibi sloganları savunmaktadır. Kimileri ise Avrupa için herhangi bir pozitif hedef ileri sürmekten kaçınarak, bazı örneklerde “Bağımsız Türkiye” ya da “Bağımsız Sosyalist Türkiye” gibi ulusalcı hedefleri öne çıkarmakta, bazı örneklerde de Türkiye için Ortadoğu, Avrasya gibi alternatif bölgesel hedefler ortaya koymaktadır.
Ulusal bakış açısı
AB tartışmalarında solun büyük bir kesiminin Avrupa için pozitif bir şiarının olmadığı açıktır. Bunun yerine bu unsurlar çeşitli biçimlerde “Türkiye’nin bağımsızlığını” vurgulayan temel hedefler öne sürüyorlar.
Ancak mesele sadece bundan ibaret değil. Avrupa için sözde birtakım pozitif şiarlar ileri sürenlerin önemli bir bölümü de bunu reformist bir temelde savunuyorlar. Onların Avrupa’daki benzerleri ile birlikte savundukları “Emeğin Avrupa’sı” ya da “Sosyal Avrupa” gibi şiarlar da esasta “Emeğin Türkiye’si” için, “Sosyal Türkiye” için demekten öteye geçmiş olmuyor.
Reformist perspektifi aşağıda başka bir başlık altında ele alacağız. Burada esas olarak Avrupa sorunundaki tutumları sınıflandırmada önemli bir ayrım noktası oluşturan, Avrupa için pozitif bir hedef ileri sürmeme tutumu üzerinden yürümek istiyoruz. Son tahlilde dar ulusal bakış açısının ürünü olan bu tutumun değişik çeşitlemeleri bulunuyor. Bir uçta “Bağımsız Türkiye” diyen Zubatovcu İP’den tutun, “Bağımsız Sosyalist Türkiye” diyen reformist TKP-SİP’e, diğer uçta çeşitli devrimci demokrat akımlara ve ulusal perspektifle sınırlı bir sosyalist devrim çizgisini savunan merkezci akımlara kadar geniş bir yelpaze mevcut.
Kendini sadece ulusal düzeyde mücadele talepleriyle sınırlayan bu dar bakış açısı proletarya enternasyonalizminin ruhuyla bağdaşmamaktadır ve tüm bu çevrelerin mustarip olduğu bu sorunun başlıca sorumlusu milliyetçi Stalinist mirastır. Özü gereği proletarya enternasyonalizmine ters düşen Stalinizmle devrimci bir kopuş yaşanmadıkça bu hastalıktan kurtuluş mümkün değildir.
Marksizmin olmazsa olmaz temel ilkesi olan proleter devrimin uluslararası karakteri bu çevrelere nedense ütopik bir hercailik olarak ya da en iyi durumda çok uzak ve belirsiz bir geleceğin sorunu olarak görünür. O nedenle proletaryanın Avrupa ölçeğinde kıtasal bir mücadele vermesi perspektifi onların ilgi alanına girmez. Genel olarak söylemek gerekirse, hâkim anlayış âdeta “herkesin devrimi kendine” anlayışıdır. Ne kadar iyi niyetli olunursa olunsun ve diğer ülkelerin işçi sınıfının mücadelelerine ne kadar sempati gösterilirse gösterilsin, sonuçta bu bakış açısı kaçınılmaz olarak bir ulusal benmerkezciliğe çıkar.
Elbette bir ülkenin işçi sınıfı her şeyden önce kendi burjuvazisiyle mücadele etmelidir. Ancak bir ülkedeki işçi sınıfı bir yandan kendisini dünya işçi sınıfının bir parçası, bir müfrezesi olarak görmezse, diğer yandan da “kendi” burjuvazisini dünya burjuvazisinin bir parçası olarak görmezse, hem “kendi” burjuvazisine karşı mücadelesini başarılı biçimde yürütemez, hem de dünyanın her geçen gün artan karşılıklı bağımlılığı karşısında kendi kendini sakatlamış olur. Komünistler ise kendilerini ulusal kimlikleriyle değil, Manifesto’da belirtildiği gibi, bütün dünya işçi sınıfının temsilcileri, öncü unsurları olarak tanımlarlar ve işçi sınıfının bütününün çıkarlarını savunmalarıyla ayırt edilirler.
Diğer taraftan bizimki gibi ülkelerdeki Stalinist milliyetçilik köklü bir üçüncü dünyacı karaktere de sahiptir. Bu anlayış genel olarak gelişmiş ülkelerde bir devrim olasılığını tümüyle yok sayar, bu ülkelerin işçi sınıfına da küçümsemeyle bakar. Bu bakışa sahip olanlar, ileri ülkelerin uluslararası işçi sınıfı devrimi açısından kilit önemini ve bu ülkelerde işçi sınıfı iktidarı almadıkça dünya ölçeğinde sosyalist bir toplumun kurulamayacağı gerçeğini yadsırlar. Bu hususu defalarca yineleyen Lenin şöyle demişti: “… biz daima Marksizmin ilk temel gerçeğini, sosyalizmin zaferi için birçok ileri ülkenin işçilerinin ortak çabasının zorunlu olduğunu vurgulayıp yineledik.” (“Bir Yayıncının Notları (Mart 1922)”, Lenin Döneminde Komünist Enternasyonal, cilt 2, Maya Yay., s.259) Marksizmin bu temel ilkesini birinci sayıda yayınladığımız Temel Görüşlerimiz başlıklı metinde şöyle ifade etmiştik: “Proleter devrim sürekli devrimdir. Dünya proleter devriminin ilerleyebilmesi ve işçi iktidarlarının yaşayabilmesi için, esas olarak ileri kapitalist ülkelerde peşpeşe kazanılan zaferlere ihtiyaç vardır. Kapitalizm özellikle ana merkezlerinde vurulmadıkça yıkılamaz.”
Ulusalcı perspektife sahip kesimler içinde üçüncü dünyacı anlayışı nispeten daha tutarlı hale getirenler buna uygun bölgesel devrim hedefleri de ileri sürmüyor değiller. Dolayısıyla onlar ulusal bakış açısına sahip olan diğerlerinden bu noktada ayrılmaktadırlar. Bu noktada en somut olarak dillendirilen hedef “demokratik Ortadoğu Federasyonu” formülüdür. Ancak bu hedef ne yazık ki proleter devrimci bir içerikle ve bir işçi iktidarını ifade eden şekilde tanımlanmamaktadır. Aksine bu formül Stalinist aşamacı anlayışa uygun olarak burjuva demokratik bir içerikle doldurulmaktadır. Yeni olan tek şey aşamacı mantığın bölgesel ölçekte genişletilmesidir. Oysa Ortadoğu halkları arasındaki sorunlara bir çözüm perspektifiyle ileri sürülen bu tür burjuva demokratik içerikli formüller asla derde deva olamazlar. Kışkırtılarak birbirine düşmanlaştırılan halklar arasındaki husumet ve güvensizlikler ancak özel mülkiyet zeminini ortadan kaldıran bir sosyalist devrimle aşılabilir.
Ortadoğu halklarının binlerce yıllık ortak yaşama tecrübelerinden filizlenen, iktisadi, sosyal ve kültürel bir yakınlığın söz konusu olduğu bu ortak coğrafyada, hayatta karşılık bulacak olan perspektif, “demokratik bir Ortadoğu Federasyonu” değil proletarya iktidarı altında “sovyetik bir Ortadoğu Federasyonu” perspektifidir. Kuşkusuz bunun da aynen Avrupa konusunda olduğu gibi dünya birleşik işçi sovyetlerine giden yolda bir adım olarak kavranması ve mutlaklaştırılmaması gerekir. Yine de burada esas sorun Ortadoğu’ya bir şekilde bölgesel devrim ve iktidar hedefi biçenlerin, bunu Avrupa’ya layık görmemeleridir. Altı çizilmesi gereken nokta budur.
Avrupa için özgül bir devrim hedefi ileri sürmek, esasen bölgesel devrim perspektifleri tartışmasının bir parçasıdır. Soru şudur: bölgesel devrim hedefleri tarif edilebilir mi, ya da edilmeli mi? Marksizmin bu soruya cevabı evettir. Bugün yeryüzünde başta Avrupa ve Güney Amerika olmak üzere, Ortadoğu, Balkanlar, Kafkaslar, Hint alt-kıtası, Çin-hindi gibi bölgeler için bu tür ulus-ötesi hedefler pekâlâ tarif edilebilir ve zaten edilmiştir de. Burada coğrafi, iktisadi ve tarihsel-kültürel yakınlık gibi faktörler esastır. Güney Amerika ülkelerinden birinde gerçekleşecek bir devrimin diğer komşu Güney Amerika ülkelerini etkileme olasılığının, bir Kanada’yı ya da İran’ı etkileme olasılığından daha yüksek olduğu aşikârdır.
Bu ihtiyacı doğuran dürtü, toplumsal, tarihsel, iktisadi ve siyasal analizlere dayanarak dünya devrim sürecine ilişkin birtakım ana olasılıklar temelinde, bu sürecin muhtemel somut yoğunlaşma noktalarına dair ilerletici hedefler tespit etmektir. Burada tek önemli sakınca bölgesel hedeflerin mutlaklaştırılması ve dünya devrimi sürecinden kopuk olarak ele alınması tehlikesidir. O nedenle bu tür tüm formüllerle birlikte mutlaka Dünya Birleşik İşçi Sovyetleri hedefini yan yana koymak, birinin diğerinin bir adımı ve parçası olduğunu vurgulamak gereklidir.
Dolayısıyla bu tür bir tehlikeye düşmemek kaydıyla genelde proleter dünya devrim sürecinin muhtemel bölgesel adımlarını oluşturacak devrim hedefleri tarif etmek, bunları formülleştirmek ve bu bağlamda bunu Avrupa için de somutlamak anlamlı ve gereklidir.
Reformist Perspektif
Avrupa tartışması söz konusu olduğunda reformist perspektifle devrimci enternasyonalist perspektif arasında yüzeyden bakıldığında ortak bir nokta varmış gibi görünür. Her ikisi de Avrupa için bir pozitif hedef tarif etmektedir. Ancak biri “Sosyal Avrupa” derken, diğeri Avrupa’da bir devrimci proletarya iktidarından söz etmektedir.
Reformist perspektif her ne kadar ulus ötesi bir hedefi savunuyor gibi görünse de, gerçekte daha geniş ölçekli bir milliyetçilik savunusudur bu: Avrupa milliyetçiliği. Avrupalı reformistler için “sosyal Avrupa” aslında büyük bir refah adası haline getirilerek azgelişmiş dünyadan yüksek duvarlarla korunmuş ve ABD’yle boy ölçüşen militarist bir “Avrupa Kalesi” anlamına gelmektedir. Avrupa’nın kendi zenginlik ve refahına kıskançça sarıldığı ve bunları aynı kıskançlıkla dünyanın geri kalanına karşı savunduğu bir süper milliyetçilik ve yeni bir süper emperyalist güç olma hırsıdır bu. Kendiliğinden görülebileceği gibi burada Avrupa-merkezciliğin tam bir somutlanışı söz konusudur.
AB’ye sempatiyle bakanlar, Avrupalı emperyalistlerin diğer emperyalist güçlerle rekabet amacıyla AB’yi kurma yoluna girmiş olduklarını unutmuş görünürler. ABD’nin kötü ama AB’nin cici olduğu imajı oluşturulmaya çalışılır. Gerçekte emperyalist bir birlik, bir ittifak ilişkisi olan AB’nin amacı tam da bir ABD gibi olabilmektir. Bunun anlamının hem Avrupalı emekçileri daha fazla köleleştirmek, hem de dünya halklarına daha fazla kan kusturmak olduğu gözlerden maharetle saklanarak, âdeta güllük gülistanlık bir yeryüzü cenneti, bir barış ve kardeşlik ideali imajı çizilmeye çalışılıyor. Aslında bugünün gerçekliğiyle geleceğin sözde ideali arasındaki çelişkinin kaba çıplaklığından olsa gerek, reformistler arasında yaygın sloganlardan biri, “başka bir Avrupa mümkün!” sloganıdır. Muğlâklığı ve kaçamak karakteriyle bir cazibe konusu olabilen bu slogan, “başka Avrupa”nın ne olduğunu açıkta bırakarak gerçekte reformist perspektifi alttan altta yutturmaktadır. Reformistler reformizmlerini gizlemek için bu tür muğlâklıklardan özellikle medet umarlar. Enternasyonalist komünistler de “başka bir Avrupa”nın mümkün olduğunu düşünürler, ama bu “başka Avrupa” kapitalizmin kökünün kazındığı, proletarya iktidarı altındaki bir Avrupa’dır.
Reformist perspektifle ilgili önemli bir nokta “sosyal devlet” meselesidir. Çeşitli renklerden Avrupalı reformistler (sosyal demokrat, sosyalist, komünist partiler, ATTAC[*] benzeri çevreler, bazı Troçkist etiketli çevreler) “neo-liberal” bir Avrupa’ya karşı “sosyal Avrupa”yı ileri sürmektedirler. Reformistlerin burada yaptığı, kapitalizmin krizlerinin derinleştiği bir dönemde, işin aslında kamu harcamalarını arttıran ve dolayısıyla toplam tüketimi ve istihdamı teşvik eden “refah devleti” uygulamalarını bir kurtuluş reçetesi olarak sunmaktır. Oysa “refah devleti”nin işçi sınıfının köleliğini ortadan kaldıran bir şey olmadığı açıktır. Bağımsız sınıf çıkarlarını etkili şekilde ortaya koyacak güçte bir enternasyonalist devrimci önderlik olmadığı için, işçiler, neo-liberalizm tartışması üzerinden, mustarip oldukları sorunların gerçek kaynağı olan kapitalizme karşı değil, onun belirli bir konjonktürel görünümü olan neo-liberal uygulamalara karşı çıkmaya kanalize edilmektedir.
Burada Avrupa işçi sınıfında varolan ve esasen reformist düşüncenin beslediği yanlış bir kanı mevcuttur. Bu kanıya göre neo-liberal saldırılar AB sürecinden kaynaklanmaktadır. Gerçekte AB süreci neo-liberal saldırı sürecinden çok önce ve tam da “refah devleti” uygulamaları döneminde başlamış, bu dönemde uzun yol kat etmiş bir süreçtir. Zaten mantıken de, nispeten daha sorunsuz olan bir kapitalist genişleme evresinde bu tür bir entegrasyon sürecinin yürümesi daha kolaydır. Diğer taraftan neo-liberal saldırıların kaynağında yatan kapitalizmin krizi tam da AB entegrasyon sürecini baltalayan bir işlev görmektedir. Bu hem taraflar arasındaki sorunları daha da kızıştırması nedeniyle hem de kitlelerin hoşnutsuzluğunu arttırması nedeniyle böyledir. Doğrusu Avrupalı egemenlerin talihsizliği belki de bu entegrasyon sürecini neo-liberal saldırılar eşliğinde yürütmek zorunda olmalarıdır.
Türkiye’deki reformist AB yanlılarına gelelim. Avrupalı reformistler bağlamında yukarıda söylediklerimiz Türkiye’deki kafadarları için de geçerlidir. Şüphesiz Türkiye bağlamında ilâve edilecek noktalar bulunuyor. Öncelikle solun genel olarak liberal-reformist-parlamentarist kulvarında yer alanların AB konusunda iki zıt kutupta yer aldıklarını hatırlatmamız gerekiyor. Bir kutup (örneğin ÖDP) açıktan ya da örtük AB yanlısı iken, diğer kutup (örneğin TKP-SİP) açıktan AB karşıtıdır. AB karşıtlarını yukarıda milliyetçi bakış bahsinde ele almıştık.
Türkiye’deki AB’ci reformistlerin temel özelliği Türkiye’nin AB sürecini bir tür can simidi olarak görmeleridir. Hatta ÖDP’nin başını çekenler üyelik müzakerelerinin başlatılması kararını bir “devrim” olarak dahi nitelendirdiler. Bu tutum aslında “devrimci demokrasi”nin bağrındaki çelişkilerin liberal reformizm yönünde az çok tutarlı bir çözümünü ifade ediyordu. Onlar yıllardır peşinde koştukları “demokratik devrim”in bundan çok da farklı bir şey olmadığı sonucuna çıkmışlardı. Belli ki bu reformistler Avrupa marifetiyle gerçekleştirilecek “demokratik dönüşümleri” kendi yılgınlıklarına çare olarak görüyorlar. Esasen Avrupa tipi bir demokrasi ya da “Avrupai” olmak bu kesimler için ezelden beri gerçek ufuk çizgisini oluşturuyordu.
AB’nin emperyalist, militarist niteliğini görmezden gelme eğilimindeki bu zaaflı çizgi tipik biçimde ABD emperyalizmine karşı atıp tutarken ve gösteriler örgütlerken, Avrupa’ya iltimas geçmekte beis görmemektedir.
Bu çizginin Avrupa konusundaki perspektifinin altında yatan asli güdü şöyle özetlenebilir: kendini müreffeh, demokratik Avrupa kulübü içine atarak “sefil azgelişmişler” dünyasının dışına çıkmak. Yani tam da küçük-burjuva ruh halinin ifadesi olan sınıf atlamak! Bir Yunanistan ya da Portekiz’in geçirdiği süreçleri geçirmek aslında bu kesimlerin gerçek özlemlerini yansıtmaktadır. Elbette Türkiye’deki güdük burjuva demokrasisinin sınırlarının genişletilmesini istemenin ve işçi sınıfı için iktisadi, sosyal ve politik bazı kazanımlar elde etmeyi ummanın kendi başına kötü bir tarafı yok. Ancak sorun şurada ki, ufuk reformizmle sınırlı olunca ne insanlığın ve dolayısıyla Türkiye’de işçi sınıfının gerçek ve köklü sorunları çözülebilir, ne de kalıcı reformlar ya da kazanımlar elde etmek mümkün olur. Gerçek anlamda reformlar elde etmek ve korumak için dahi devrimci bir perspektife ihtiyaç vardır. Tüm tarihi deneyim bunu kanıtlamaktadır.
Çözüm: Enternasyonalist Perspektif
Gerek “Emeğin Avrupa’sı”, “Sosyal Avrupa”, Başka Bir Avrupa Mümkün!” gibi ana sloganlarla ifade edilen reformist Avrupa perspektifi, gerek “Bağımsız Türkiye”, “Bağımsız Sosyalist Türkiye” gibi özü itibariyle dar ulusal bakışı yansıtan perspektifler, gerekse de bunun genişletilmiş bir çeşitlemesi sayılması gereken üçüncü dünyacı “Ortadoğu Federasyonu” ya da “Avrasya Seçeneği” gibi perspektifler, proletaryanın devrimci enternasyonalist perspektifiyle bağdaşmamaktadır. Tekrar pahasına, bir dünya federasyonunun adımı ve parçası olarak Avrupa Birleşik İşçi Sovyetleri şeklindeki enternasyonalist komünist perspektifi bir kez daha vurgulamak gerekiyor.
Bu formülle görünüşte ya da özde benzer diğer bazı formüller de bulunduğu için, söz konusu olabilecek bazı sakıncalara işaret etmek bir zorunluluk. Öncelikle “Sosyalist Avrupa” ya da “Sosyalist Avrupa Birleşik Devletleri” gibi formüllerin temel bir sakıncasına işaret edelim. Marksizm, sosyalizmde devletin olamayacağını söyler ve bu konu ne yazık ki kendisini devrimci Marksist safta konumlandıranlar arasında bile yeterince kavranmamıştır. Uzun yılların ürünü Stalinist tahrifatı giderebilmek için kavramsal titizlik önem kazanıyor. Bu nedenle içerikte bir sorun olmadığı durumlarda dahi, sosyalizm ve devlet kavramlarını yan yana getirmekten kaçınmak gerekiyor. İnsanlık işçi sınıfı demokrasisinin egemen olacağı ve uluslararası planda yürüyecek bir geçiş döneminden sonra sosyalist toplum aşamasına varacaktır. Devlet bu geçiş süreci içinde adım adım sönümlenerek sosyalizm başladığında yok olmuş olacaktır.
Ancak “Sosyalist Avrupa” sloganı özgülünde dikkatli olunması gereken daha önemli bir nokta bulunuyor. Aynen “Sosyalist Türkiye” sloganını parlamentarist-reformist bir içerikle savunan TKP-SİP örneğinde olduğu gibi, bu hedef zorunlu olarak bir proleter devrimci içerikle doldurulmuş değildir, ki bunun örnekleri mevcuttur. Bu türden “Sosyalist Avrupa” vurguları genellikle “Sosyal Avrupa” ile aynı kapıya çıkmakta ya da onu örtüleyen bir işlev görmektedir.
Son bir nokta, Türkiye’deki milliyetçi solun AB tartışmalarındaki bir çarpıtmasıyla ilgilidir. Milliyetçiliğin damgasını vurduğu ya da eninde sonunda milliyetçiliğe hizmet eden “hayır”cı kamp, “ne evet ne hayır” diyenleri ya da “hayır”ını beğenmediklerini genellikle otomatik olarak “utangaç evetçilik” ile ya da “havetçilik” ile suçlamaktadır. Tutumu böyle nitelendirilebilecek olanlar mevcuttur kuşkusuz. Doğrusu, bir ayağı liberal-reformizme çeken, diğer ayağı sözde devrimci söylemli bir bakış açısının cenderesinde olanların hazin sorunudur bu. Bizler hem evetçilerin hem de hayırcıların, isteseler de istemeseler de, burjuva kamplardan birinin kuyrukçusu durumuna düştüklerini ve bu burjuva ikilemin basıncına yenik düşmemek gerektiğini düşünüyoruz. Devrimci işçi sınıfının izlemesi gereken doğru çizgi burjuva ikilemlerden bağımsız kendi sınıf perspektifinin inşası olmalıdır.
[*] ATTAC (Yurttaşlar Yararına Mali İşlem Vergisi İçin Birlik), 1998’de Fransa’da Le Monde Diplomatique’in inisiyatifiyle kurulan bir oluşumdur.
link: Levent Toprak, AB Sorununa Sol Nasıl Yaklaşıyor?, 2 Temmuz 2005, https://marksist.net/node/86
Kapitalizm öldürür
Latin Amerika Bolşevik Önderliğini Arıyor