Latin Amerika uzun bir süreden bu yana kaynayan bir kazanı andırmaya devam ediyor. İşçi sınıfının ve emekçi kitlelerin huzursuzluğu çeşitli Latin Amerika ülkelerinde kendini farklı biçimlerde dışa vursa da, bu kıta son yıllarda dünyanın sınıf mücadelesi bakımından en hareketli ve en hararetli kıtası olma özelliğini taşıyor. Brezilya, Arjantin, Venezuela, Bolivya, Uruguay, Ekvador… Gün geçmiyor ki Latin Amerika ülkelerinden bir ses yükselmesin!
Ocak 2000: Ekvador’da büyük bir halk ayaklanmasının ardından işçi ve emekçilerin parlamento binalarını, Yüksek Mahkemeyi ve başkanlık sarayını işgal edip, burjuva devlet aygıtını işlemez hale getirip, iktidarı ele geçirmeleriyle somutlanan ve sonrasında yenilgiye uğrayan bir devrim.
Aralık 2001: Arjantin’de başkan De la Rua’nın devrilmesine yol açan halk ayaklanması sonucunda ortaya çıkan ve aylarca süren devrimci durum.
Nisan ve Aralık 2002: Venezuela’da başkan Chavez’e karşı ABD destekli iki darbe girişiminin ardından halkın büyük bir seferberlikle bu girişimleri püskürtmesi ve Chavez’e sahip çıkmasıyla gelişen devrimci durum.
Ekim 2002: Brezilya tarihinde ilk kez bir solcu ve işçinin, Lula’nın, başkanlık seçimlerini kazanması ve PT (Brezilya İşçi Partisi) hükümetinin kurulması.
Ekim 2003: Bolivya’da işçi sınıfının ayaklanarak iktidarı almanın eşiğine geldiği ve başkan Sanchez de Lozada’nın ülkeden kaçmasıyla sonuçlanan devrimci durum.
Mart 2005: Uruguay’da, 170 yıllık sağ hegemonyanın kırılması ve sosyalist bir adayın (Tabare Vazquez) başkanlık seçimlerini kazanması.
Nisan 2005: Ekvador’un Chavez’i olarak değerlendirilen Lucio Gutierrez’in bir halk ayaklanması sonucunda iktidardan düşmesi.
Mayıs 2005: Bolivya’da işçi sınıfının 1,5 yıl önce yarım bıraktığı işi tamamlamak üzere sokaklara döküldüğü ve Carlos Mesa’nın istifa etmesiyle şimdilik yatıştırılan halk ayaklanması.
Ülke | Nüfus (milyon) | Resmi İşsizlik (%) | Yoksulluk Oranı (%) |
Brezilya | 184,1 | 12,3 | 22 |
Kolombiya | 42,3 | 14,2 | 55 |
Arjantin | 39,1 | 17,3 | 51,7 |
Peru | 27,5 | 9,7 | 54 |
Venezuela | 25 | 18 | 47 |
Şil | 15,8 | 8,5 | 20,6 |
Ekvador | 13,2 | 9,8 | 65 |
Bolivya | 8,8 | 11,7 | 70 |
Uruguay | 3,4 | 15,5 | 23,7 |
Gelir dağılımındaki eşitsizliğin had safhaya ulaştığı Latin Amerika’da, nüfusun en zengin %10’luk kesimi toplam gelirden %48 pay alırken, en yoksul %10’luk kesimin payı %1,6’da kalıyor. Yoksulluk sınırının altında yaşayanların oranı kıta ülkelerinin yarısında nüfusun %50’sini geçiyor. Bunun yanında, bu ülkelerin çoğu, petrol gibi, doğalgaz gibi, çeşitli madenler gibi büyük yeraltı zenginliklerine sahipler. Bir yanda muazzam bir zenginlik, diğer yanda korkunç bir yoksulluk.
Bu durum halkın yüzyıllar içinde oluşan isyancı gelenekleri ve genel olarak güçlü olan sol damarla birleşince, elbette sınıf mücadelesinin de şiddetli boyutlarda yaşanmasına ve sık sık devrimci durumlarla karşı karşıya kalınmasına yol açıyor. Ne var ki çağımızın en temel eksikliği, tam da bu tür durumlarda kendini yakıcı bir şekilde hissettiriyor: İşçi sınıfının Bolşevik tarzda örgütlenmiş devrimci önderliği.
Yukarıda da gördüğümüz gibi, çeşitli Latin Amerika ülkelerinde ayaklanan işçi, köylü ve emekçi kitleler, pek çok kez iktidarı almanın eşiğine geldiler. Ama bu yakıcı eksiklik yüzünden her seferinde iktidar ellerinden kayıp gitti ve burjuvazi duruma yeniden hâkim oldu: Arjantin’de devrik başkanın ardından, halk yanlısı politikalar izleyeceği vaadiyle iktidar koltuğuna oturtulan Peronist Kirchner; Brezilya’da başkanlık koltuğuna oturan metal işçisi ve sendikacı Lula; Bolivya’da benzer vaatlerle koltuğa oturan ama 1,5 yıl sonra yine bir halk ayaklanmasıyla koltuğunu terk etmek zorunda kalan Carlos Mesa; Ekvador’da halk ayaklanması sonucu tası tarağı toplayıp kaçmak zorunda kalan sözde halk dostu Guiterrez; ve bugün için diğerlerinden farklı görülen ve halkın gözünde henüz itibarını koruyan Chavez…
Proleter devrim deneylerinin yaşandığı Latin Amerika, yapılan tüm yanlışlardan, tüm eksikliklerden gerekli derslerin çıkarılması açısından bir tür devrim laboratuvarı işlevini görüyor. Reformist kitlesel işçi partileri sevdasının, aşamalı devrim anlayışının bir ifadesi olarak Kurucu Meclis sloganının, caudilloculuğun (caudillo denen diktatörlerin yönetimi) nelere yol açtığını görmek isteyenler, dönüp Latin Amerika’ya bakabilirler.
Kurucu Meclis sloganı
2001 ayaklanması sırasında Arjantin’de başta PO’nun (Partido Obrero=İşçi Partisi) yükselttiği bu slogan, gerek 2003’te gerekse son ayaklanma esnasında, MAS önderliğinde, Bolivya’da gündeme getirildi.
2003 Ekiminde doğalgazın devletleştirilmesi talebiyle büyük bir genel grev dalgası başlatan, yolları kesen, ülkede hayatı felce uğratan Bolivyalı işçi ve köylüler, ABD işbirlikçisi Sanchez de Lozada’yı ülkeden kaçmak zorunda bırakmışlardı. Bir ay boyunca, halkın kendini ilgilendiren tüm kararları oluşturdukları mahalle meclislerinde ve kitlesel sokak toplantılarında aldığı Bolivya’da, tam bir ikili iktidar durumu baş göstermişti. Bu devrimci durum, başını Evo Morales’in MAS’ının çektiği reformistler tarafından iktidarın Lozada ile aynı partiye mensup olan Carlos Mesa’ya teslim etmesiyle sona ermişti. Yarım kalan bu devrim esnasında MAS önderliği, ayağa kalkmış emekçi kitlelere Kurucu Meclis sloganını önermekle yetinmiş ve hareketi burjuva sınırlara hapsetmek için elinden geleni yapmıştı. MAS’ın Carlos Mesa’ya tanıdığı zaman da, devrimin yenilgiye uğratılması ve halkın pasifize edilmesi için gereken zamandan başkası değildi aslında.
1,5 yıl sonra Bolivya tekrar ayağa kalktı. Benzer şekilde, sendikalar, çeşitli işçi örgütleri ve mahalle meclisleri harekete geçti, süresiz genel grevlerle ve yol kesme eylemleriyle tüm üretim ve dağıtım felce uğratıldı ve sonuçta Carlos Mesa, burjuva sistemin bekası için istifa etmek zorunda kaldı. Bu arada, 8 Haziranda, devrim ateşinin merkezi durumundaki El Alto’da, çeşitli sendikalardan, emekçi örgütlerinden ve mahalle meclislerinden 150 temsilcinin katıldığı Bolivya Ulusal Yerli Halklar Meclisinin ilk genişletilmiş toplantısı yapıldı. Toplantıda alınan kararlardan ilk ikisi şöyle:
1. El Alto şehri 21. yüzyıl Bolivya devriminin genel karargâhıdır.
2. El Alto Mahalle Meclisleri Federasyonu (FEJUVE), El Alto Bölgesel İşçi Sendikası (COR), Bolivya İşçi Sendikası (COB), Bolivya Tarım İşçileri Birleşik Sendika Konfederasyonu (CSUTCB), Bolivya Zanaat İşçileri ve Küçük Esnaflar Sendika Konfederasyonu, Bolivya Maden İşçileri Sendika Federasyonu, La Paz Eyaletlerarası Taşıma Federasyonu ve ülkedeki diğer seferber olmuş toplumsal örgütlerin başkanlığında, bir iktidar organı olarak Ulusal Yerli Halklar Meclisinin birleşik bir liderliği yaratılmalıdır.
Hareket bu noktaya gelmişken ve tüm işçi, köylü ve emekçi örgütlerinin katılımıyla bu tür bir meclis talebi yükseltilmişken, Evo Morales “demokratik bir anayasanın oluşturulması için toplanacak bir Kurucu Meclis” diye bağırıyordu. 2001’de Arjantin’de aynı talebi yükselten PO, Kurucu Meclis’in burjuva bir meclis olmadığını kanıtlamak için şunu söylüyordu: burjuvazi asla böyle bir talebi yükseltmez! Gelin görün ki Bolivya burjuvazisinin bundan haberi yoktu ve iktidarının temelli elden gitmesi olasılığıyla yüz yüze geldiğinde canhıraş bir biçimde Kurucu Meclis demeye başladı.
Bugün devrimci hareket, reformistlerin elbirliğiyle yatıştırılmış ve Bolivyalı işçiler yine boş bir bekleme sürecine itilmişlerdir. Bir devrimci durum daha muhtemelen heba edildi, ta ki bir yenisi gelinceye kadar. İşte aşamalı devrimcilerin ve reformistlerin kitleleri sürüklediği nokta budur!
Kurucu Meclis sloganı çok açıktır ki, burjuva devrimini gerçekleştirme aşamasındaki ülkelerde (yani kapitalizme geçme aşamasındaki ülkelerde) bizzat burjuvazi tarafından yükseltilen burjuva demokratik bir slogandır. Bu meclisin hedefi, burjuva demokrasisinin ve parlamenter işleyişin yerleştirilmesi doğrultusunda burjuva bir anayasayı oluşturmak ve ardından seçimlere gitmektir. Bundan bir adım ötesi değil! Fakat ne Arjantin’deki ne de Bolivya’daki durum buna uymaktadır. Bu ülkeler, çeşitli kesintiler yaşansa da, on yıllardır burjuva parlamenter sistemle yönetilen kapitalist ülkeler. Emekçi kitleler “kahrolsun hükümet ve onun parlamentosu” diye sokaklara dökülürken, aslında yolsuzlukların, çürümüşlüğün, yoksulluğun, adaletsizliğin temsilcisi olan bu parlamentoya ve kapitalizme karşı tepkilerini dile getiriyorlardı. Oysa Kurucu Meclis sloganı kitleleri bu taleplerin ve tepkinin çok daha gerisine hapsetmek, onları burjuva sistemin sınırları içinde kalmaya zorlamaktan öte bir anlam taşımıyor.
Demokratik bir burjuva parlamentosundan başka bir şey olmayan Kurucu Meclis talebinin bugün yükseltilmesi tek bir manaya geliyor: “Mevcut burjuva parlamenter rejimi değil, daha güzel, daha demokratik bir burjuva parlamenter rejimi istiyoruz.” Yolsuzlukların, adaletsizliklerin olmadığı, eşitliğe dayanan, daha demokratik bir kapitalizm: reformistlerin kitlelere alternatif olarak sundukları şey budur. İktidarı almaya soyunan kitleleri bu beklentilerle burjuvazinin peşine takmanın tek bir anlamı vardır: devrime ihanet.
Çağımızda, kapitalizmin yol açtığı bütün pisliklere karşı, burjuvazinin iktidarına ve her türlü ayrıcalığına karşı, her türlü eşitsizliğe ve adaletsizliğe karşı tutarlı ve kararlı mücadele verebilecek yegâne sınıf işçi sınıfıdır. Diğer ezilen sınıflar ancak onun şahsında devrimci bir önderliğe kavuşabilirler. İşçi sınıfının, tüm emekçi kitlelerin müttefikliğinde yürüteceği proleter devrim mücadelesi devrimci bir işçi iktidarıyla son bulduğunda, bu devletin iktidar organları, devrim öncesinde yaratılan sovyet türü (işçi konseyleri, meclisleri, şuraları) yapılar olacaktır. Nitekim bu organlar çeşitli düzeylerde gerek Arjantin’de gerekse Bolivya’da oluşturuldular.
Tarih, işçi sınıfının burjuvazinin peşine takılarak yükselttiği ve desteklediği Kurucu Meclis talebini aşalı 100 yıl oldu. 1905 Rus devriminde ortaya çıkan ve 1917’de işçilerin iktidarı almalarının aracı olarak kullanılan sovyetlerin, bu burjuva iktidar aygıtına karşı proletaryanın alternatifi olduğu kanıtlandı. Bugün kapitalizmin bu kadar geliştiği, burjuvazinin bir buçuk asırdır egemen olduğu ülkelerde hâlâ Kurucu Meclis sloganını yükseltmek, kitlelerin kafalarını bulandırmaktan, onları iktidar hedefinden saptırmaktan başka bir şeye hizmet etmeyecektir. Reformistler kendilerini sollayıp geçen işçi hareketini frenlemeye çalışırken, komünistlere iki görev birden düşüyor. Birincisi onların gerçek yüzünü kitleye her şekilde teşhir etmek, işçi hareketini onların boyunduruğundan kurtarmak ve ikincisi proletaryayı daha da ileriye, iktidarı almaya taşımaktır. Bu yapılmadığı oranda daha nice devrim fırsatı reformistlerin elinde berhava edilecektir.
PT: Kitlesel İşçi Partisinin anlamlı bir örneği
Brezilya, Latin Amerika’nın yüzölçümü bakımından en büyük (neredeyse Çin ya da Avrupa kıtasının tamamı kadar), en kalabalık ve en gelişmiş kapitalist ülkesidir. Yoksulluğun, işsizliğin, sefaletin on milyonlarca insanı esir aldığı bu büyük ülke, tam bir çelişkiler denizidir. Yıllarca sağcı iktidarların en acımasız ekonomik ve sosyal politikalarına maruz kalan Brezilya işçi sınıfı, tarihinde ilk kez, 2002’de gerçekleştirilen seçimler sonucunda solcu ve işçi bir başkanla tanıştı. Lula da Silva. Bir metal işçisi ve sendikacı olan Lula, aynı zamanda, 1973’te CIA organizasyonlu faşist bir darbeyle iktidardan devrilen ve katledilen Allende’nin ardından Latin Amerika’nın da uzun yıllardır gördüğü ilk solcu başkandı.
2002’de gerçekleşen seçimlere Brezilya İşçi Partisi PT’nin adayı olarak giren Lula, işçi ve emekçi kitlelerin neo-liberal politikalardan sıtkının sıyrıldığı, kapitalizme ve mevcut burjuva partilere öfkelerinin her geçen gün daha da arttığı bir atmosferde hızla sola kayışlarının bir ürünü olarak, %61 oyla başkanlık koltuğuna oturmuştu. Burjuvazi için büyük bir sürpriz oluşturan bu durum, kuşkusuz PT’nin sosyalizan söylemleriyle yakından bağlantılıydı.
Pek çok sendikayı, sosyalist, Marksist, feminist, aydın çevreyi, topraksız tarım işçilerini, işsizleri, sol eğilimli Hıristiyan kiliselerinin tabanını bir araya getiren ve 1979’da işçi sendikalarının girişimiyle oluşturulan PT, çeşitli sol ve Troçkist çevrelerde bir parti modeli olarak örnek alınmıştı. Dolayısıyla PT’nin galibiyeti sadece Brezilya’da değil tüm dünyada, sol arasında büyük bir sevinç dalgasına yol açtı. Nihayet tabanını işçilerin oluşturduğu, programında “sosyalizm” yazan bir “şemsiye parti”, üstelik Brezilya gibi Latin Amerika’nın kalbi bir ülkede iktidara gelmişti. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı! Neo-liberal politikalar tarihe gömülecekti! İşte sosyalist solun geniş bir kesimi yaşananlara böyle bakıyordu. Ama hayalperestlerin heveslerinin kursaklarında kalması için çok fazla zaman geçmesi gerekmedi.
Aslına bakılırsa PT’deki değişim yıllar öncesinde başlamış ve tamamlanmıştı. Kendisini seçimlere endeksleyen bir parti haline gelmesinden itibaren, partinin sınıfsal yapısı ve yönetim aygıtları da hızlı bir değişim geçirmiş ve PT bir işçi partisi olmaktan çıkmıştı. Yönetim kademeleri küçük-burjuva ve burjuva aydınlar tarafından işgal edilmişti. 1980’lerde sosyalist bir toplum söylemiyle öne çıkan PT, 90’lardan 2000’lere uzanan süreçte bu söylemini giderek yumuşatmış ve nihayet 2002 seçimleri öncesinde, içinde anti-emperyalizm ve sosyalizm geçen tüm ifadeleri parti programından çıkarmıştı. Böylece evlilik öncesi tüm hazırlıklarını tamamlamış, yıkanıp paklanmış, şaşaalı bir düğünle dünya evine girmeye hazır hale getirilmişti. Seçimlerin üzerinden bir süre geçip PT rüştünü ispatladığında, burjuvazinin içi de rahatlamakta gecikmedi. İşçilerin tam desteğini alan, kitlelerde yeni bir umut dalgası yaratan, onların öfkelerini dizginleyen ve bir yandan da neo-liberal politikaları tıkır tıkır uygulayan reformist bir parti: doğrusu bundan iyisi can sağlığıydı burjuvazi için!
2002’den bu yana, özelleştirmelerin ve IMF talimatlarının harfiyen uygulandığı, vergilerin arttırıldığı, ücretlerin düşük tutulduğu, yabancı yatırım çekebilmek için sermayeye her türlü vergi indirimi ve kolaylık sağlanırken halkın yoksulluk, işsizlik gibi temel sorunlarına hiçbir çözüm bulunmadığı koca bir üç yıl geçti. Lula’nın primi burjuvazi gözünde artarken işçi sınıfı gözünde sürekli düşüyor. Ve bir kez daha kanıtlanıyor ki, işçi sınıfının tüm kapitalist devlet aygıtını ortadan kaldırıp iktidarı kendi ellerine almadığı bir ülkede, hükümetteki parti istediği kadar kendisine işçi partisi diyen bir parti olsun, kapitalizmin çarklarına uyum sağlayacak ve işçi sınıfı ve emekçi kitlelere ihaneti kaçınılmaz olacaktır.
PT deneyimi, bir başka açıdan da önem taşıyor. SSCB’nin çöküşünden sonra, hatırlanacaktır, Stalinizmin günahlarının bütün sorumluluğu, daha da gerilere uzatılarak Lenin’e ve Leninist parti anlayışına yüklenmişti. Bürokratizmden, tek seslilikten, diktatörlükten vs. hep o sorumlu idi! Pek çok kesimden ve fikirden daha geniş kitleleri kucaklayan, çok sesli, “demokratik”, yeni tipte bir parti gerekiyordu! İşte PT böyle bir partinin örneği olarak sunuldu ve pek çok Troçkist grup ve çevre tarafından sorgusuz sualsiz desteklendi. Hatta Türkiye’deki ÖDP tam da böyle bir parti olmak üzere inşa edildi ve yine Troçkistler tarafından rağbet gördü. Her ne kadar ÖDP hiçbir zaman PT gibi geniş katılımlı bir parti olamadıysa da, sonuç hem ÖDP için hem de PT için ortadadır.
Leninist parti anlayışı, sınıfın en bilinçli, en militan kesiminin örgütlülüğüne dayanan bir parti anlayışıdır. PT ise, kitlesellik adına, parti örgütlülüğünü küçük-burjuvaziye ve hatta orta burjuvaziye kadar genişleten, çok seslilik adına sınıf perspektiflerinden tümüyle uzaklaşan, giderek sistem içileşen, reformist bir parti anlayışının ürünüdür. PT’nin işçi partisiyle tek alâkası, kurucularının büyük bir kesiminin yükselen bir işçi hareketinin öne çıkardığı işçiler olmasıdır. Sonraki gelişimiyse ortadadır. Bütün bu gelişim çizgisinin de gösterdiği gibi, PT, Leninist parti anlayışının önemini ve devrimci mücadele açısından zorunluluğunu tersinden doğrulayan bir örnek olarak tarihteki yerini almıştır.
Gutierrez’den Chavez’e “zinde” kurtarıcı arayışları
Bolivya’nın en büyük işçi sendikası federasyonu olan ve son iki devrimci durumda da süresiz genel grev ilanıyla devrimci ateşi körükleyen COB’un lideri Solares, Haziranın ilk haftasında, daha suların durulmadığı ve işçilerin yatıştırılamadığı bir atmosferde bir sendikal toplantıya katıldı. Toplantı arasında kendisiyle konuşmak isteyen bir gazetecinin sorularını yanıtlayan Solares, önce işçi ve köylü hükümeti idealinden, planlı ekonomiden, proletarya diktatörlüğünden söz ederek ne kadar da devrimci olduğu mesajını verdi. Gazeteci Solares’e daha önce kitlesel bir sokak toplantısında yaptığı “sivil-askeri hükümet” çağrısını hatırlattığında Solares’in cevabı şöyle oldu: “Ben asla bir askeri darbe çağrısında bulunmadım, ama eğer Venezuela’daki Albay Chavez’inki gibi yurtsever bir askeri hükümet olsaydı, onu ilk ben desteklerdim. Çünkü bu, yoldaş Fidel Castro ile birlikte sosyalizme eğilimli olan devrimci bir hükümettir.” Solares, savunduklarının bir askeri diktatörlük anlamına geleceğini ifade eden Evo Morales’e de Chavez örneğini hatırlatıyordu.
Bütün bunlar, Latin Amerika’da oldukça derin tarihsel kökleri olan caudilloculuğun her fırsatta yeniden hayat bulduğunu gösteriyor. Simon Bolivar’dan Peron’a, Chavez’den Gutierrez’e, “kurtarıcı” önder yaratma ve yüceltme geleneği halen devam ediyor. Venezuela’da devrimci hareket neredeyse Chavez’in kişiliğiyle özdeşleştiriliyor. Ve bu sadece Venezuela ile de sınırlı kalmıyor.
Bolivya’da kızıl kıyamet kopmaya devam ederken, Türkiye’de, tabelâsında “Komünist” sıfatı bulunan kimileri, devrimci Bolivyalılar için “solcu/halkçı programları cesaretle uygulayacak önderliklerin ortaya çıkması” temennisinde bulunuyorlardı. Onlara göre, “Bolivya Chavez’ini arıyor”du! Bu “solcu/halkçı” “yurtseverler”in asker eskilerine merakını bilmeyen yok. Ama Türkiye onları kesmemiş olacak ki, Latin Amerika’ya da el atmaya kalkıyorlar. Her yere bir Chavez! Chavezlerle kurtulur insanlık!
Bilindiği gibi, bu kopyalardan biri geçtiğimiz Nisan ayında Ekvador’da halk tarafından derdest edilmiş ve iktidardan uzaklaştırılmıştı: Lucio Gutierrez. Bu eski subayın mazisi Chavez’e benziyordu. Guiterrez de, başarısız bir darbe girişiminden sonra tutuklanmış ve ordudan atılmıştı. 2000 yılındaki halk ayaklanması sırasında, kilelere verdiği destek sayesinde onların gönlünü kazanan ve kahramanlaşan Guiterrez, çeşitli subaylarla “21 Ocak Yurtsever Topluluğu” adlı bir siyasi parti kurdu. 2002 Kasımında yapılan başkanlık seçimlerini ise %55,5 oyla kazandı.
Ne var ki Chavez’le can ciğer kuzu sarması olan bu “yurtsever” kahramanın, halkı isyan ettiren azgın kapitalist politikaları izlemeye başlaması için çok zaman geçmesi gerekmedi. 2003’te IMF ile yapılan anlaşmaya göre, 2007’ye kadar tüm ücretler dondurulacak, kamu sektöründe 120 bin işçi işten atılacak, benzin fiyatları %375 arttırılacak, elektrik, petrol, telekom, su vb. özelleştirilecek, kamu sektörüne grev hakkı tanınmayacaktı. İki yıl içinde halk desteğini neredeyse tümüyle yitiren Gutierrez büyük bir grev dalgasıyla karşılaştı. Ve sonunda, Nisan 2005’te, on binlerce işçi ve emekçinin sokakları işgal edip parlamentoyu basmasının ardından istifa edip Brezilya’ya kaçtı. O da Chavez gibi pek “halkçı”ydı, her uluslararası toplantıda, Chavez’le, Lula’yla, Kirchner’le birlikte gülücükler dağıtırdı Latin Amerika halklarına. Ama kıymeti bilinemedi!
Chavez, gadre uğrayan dostunun ardından, Guiterrez’i ayaklanan halka karşı savunmayan Ekvador ordusunu suçladı. “Silahlı kuvvetlerin görevi, anayasayı ve seçilmiş hükümeti savunmak”tı! Chavez Ekvador’da olanları, kendisine karşı girişilen 2002 Nisan darbesine benzetti ve Guiterrez’in demokratik yollardan gitmesi gerekiyordu diyerek halka “demokrasi” dersi verdi! Halkın kendisini savunmasından son derece memnun olan Chavez, aynı halk benzer meşrepten bir politikacıyı devirmek üzere sokaklara döküldüğünde “demokrasi” silahına sarılıyordu. Ne de olsa kitleler hadlerini bilmeli, sınırı aşmamalılardı!
Chavez’in sosyalizmi
Kitle hareketini böylece burjuva demokrasisi çerçevesine oturtmaya çalışan ve kabından taştığında pek öfkelenen Chavez, bu yıl başından beri kendine yeni bir misyon edindi: Venezuela’yı “sosyalizm yolunda ilerletmek” ve “21. yüzyılın demokratik sosyalizmini inşa etmek”!
Chavez ilk olarak, 2005 Ocağında Brezilya’da Dünya Sosyal Forumu vesilesiyle yaptığı konuşmada sosyalizmden dem vurmuştu: “Her geçen gün daha fazla inanıyorum ve hiç şüphem yok ki, pek çok aydının söylediği gibi, kapitalizmi aşmak zorunludur. Fakat kapitalizm kapitalizmin içinden değil, sosyalizm sayesinde, eşitlik ve adaletin olduğu gerçek sosyalizm sayesinde aşılabilir. Ama yine inanıyorum ki bunu demokrasi altında yapmak mümkündür, fakat Washington’un dayattığı tipte bir demokrasi değil.”
“Her şeyin başına, makineleri veya devleti değil insanı koyan, insancıl bir sosyalizm” diyen Chavez, 1 Mayıs konuşmasında da benzer şeyler söyledi: “Hedeflerimizi kapitalizmle başarmamız ya da bir ara yol bulmamız olanaksız. Bütün Venezuela’yı yeni yüzyılın sosyalizmi yolunda yürümeye çağırıyorum.”
Bütün ışıltılı ve etkileyici açıklamalarına rağmen Chavez milliyetçi bir reform programı uygulamaktan bir adım öteye gitmedi. İşçi hareketinin gelişim düzeyi elbette Chavez’i çok daha ileri gitmeye itiyor. Devasa bir kağıt fabrikası olan Venepal’in devletleştirilmesi ve işçilerin yönetime dahil edilmeleriyle başlayan dalga da bu işçi basıncının bir ifadesidir. Bugün işçiler çok daha fazla fabrikada aynı girişimde bulunuyorlar ve işçi yönetimi talebini yükseltiyorlar. Chavez hareketi belli sınırlar içinde tutabildiği için, bugün bu kadarına razı görünüyor. Çünkü şimdilik her şey kendi denetiminde. Ama işçi sınıfı hareketi yarın onu aşmaya kalktığında neler olacağı da sır değil.
Chavez’e özgü “21. yüzyıl sosyalizmi”, 150-200 yıl öncesinin burjuva devrimciliğine dayanıyor: bu devrimciliğin önde gelen isimleri Simon Bolivar, Simon Rodriguez, Ezequiel Zamora idi. Bunların elbette sosyalizmle ilgileri yoktu, olması da beklenemezdi. Çünkü o dönem bir burjuva devrimler çağıydı. Bu önderlerin hepsi de Fransız devriminin “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” taleplerini sahipleniyorlardı. Marksistler bu taleplerin, burjuvazinin halk kitlelerini peşine takmak için öne çıkardığı ve kapitalizm altında gerçek anlamıyla asla uygulanamayacak talepler olduğunu bilirler. Oysa Chavez’e göre Marksizmin doğrularıyla bu önderlerin doğruları birbiriyle çelişmez ve bu burjuva önderlerin doğruları Marksizmin Latin Amerika’ya uygulandığı bir sentezi ifade ederler. Tıpkı bizdeki sol Kemalistlerin, Kemalizmin doğrularıyla Marksizmin doğrularını uyuşturma, kaynaştırma çabaları gibi! Genel bir hümanizme dayanan sınıflar üstü bir sosyalizm! Daha açıkçası, sorunsuz bir kapitalizm!
Sosyalizmden söz etmeye başlayan Chavez’in Marx, Engels ya da Lenin’i hiç anmayıp Castro’yla yetinmesi de bu açıdan anlamlıdır. Çünkü Chavez sosyalizmi bir ulusal kalkınma ve bağımsızlık programı olarak görüyor ve bu nedenle de Küba ve Castro’yu örnek alıyor. Dünya şimdiye kadar bunun sayısız örneğini gördü. İşçi sınıfı, Baas rejimlerinden tutun da Afrika’nın “sosyalist” sıfatlı milliyetçi önderliklerine varıncaya kadar, yıllarca koyu bir gerilik ve baskı altında “sosyalizmi yaşamaya” mecbur edildi.
Venezuelalı işçiler ve emekçiler, ülkenin, hatta Latin Amerika’nın zenginliklerinden eşit şekilde yararlanmak, çalışacak iş, işleyecek toprak, yatacak konut, yiyecek aş, giyecek giysi, okuyacak okul, gidecek doktor bulabilecekleri, ezenlerin değil ezilenlerin demokrasisinin uygulandığı, kendilerinin yönettiği bir devlet istiyorlar. Bu devletin örneği Küba değil, Ekim devrimiyle yaratılan işçi devletidir ve bunun yolu Chavez’den değil, işçilerin kendi devrimci partileri önderliğinde iktidarı alma mücadelesinden geçmektedir. Kuşkusuz bu da, devrimci Marksistlerin yaşananları doğru bir şekilde değerlendirmesine ve devrimci, Bolşevik bir önderliğin inşası görevini vakit kaybetmeden yerine getirebilmesine bağlıdır.
Latin Amerika’da birbirinin peşi sıra yaşanan devrimci durumlar, aynı zamanda bu ülkelerde işçi ve emekçi kitlelerin yaşadığı hiçbir sorunun kendine özgü sorunlar olmadığını, hepsinin temelinde bir dünya sistemi olan kapitalizmin yattığını gösteriyor. Sorunlar da çözüm yolu da bir ve aynıdır. Latin Amerika’da pek çok devrimci akım (bunlara ulusal kalkınmacı burjuva solları da eklenebilir), Simon Bolivar’ın 200 yıl önceki düşünü, yani birleşik bir Latin Amerika yaratma düşünü paylaşmaktadır. Simon Bolivar’ın bu düşü kapitalist temellerde bir birliği öngörüyordu ve şansı olmadığı yaşam tarafından kanıtlandı. Ama kapitalist temellerde, ulus-devletlerin varlığı ve rekabeti nedeniyle bir düş olmaya mahkûm olan birleşik Latin Amerika, işçi sovyetleri temelinde hem mümkün hem de kaçınılmazdır. Bir sinir ağı gibi birbirine bağlı bulunan kıta ülkelerinin kurtuluşu, bu tür bir birlikten geçiyor. Latin Amerika İşçi Sovyetleri Cumhuriyetinin dünya devrimi yolunda atılmış en büyük adımlardan biri olacağına hiç şüphemiz yok!
link: İlkay Meriç, Latin Amerika Bolşevik Önderliğini Arıyor, 3 Temmuz 2005, https://marksist.net/node/84
AB Sorununa Sol Nasıl Yaklaşıyor?
Fabrikadaki yangın ve düşündürdükleri