İmralı adasına gerçekleştirilen ziyaretler ve Öcalan’ın Newroz mesajı ile birlikte, Kürt sorununda başlamış olan müzakere süreci yeni bir aşamaya yükseldi. Kürt sorununun çözümü konusu, gündemin nerdeyse tamamını işgal eden bir numaralı konu haline geldi. Bütün medya tümüyle bu konuya odaklanmış durumda. Adeta saati saatine son gelişmeler takip edilmekte, tarafların çeşitli açıklamaları satır satır izlenip, aktarılmakta ve analiz edilmekte. Haber bültenleri, tartışma programları, köşe yazıları dört bir koldan konuyu ele alıyor.
Birkaç ay öncesine kadar savaşın gelişmeleri konuşulurken, Öcalan’ın idamından, BDP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasından söz edilirken ve Öcalan mutlak bir tecrit altında adeta sahneden silinmek istenirken, şimdi Diyarbakır’da bir milyon kişinin katıldığı Newroz mitinginde Öcalan’ın mektubunun alenen okunduğu ve neredeyse tüm haber kanallarının da bunu naklen verdiği, tüm ülkede nefeslerin tutulup bunun pürdikkat dinlendiği bir atmosfere geçilmiştir. Dahası, ülkenin başbakanı, okunan mesajı “olumlu” bulduğunu açıklamıştır.
Bu süreç çerçevesinde ortaya çıkan irili ufaklı sayısız gelişme toplandığında ciddi bir değişim sürecine girilmiş olduğu aşikârdır. Söz konusu süreç, kısa vadede tarafların beyan ya da ima ettiği hedeflere ulaşsın ya da ulaşmasın, işin sonunda Türkiye’de ciddi bir değişim yaşanmış olacaktır. 2014 yılında yapılacak olana seçimler ve olası anayasa referandumunun ardından 2015 yılına gelindiğinde, Türkiye’de her halükârda farklı bir siyasal denklem ortaya çıkmış olacaktır. Bunu iyi görmek gerekiyor. Üstelik bu sadece Türkiye ile sınırlı kalmayacak, başta Suriye ve Irak olmak üzere yakın bölgede önemli yansımalar doğuracaktır. Öcalan mesajında yeni bir tarihi dönem açılıyor derken bir doğruya temas etmektedir.
Bir büyük Türk-Kürt ittifakından giderek daha fazla bahsedildiğini görüyoruz. Bu gerek çeşitli hükümet sözcülerinin ve daha genel anlamda çeşitli burjuva ideologlarının, gerekse Kürt hareketinin çeşitli sözcülerinin beyanlarında yansımaktadır. En son Öcalan’ın Newroz mesajında da bu nokta alenen ve çok net olarak tescillenmiştir. Ancak Türk burjuvazisinin bu ittifakı emperyalist hamlelerini güçlendirecek bir payanda olarak gördüğü açıkken, Kürt hareketi açısından ise bu, Kürt sorununun çözülmesinin aracı olarak görülmektedir. Bu yolun sonunda Kürt sorununun gerçek anlamda bir çözüme kavuşup kavuşmayacağı konusunda şimdiden kesin bir şey söylenemez.
Öcalan’ın çizdiği perspektif
Tüm bu süreçte Öcalan’ın kilit bir rol oynadığı, hatta Erdoğan’la birlikte başrolde olduğu açıktır. Ülkede yıllardır adeta bir nefret sembolü haline getirilmiş, şeytanlaştırılmış bir kişinin Newroz’da okunan mesajı tüm ülkeyi kilitlemiş, medya ve onun aracılığıyla herkes pürdikkat bu mesajı dinlemiştir. Bu bir tabunun yıkılışını, resmi ideolojinin koca bir efsanesinin de hazin bir çöküşünü ifade etmektedir. Faşistlerin ve Kemalistlerin isterik nöbetler geçirmeleri boşuna değildir. Öcalan’ın Türkiye’deki en önemli siyasal aktörlerden biri olduğu artık açıkça ortaya çıkmıştır.
Öcalan’ın Diyarbakır Newroz’unda okunan bildirisi bir dönüm noktasını işaretlemektedir. Sızan diğer bilgilerle birlikte bildiriye içeriği açısından yaklaşacak olursak, burada üç boyut asıl olarak öne çıkmaktadır. Birincisi Öcalan’ın Kürt sorunu için önerdiği çözüm formülasyonu ya da çerçevesi. İkincisi Öcalan’ın sunduğu genel politik perspektif. Üçüncüsü ise somut çözüm süreci bağlamında ortaya koyduğu plan ya da rota. Bu hususlara çok kısaca değinelim.
Henüz ayrıntıları ilan edilmemişse de Öcalan’ın ortaya koyduğu programın özünde 1920 meclisindeki ve 1921 anayasasındaki çerçevenin yattığı anlaşılıyor. Aslında Öcalan’ın bunu uzun zamandır savunduğu biliniyor. Bunun Kürt hareketi açısından işlevli bir yaklaşım olduğu teslim edilmelidir. Zira TC’nin kuruluş sürecine takıntılı bir bağlılık sergileyen politik unsurların ideolojik argümanlarını boşa düşürücü niteliktedir. Genel hatlarıyla konuya bir özerklik çerçevesinde (açıktan zikredilmese de) yaklaşan Öcalan’ın, Birinci Meclis döneminin hasıraltı edilen bu boyutlarını öne sürmesi anlaşılabilir bir şeydir.
Yeni anayasada milletin Türk olarak adlandırılmaması, sadece “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı”ndan söz edilmesi, anadilde eğitimin önünü baştan açıkça tıkamayacak düzenlemeler ile ayrıca yerel yönetimlerin güçlendirilmesini sağlayacak bazı yasal düzenlemelerin yapılması, seçim barajının düşürülmesi, terör yasalarında bazı düzeltmelerin yapılması, yakın dönem için Öcalan ve Kürt hareketi tarafından yeterli görülmektedir.
Öte yandan Öcalan genel bir politik perspektif de ortaya koymaktadır. Bu perspektif Ortadoğu’da büyük bir Türk-Kürt ittifakı perspektifidir. Bu perspektif programatik boyutla da iç içe olarak Misak-ı Milli hedefinin yeniden dillendirilmesini doğurmuştur. Öcalan ve Kürt hareketinin diğer temsilcileri son günlerde Misak-ı Milli sınırlarından bolca söz etmektedirler.
Öcalan bu perspektifi temellendirmek için, Türkler ve Kürtler arasında İslamın oluşturduğu ortak paydaya ve uzun mirasa göndermeler de yapmıştır. Öcalan’ın bu tür pragmatik jestlerinin özel hiçbir ağırlığı ve önemi olmadığını görmek zor değildir. Ne Kürt hareketi ne de onun yönlendiriciliği altındaki geniş kitleler İslamcılaşmaktadır. Bu tür sözler pragmatik bir lider olarak Öcalan’ın asıl olarak politik iktidara ve onun geniş toplumsal tabanına yönelik yumuşatma mesajlarıdır. Aslında Öcalan benzer bir şeyi hemen tüm politik kesimlere karşı yapmaktadır. Sola da, kadın hareketine de, Alevilere de, Fethullah Gülen’e de… Bunun son örneği 30 Mart dolayısıyla ilettiği Kızıldere mesajı olmuştur sözgelimi. Mahirleri ve Denizleri saygıyla anan Öcalan barış sürecini onlara ithaf ettiğini söylemiştir. Dolayısıyla bu tür mesajlara somut olarak özel anlamlar yüklemek gereksizdir.
Türkiye kapitalizmi Kürt sorunu nedeniyle daha fazla ilerleme kaydetmekte zorlandığı gibi, çok ciddi kayıplarla karşılaşma riskiyle de yüz yüzedir. İşte bu zemin üzerinde karşılıklı tavizlerle bir mutabakatın genel çerçevesinin oluştuğu anlaşılmaktadır. Türkiye burjuvazisi “Türkiye’nin büyümesi”ni isterken, Kürt tarafı da Kürt sorununun çözülmesini istemektedir. Marksistler açısından temel mesele, Kürt emekçiler için ulusal sorunun çözüme kavuşması ve sınıf mücadelesinin önündeki bariyerlerden birinin ortadan kalkması, Türk emekçiler için de felçleştirici bir etki yapan şoven gözbağının çözülmesidir.
Sürecin somut ilerleyişi bağlamında ise, Öcalan silahlı mücadelenin sona erme aşamasına geldiğini duyurmuştur. Buna istinaden de PKK, zaten sürecin başlamasından itibaren içinde bulunduğu fiili durumu resmileştirerek ateşkes ilan etmiştir. Yine PKK, Newroz öncesinde Öcalan’ın önceki çağrısına uygun olarak elindeki tutsakları da serbest bırakmıştır. Böylelikle bir barış süreci fiilen ve resmen başlamış görünmektedir. Gelinen noktada somut olarak ilk aşamada silahlı güçlerin sınır dışına çekilmesinin öngörüldüğü anlaşılıyor. Bugünlerde bunun nasıl olacağı üzerine tartışmalar yürümekte. Bu noktada Öcalan’ın büyük bir risk alarak Oslo’dan bu yana önemli bir geri adım attığını tespit etmek gerekiyor. Oslo’da, geri çekilme süreciyle anayasal düzenlemelerin eşzamanlı ya da paralel olarak yürütülmesi söz konusuydu. Hükümet korkaklığı ve basiretsizliği nedeniyle bunu göze alamamıştı. Şimdi ise Kürt hareketi bu noktada bir adım daha atmakta ve temel talepler açısından hiçbir anayasal düzenleme yapılmaksızın silahlı güçleri geri çekmeyi, ya da en azından buna başlamayı kabul etmektedir.
Geri çekilmeden sonra ikinci aşamada ise, şayet hükümet sözünü tutarsa birtakım yasal ve anayasal düzenlemeler yapılacak. Bunun ardından üçüncü aşamada da silahların tümden bırakılacağı söylenmekte. Öcalan “artık silahlar sussun, siyaset konuşsun” demekte, yeni dönemin silahlı değil, “demokratik mücadele” dönemi olacağını belirtmektedir.
Düzen cephesi, yalanlar ve gerçekler
Süreci kendi kontrolünde yürütme gayretindeki hükümet bir propaganda kampanyası yürütmektedir. Bu kampanya, saklama, geçiştirme ve örtmece gibi yöntemlerin yanı sıra doğrudan yalanlar da içermektedir. Oysa Kürt sorunu gibi köklü bir sorunun çözümü için yüzyıllık yalanların teşhiri temelinde güçlü bir kardeşlik propagandasına, açıklığa, gerçek bir tartışma seferberliğine ihtiyaç vardır. Hükümetin süreci büyük ölçüde sinsice yürütme gayretkeşliği, yüzyılın birikmiş şoven önyargılarının kırılma sürecini sekteye uğratmakta, sürecin bütününü riske sokmaktadır.
Örneğin mevcut aşamada hükümet meseleyi sadece silahlı güçlerin sınır dışına çekilmesiymiş gibi sunmaktadır. Oysa işin bundan ibaret olmadığı ve olamayacağı açıktır. Hükümet ne gibi hususları müzakere konusu ettiğini bu noktada büyük oranda gizlemektedir.
Üstelik hükümet, meseleyi sadece silahlı çatışmanın son bulması gibi sunmasına rağmen, bir savaş yaşandığını ve yenişemeyen tarafların sonunda doğal olarak masaya oturup müzakere yaptığını da kabul etmiyor. Belli ölçüde Öcalan hariç tutulmak üzere, Kürt hareketi hâlâ açıkça muhatap sayılmamakta, aşağılanmakta, adeta yokmuş gibi davranılmaktadır. Karşı tarafı öcü gösterme çabası, tepeden bakan buyurgan üslup, lütufta bulunuyormuşçasına tavırlar hâlâ devam ediyor.
Bu vesileyle önemli bir noktaya dikkat çekmenin yeridir. Düzen medyası ve AKP çevreleri bu süreçte Erdoğan’ın çok büyük risk aldığından söz etseler de, bu söylem büyük ölçüde bir abartı ve aldatmacadır. Zira asıl risk alan Öcalan ve Kürt hareketidir. Hükümet somut olarak şu ana kadar yaptığından farklı olarak ne yapmaktadır? Kürtlere herhangi bir özel hak verilmiş değildir. Üstüne üstlük silahlı güçler hiçbir şey verilmeksizin sınır dışına çekileceklerdir. Hükümetin Öcalan ile görüşmelerde birtakım sözler verdiği muhakkaktır. Ama hükümet herhangi bir bahaneyle silahlı güçler sınır dışına çekildikten sonra vaatlerini yerine getirmezse bundan dolayı uğrayacağı hiçbir politik zarar yoktur. Aksine büyük bir kazanç sağlamış olacaktır. O nedenle, savaşan iki güçten birisi, somut hiçbir şey almaksızın mevzilerini terk etmeye hazır olduğu halde, hükümetin “büyük” risk aldığından söz edilmesi arsızlığın daniskasıdır.
Diğer taraftan, asker-sivil statükocu bürokrasinin beli kırıldıktan sonra ortada öyle gösterilmek istendiği kadar büyük bir siyasi riskin olduğunu söylemek bir abartıdır. Çünkü gerçekten geçmişteki burjuva siyasetçiler için asıl risk “Ergenekon”du. Ve Kürt sorununda birtakım adımlar atmak isteyen tüm burjuva siyasetçiler bunun bedelini ödemişlerdir. Bugünlerde Ergenekon davasının savcı mütalaasıyla birlikte sonlanma aşamasına gelmesi de sembolik bir çakışmadır.
“Risk” bahsine dönecek olursak, düzen cephesi ve Erdoğan açısından asıl risk böylesi bir barış girişimini başlatmaması halinde doğacaktı. Aynı minvalde bir başka nokta da, her şeyin hükümetin lütfu ve yüce iradesiyle yapıldığı yolunda çizilen sahte tablodur. Halbuki hükümetin bu yeni sürece girişmesinin dolaysız sebebi, sıkışması ve ciddi risklerle karşı karşıya gelmiş olmasıdır. Bu nedenle bilinçli işçilerin hükümetin ve medyanın yürüttüğü demagojik risk propagandasına ve karartmaya karşı uyanık olmaları gerekir.
Hatırlayalım: Oslo sürecinin temelde hükümetin acemiliği, aculluğu ve korkaklığı nedeniyle çökmesinin ardından, ağır bir devlet terörü ve savaş evresine girildi. Bazı akıl hocalarının da etkisiyle bu yolla bir sonuç alınabileceği ya da en azından mevzi kazanılabileceği zehabına kapılındı. Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı. Onca biçme ve sindirme harekâtına rağmen, Kürt hareketi savaşta başarılar elde etti, yer yer saha hâkimiyeti kazandı, Suriye’de devletleşme yolunda çok önemli mevziler kazandı, Türkiye’de toplumsal tabanı daha da genişledi ve Kürt halkının psikolojik kopuşu kritik bir noktaya doğru hızla yaklaşmaya başladı. AKP’nin önde gelen isimlerinden Mehmet Ali Şahin şimdi bu son noktayı açıkça itiraf ediyor: “Doğu ve Güneydoğu’da vatandaşlarımızdaki aidiyet duygusunun yavaş yavaş zayıfladığını müşahade ediyoruz. Anketler de onu gösteriyor. (…) Sayın Başbakanımız ve hükümetimiz çok önemli bir risk üstlenmiştir. Bunu ülkemizin bekası için yapmıştır.”
Bu sözler açık bir ikrardır. Dolayısıyla, tüm bunlar ve Irak’taki gelişmeler de bir araya geldiğinde devletin son dönemdeki savaşçı yönelimi tam bir batağa doğru ilerlemekteydi. İşte bu sıkışmışlık, hükümeti, bir seçim yılı olacak olan 2014 bastırmadan, bir an önce adım atmaya sürükledi. Bugün yaşanan sürecin dolaysız anlamda sebebi hikmeti budur.
Ama öte yandan hükümet, sıkışmışlığını çok yönlü bir fırsata da çevirmek istemektedir: Hem ileride Irak ve Suriye Kürdistanı ile entegrasyon fırsatı, hem de içeride başkanlık sistemine geçme fırsatı; böylece Türkiye kapitalizmine yeni sıçramalar yaptırma ve emperyalist hiyerarşide daha üst basamaklara yükselme fırsatı! İşte Öcalan’ın sunduğu perspektif, hükümet açısından bu olasılıkların güçlenmesi anlamına gelmektedir. Bu şekilde hükümet, sıkışmışlık, emperyalist iştah ve başkanlık ihtirası kıskacında söz konusu yeni süreci başlatmıştır.
En başta vurguladığımız üzere yeni bir dönemin eşiğindeyiz. İşçi sınıfı Kürt halkına yönelik haksız savaşın sona ermesini, barışın gelmesini ve ezilen Kürt halkının ulusal demokratik özlemlerinin giderilmesini tümüyle desteklemelidir. Bu Türk ve Kürt emekçiler arasında kardeşliğin ve birliğin tesisi açısından temel önemdedir. Ancak bu süreçte Türkiye burjuvazisi tarafından Ortadoğu’da yeni savaşlar ve kan banyoları için bir zemin yaratılmak istenmesi olasılığına karşı da, mücadeleye hazırlıklı ve uyanık olmalıyız. Barışa ve Kürt halkının ulusal demokratik özlemleri doğrultusunda çözümlere evet, burjuvazinin emperyalist maceralarına hayır!
link: Levent Toprak, Yeni Bir Dönemin Eşiğinde, Nisan 2013, https://marksist.net/node/3220
Marksizmin Aydınlattığı Gerçekler /II
Burjuvazinin Saldırıları ve Yaklaşan 1 Mayıs