Kapitalist sistemin derin krizi hemen tüm büyük ölçekli gelişmelerde kendisini gösteriyor. Yeryüzündeki hiçbir önemli siyasal-toplumsal hadise bu krizden bağımsız olarak anlaşılamaz, açıklanamaz. Bu kriz, sistemin daha önceki krizlerini aşan, onun tarihsel krizidir. İşte geçtiğimiz hafta sonu Kanada’nın Quebec kentinde yapılan G7 zirvesinin bir krizle sonlanmasının altında yatan temel olgu da bu gerçekliktir. Bu yönüyle G7 krizi tarihsel sistem krizinin her geçen gün artan belirtilerine eklenen yeni bir belirti olarak önümüze çıkıyor. Rusya ve Çin gibi özgün konumu bulunan güçler hariç olmak üzere, emperyalist-kapitalist sistemin hiyerarşisinde en tepede bulunan ülkelerden oluşan ve zenginler kulübü olarak da adlandırılan G7’nin son zirvesi açık bir dalaşma ve anlaşmazlıkla sonuçlandı. Bu şimdilik herkesin birbirine girdiği bir dalaşma değil, bir tarafında ABD’nin diğer tarafında geri kalanların topluca konumlandığı bir dalaşma. Zirveye ilişkin olarak dünyaya servis edilen ve şimdiden tarihe geçecek gibi görünen fotoğraf bu durumu eşine az rastlanır bir açıklıkla gösteriyor: Masanın bir tarafında, oturur vaziyette ve kollarını kavuşturmuş “ben anlamam arkadaş” havasındaki Trump, diğer tarafında ise hepsi ayakta duran ve onun üzerine eğilmiş, muhtelif surat ifadeleriyle dert anlatmaya çalışır vaziyette diğer burjuva liderler…
Peki, ne oldu? Çokça yazılıp çizildiği gibi, anlaşmazlık konusu Trump liderliğindeki ABD’nin çelik ve alüminyum ithalatına koyduğu gümrük vergilerini yükseltmesiydi. Bu hamle diğer G7 bileşenlerini ve Türkiye de dahil olmak üzere dünyanın birçok ülkesini etkileyen bir hamleydi. Sayısız metanın temel bileşeni durumundaki bu önemli maddelerin (maliyete eklenen ilave vergiler nedeniyle) fiyatlarının yükselmesi demek, bu ürünleri ihraç eden tekellerin ve ülkelerin rekabetteki avantajlarını yitirmeleri ve önemli kayıplara uğraması demek. Zaten Trump’ın somut amacı da ABD’li yerli tekellerin rakipleri karşısında elini güçlendirmek ve ABD’nin büyük dış ticaret açığını azaltmaktı. Zirve öncesinde de sırasında da diğer emperyalist güçler Trump’ı kararından vazgeçirmeye uğraştılar ama sonuç alamadılar. Zirve bitmeden Kanada’yı terk eden Trump bir yandan Kanada başbakanına ağır hakaretler ederken diğer yandan zirve sonuç bildirgesini de imzalamayacağını açıkladı.
Bu, Trump’ın aynı doğrultudaki adımlarının sadece sonuncusuydu. Buna gelmeden önce Trump yeryüzündeki en önemli serbest ticaret anlaşmaları arasında yer alan Trans-Pasifik Ortaklığından (TPP) çekildi, Meksika ve Kanada’yı içeren ve bir zamanlar davulla zurnayla reklâm edilen Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması NAFTA’dan çıkmak ya da onu kendi isteği doğrultusunda değiştirmek üzere diğerlerine restler çekti. Burjuva uzmanlar çelik ve alüminyuma uygulanan gümrük vergilerinin yükseltilmesini NAFTA’dan çekilme adımı için hazırlık olarak yorumluyorlar. Yine hatırlamak gerekir ki, Trump bunların yanı sıra, bir çevre ve ekoloji meselesi olmaktan çok, doğrudan doğruya sanayiyi ve ekonomiyi ilgilendiren, bu çerçevede sınırlamalar (“maliyet”) getiren bir konu olan Paris İklim Anlaşmasından da çekilmişti. Aslında Trump yönetiminin Birleşmiş Milletler örgütüne dönük politikası da aynı kapsam içine koyulabilir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında bizzat ABD emperyalizminin hegemonyasında tesis edilen tüm uluslararası sistem şimdi ABD’nin aşınan hegemonyası nedeniyle bir ayak bağına dönüşüyor ve Trump ile beraberindeki güçler bu engelleri ortadan kaldırmaya veya azaltmaya çalışıyor.
Burada akla gelen soru şudur elbette: neden dünyanın en büyük ekonomik, siyasi ve askeri gücü olan ABD böyle “bel altı” yollara, böyle kabadayı yöntemlerine başvuruyor? Çünkü buna mecbur! Bu mecburiyet ABD’nin özellikle iktisadi planda hegemonyası aşınan, gerileyen bir güç olmasından kaynaklanıyor. Bu hegemonya erozyonunu bertaraf etmek için ABD uzun yıllardır çeşitli plan ve projeler oluşturuyor, denemeler yapıyor, çaba harcıyor. 1990’ların başlarındaki Yeni Dünya Düzeni projelerinden tutun, neocon olarak adlandırılan oğul Bush’un ekibinin Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi diye markalaştırılan planlarına kadar bu çizgi gündemde olmuştur. Birbiri ardı sıra gelen yönetimler, kendi tarz ve üsluplarıyla, öncelik verdikleri boyutlar ve vurgularıyla farklı görünseler de aslında temel olarak hep bu ajandayı takip etmeye çalıştılar. Ronald Reagan’dan tutun, Trump’a kadar gelen uzun dönemde araya giren Clinton ve Obama yönetimlerinin görünüşteki farklı vurguları işin özü konusunda yanıltıcı olmamalıdır.
İşte Trump bu çabalar zincirinin kaba da olsa son halkasını temsil ediyor. O, çok şey anlatan ve programının özünü ifade eden “önce Amerika” sloganıyla bu zincire eklenmiştir. Trump’ın getirdiği “yenilik”, ABD’nin erozyona uğrayan hegemonyasını ihya etmek için kullanılan araçlara gümrük tarifelerini yükseltme silahını ve uluslararası ilişkiler alanında kendisinin geçmişte başlıca kurucusu ya da hamisi olduğu kurumların altını oyma yöntemini eklemesi olmuştur.
Devletler arasında gümrük vergileri konusu daima zorlu müzakerelerin, dayatmaların konusu olmuştur. Ama ABD ekonomik planda şimdiye kadar zaten üstün olduğu alanların ürünlerini liberal ticari serbestlik argümanlarıyla dayatıyor ve çoğunlukla başarılı oluyordu. Şimdiki durumda ise ABD’nin, teknolojisinin nispeten geri kaldığı, diğerleri kadar verimli olamadığı alanlarda bu sektörleri korumak amacıyla müdahalesi söz konusudur. Durum şu ki, bu alanların büyüklüğü artmış ve ABD toplamda hızla büyüyen bir dış ticaret açığıyla karşı karşıya kalmıştır. Dahası ABD’nin dev otomobil sektörü örneğinde olduğu gibi, bu sektörlerin çöküş ihtimali güçlenmektedir. Bu durumun ABD içinde zaten bir süredir hareketlenmeye başlayan sınıf mücadelesi dinamikleri açısından ayrıca kaygı verici görüldüğüne şüphe yoktur. Trump’ın ticari argüman ve hamlelerini sıklıkla Amerikan işçisi ve köylüsüne atıfta bulunarak savunması boşuna değildir. Tıpkı göçmen işçileri hedef alan argümanları ve girişimlerinde olduğu gibi, çalışma ve geçim koşulları ciddi gerilemelere maruz kalan Amerikan proletaryasının gönlünü kazanmaya çalışmaktadır.
En gelişmiş ve dünya ekonomisine hükmeden pozisyondaki kapitalist ülkeler arasında bu tür gümrük vergisi silahlarının çekilmesi 1930’lardan bu yana görülen bir şey değildi. Esasen dünya ticareti o dönemden bu yana genel olarak hep genişleyici yönde ilerlemiş, gümrük duvarları tarihsel olarak aşağıya doğru çekilmişti. Bununla bağlantılı olarak da uluslararası ticaret hacmi dünya ekonomik büyümesinden genel olarak daha hızlı büyümüştü. Şimdi gelinen noktada Trump liderliğinde ABD’nin bu yönteme başvurma işaretleri vermesi, aslında tam da kendi başına bir büyük kriz içinde olunduğunun, bir savaş konjonktürünün söz konusu olduğunun belirtisidir. Nitekim Macron da zirve öncesinde, Trump’ın aldığı karar dolayısıyla, “Bu karar sadece kanunsuz değil, aynı zamanda birçok bakımdan yanlıştır da. Ekonomik milliyetçilik savaşa yol açar. 1930’larda yaşanan şey tam da budur” demekle bu ilişkiyi ifade etme gereği duymuştur. Ama Macron’un savaşı sanki geleceğin işiymiş gibi koyması gerçeklerle alay etmekten başka bir şey değildir. Zira dünyanın birçok köşesinde yıllardır yürümekte olan emperyalist savaşın alevleri milyonlarca emekçi yoksulun hayatına yıkım üstüne yıkım getirmektedir.
Ancak ABD’nin dış ticaret alanındaki bu hamlelerinin arkasından tüm dünyayı bir korumacılık ve yükselen gümrük duvarları dalgasının saracağı konusunda aceleci hükümler vermek doğru olmayacaktır. Her ne kadar AB’nin Trump’a diş göstermek maksadıyla bazı misilleme adımları atması mümkünse de, bugün kapitalist dünya ekonomisinin ulaştığı entegrasyon düzeyi ve derinliği ile 1930’larınki arasında büyük farklar vardır. Mevcut şartlarda korumacılığın zemin tutması eskiye göre çok daha zordur. Kapitalizmin uluslararası işbölümüne dayalı muazzam gelişmesi bu noktada da çelişkileri derinleştirmiştir. Bir yandan maliyetleri düşürme ve dünya pazarlarına ulaşma zorunluluğu, diğer yandan daha kıran kırana bir hâl almış rekabet karşısında korunma ihtiyacı… Kapitalizm bu çelişkiler yumağı içinde yol almakta ve her bir ilerleme adımında bu yumağı daha çetrefil, daha çapraşık hale getirmektedir. Kapitalizmin çerçevesi içinde bu yumağın bir çözümü yoktur ve tüm bu manzara bir kez daha kapitalizmin tarihsel olarak aşılması zorunluluğunu ortaya koymaktadır.
Almanya tarafından dünyaya servis edilen zirve fotoğrafı bir yanıyla gerçekliği ifade ederken bir yanıyla da yanıltıcı bir algıyı besleme tehlikesi barındırıyor. Bunu gözden kaçırmamak gerekir. Bu algı açısından bütün mesele Trump’a indirgenerek, her şey bu “baş belâsına” ve onun defedilmesi sorununa bağlanmaktadır. Oysa Trump, bir münferit olgu ya da yalnız adam olmayıp, anlatmaya çalıştığımız üzere günümüz dünyasında işlemekte olan bazı temel eğilimlerin bir yansımasıdır. Evet, Trump Amerikan egemen sınıfının tamamının desteğine sahip değildir; evet, devlet içinde de ona karşı bir direnç olduğu görülmektedir; evet, tekelci Amerikan medyasında kendisine karşı ciddi bir muhalefet vardır; evet, ona karşı muhtelif soruşturmalar vs yürütülmektedir; evet, istikrarlı bir yönetim ekibi kuramamıştır, epeyce fire vermiştir; ama tüm bunların sonucuna baktığımızda, bugüne kadar Trump yerinden edilmiş değildir ve tökezlemelere rağmen programı doğrultusunda ilerleme kaydetmektedir. Bu tablo Amerikan burjuvazisinin ve devletinin önemli bir bölümünün onun arkasında olduğunu göstermektedir. Bu durum değişmez değildir kuşkusuz, ama koparılan onca vaveylaya rağmen olguların ortaya koyduğu resim budur. İşin aslı Trump’ın saldırgan programı Amerikan burjuvazisi bakımından az çok elle tutulur başarılı sonuçlar ortaya koyduğu ölçüde muhalif burjuva kesimlerin sesi de pek muhtemelen kesilecektir.
Dünya uzunca bir süredir dikkat çektiğimiz üzere bir kriz, savaş ve toplumsal isyanlar dönemine girmiştir. Her düzeyde eski nispi istikrar yapıları sarsılıyor, statükolar sallanıyor. Eski güç dengelerinin eseri olan yapılar artık yeni duruma uymuyor ve bu durum yeni çelişki ve çatışmaları beraberinde getiriyor. Birleşmiş Milletlerinden, Dünya Ticaret Örgütüne, NATO’ya, hatta AB’ye varıncaya kadar bu eğilimler kendisini göstermektedir. G7 zirvesinde yaşananlar bunun sadece son bir örneğidir.
Bu durum mevcut emperyalist savaş sürecinin içerdiği belirsizliklere de yeni boyutlar eklemektedir. Rusya ve Çin karşısında genel olarak aynı cephedeymiş gibi görünen Avrupalı büyük emperyalist güçlerle ABD arasındaki anlaşmazlıkların derinleşmesi ortada yekpare bir “Batı” blokunun olmadığını göstermektedir. G7’ye gelmeden önce son dönemde yaşanan diğer bazı gelişmeler de bunu pekiştirmektedir. İran’la Batılı emperyalist güçlerin birlikte imzaladığı nükleer anlaşmanın Trump tarafından uzatılmaması olsun, Kudüs’ün İsrail’in başkenti olarak tanınarak büyükelçiliğin oraya taşınması kararının alınması olsun, bunların hepsi İngiltere dahil Avrupalı emperyalist güçler tarafından kabul edilmemiştir. Bu yoldaki gelişmelerin birikmesi “Batı” cephesindeki çatlakların büyümesi anlamına gelmektedir. Ve bu gelişmelerin de gösterdiği gibi, Türkiye’deki milliyetçilerin ve İslamcıların dillerine pelesenk ettikleri ve yekpare bir bütünlük imiş gibi halka yutturmaya çalıştıkları bir “Batı” mevcut değildir. Batı’nın egemen kapitalist sınıfları ile işçi sınıfları arasındaki temel ayrım bir yana, G7 zirvesinin de bir örneğini sunduğu gibi, bu ülkeler arasında anlaşmazlık ve çatışmalar derinleşmektedir.
Trump’ın ABD’nin her şeye rağmen devasa olan gücüne güvenerek yaptığı hamleler hem ABD kapitalizmi hem de dünya kapitalizmi açısından önemli riskler doğurmaya adaydır. Trump her ne kadar elindeki kozları bir pazarlık unsuru olarak kullanmaya çalışsa da sistemin içinde bulunduğu derin kriz koşullarında işlerin kontrolden çıkması ve hamlelerin hesap edilenden öte sonuçlara yol açması mümkündür. Brexit örneği bu açıdan önemli bir vakadır. İngiliz burjuvazisinin bir bölümünün AB’ye ve asıl olarak Almanya’ya karşı birlikten çıkma şantajını bir koz olarak kullanması, sonunda kendilerinin de pek istemedikleri biçimde İngiltere’nin AB’nin dışına düşmesiyle sonuçlandı. Benzer süreçler Trump’ın yaptıkları bakımından da pekâlâ söz konusu olabilir. Aslında tüm bu ihtimaller bile kapitalizmin dünyayı keşmekeşe çevirdiğini ortaya koyuyor. Tüm bu çıkar hesaplarının ve oyunlarının sonu, çoğu zaman pek hesap edemedikleri emekçi kitle isyanlarıyla da sonuçlanabilir ki, 2000’li yılların başlarından bu yana dünyanın çeşitli bölgelerinde bunun birçok örneği görüldü. Bu şekilde birkaç dalga yaşandı. Önümüzdeki dönemde de yeni kabarmaların olacağından şüphe etmek için hiçbir sebep yoktur.
link: Levent Toprak, Hegemonya Krizi G7’de, 16 Haziran 2018, https://marksist.net/node/6410
İşçiler Tek Adam Rejimine Karşı Çıkmalıdır!
Tam Zamanıdır