Marx, Gotha Programının Eleştirisi’nde, kapitalizmden komünizme geçiş sorununa şu ünlü satırlarıyla değinir:
Kapitalist toplum ile komünist toplum arasında, birinden ötekine devrimci dönüşüm dönemi yer alır. Buna da bir siyasal geçiş dönemi tekabül eder ki, burada devlet proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamaz.[1]
Proletaryanın siyasal iktidarı ele geçirmesiyle, sınıfsız toplumun doğum sürecinin başlayacağı bu geçiş döneminin iktisadi açıdan taşıyacağı temel özellikler neler olabilir? Marksizmin klasik yapıtlarında, doğrudan doğruya ve özel olarak bu soruna eğilmiş uzun boylu açıklamalar yer almaz. Marksist teori, komünizm için mücadelenin temel hareket noktalarına ve geleceğe ilişkin olasılıklara ışık tutmanın ötesinde bir şey söylememiştir. Bu tutum, Marksizmin maddeci tarih anlayışıyla ve bilimsel yöntemiyle uyumludur ve geleceği birtakım idealist şemalar, modeller eşliğinde kurgulayan ütopik ve küçük-burjuva sosyalizm akımlarından ayrımını gösterir. Bunu, bizzat Marx ve Engels’in sorunun bu yönünü vurgulayan satırlarından anlamak mümkündür:
Bize göre komünizm, ne yaratılması gereken bir durum, ne de gerçeğin kendisine göre düzenlenmek zorunda olacağı bir ülküdür. Biz, bugünkü durumu ortadan kaldıran gerçek harekete komünizm diyoruz. Bu hareketin koşulları, fiilen var olan öncüllerden doğarlar.[2]
Proleter devrimin içinde gerçekleşeceği kapitalist toplum yapısı ile bu devrimin nihai amacı olan sınıfsız toplum yapısı hakkında Marksist teorinin verdiği ipuçları, birincisinden ikincisine yönelen hareketin (geçiş döneminin) doğası hakkında da genel bir çerçeve sunmaktadır. Bu nedenle, dünya ölçeğinde kapitalizmden komünizme geçiş niteliğinde olan bu tarihsel dönemin, geçmişe ve geleceğe oranla ne gibi özellikler taşıyabileceğini kavramak, bu genel çerçeveden çıkarsamalar yapmakla mümkündür.
Marx’ın Tanımladığı Geçiş Döneminin Teorik Kavranışı
Geçiş döneminin ekonomik dönüşümleri hakkında genel bir değerlendirme yapabilmek için önce iki temel noktada doğru bir görüşe sahip olmak gerekiyor. Birincisi, proletaryanın dünya ölçeğindeki mücadelesiyle tasfiye edeceği ekonomik sistemin, yani dünya kapitalist sisteminin işleyiş yasaları. İkincisi, proletaryanın toplumsal devrimle ulaşacağı sınıfsız topluma ilişkin genel bir perspektif. 1917 Ekim Devrimi öncesindeki tarihsel dilimi dikkate alacak olursak, Marksizmin klasik yapıtları bu iki temel noktada doğru bir fikir sahibi olabilmeyi olanaklı kılmaktaydı. Ekim Devrimi sonrasında yaşanan deneyime rağmen, genel anlamıyla, bu bugün için de böyledir.
Marksist teorinin, kapitalist ekonomik sistemin işleyiş yasaları hakkında sunmakta olduğu çerçeve apayrı ve farklı çalışmaların konusu olabilecek genişliktedir. Bu nedenle burada, yalnızca bu incelemenin gerektirdiği değinmelerle yetinmek durumundayız. Proletaryanın geleceğe yönelik perspektifine gelince, Marksizmin kurucularının bu soruna ilişkin temel açılımlarını hatırlayarak ilerlemek gerekli görünüyor.
Bilindiği gibi, kapitalizm dönemi, işgücü de dahil genel olarak emek ürünlerinin metaya dönüştürüldüğü, piyasada alım-satım yoluyla birbiriyle değişildiği bir ekonomik işleyişi yansıtır. Meta üretiminden söz edebilmek için, birbiriyle piyasada değişilmek üzere üretilen emek ürünü olmalı ve üretici ile tüketici vasıfları aynı bireyde birleşmemelidir.
Ekonomi politik, meta ile, [yani] ürünlerin ya bireyler tarafından ya da ilkel topluluklar tarafından birbiriyle değişildikleri anda başlar. Değişime giren ürün, meta olur. Ama ancak, o şeye, ürüne, iki şahıs ya da iki topluluk arasındaki bir ilişki, burada artık tek bir şahısta birleşmeyen üretici ile tüketici arasındaki ilişki eklendiği içindir ki, o şey bir metadır.[3]
Marx’ın değer teorisi, kapitalist toplumda toplam emek zamanının dağılımını düzenleyen değer yasasının işleyişini açıklar. Kapitalizm altında bu dağılım, herhangi bir planlama aracılığıyla değil, piyasa mekanizması sayesinde gerçekleşir. Kapitalizmde bireysel üreticiler arasında doğrudan bağlar kurulmaz, onlar bu bağların yalnızca meta değişimi aracılığıyla kurulduğu bir toplumsal işbölümü içinde var olurlar. Değer yasası yalnızca kapitalizme özgü bir yasadır ve kapitalizm, değer yasasının egemen olduğu bir işleyişi yansıtmaktadır. Marx’ın belirttiği şekilde, kapitalistin iki amacı vardır:
Kullanım-değerlerini kapitalistler, sırf değişim-değerinin maddi özü ve taşıyıcısı oldukları için ve sürece üretirler. Kapitalistimizin gözünde iki amaç vardır: önce, değişim-değeri olan bir kullanım-değeri üretmek ister, yani satılacak bir mal, bir meta üretmek ister; sonra, değeri, üretiminde kullanılan metaların toplam değerlerinden daha fazla olan bir meta üretmek ister; yani ürettiği şeyin değeri, serbest piyasadan satın aldığı üretim araçları ve işgücünden fazla olmalıdır. Amacı yalnız kullanım-değeri değil, değer üretmektir; yalnız değer değil, aynı zamanda artı-değer üretmektir.[4]
Kapitalizm altında metalar, değişik büyüklükte değişim değerleri olarak, değişim değerinin özünü oluşturan genel soyut emeğin büyüklüğüne (bir malın üretimi için toplumsal açıdan zorunlu olan ortalama emek miktarı) göre karşı karşıya gelirler. Piyasadaki değişim işlemi, alınıp satılan malların ancak uzun dönemde onların değişim değerine eşitlendiği varsayılan fiyat mekanizması dolayımıyla düzenlenir.
Oysa, komünist toplumun ilk evresinden geçerli olmak üzere, kapitalist değer yasasının işleyişi tamamen son bulur. Bu demektir ki, emek ürünleri artık, iki ayrı değerin taşıyıcılığına bürünmüş olarak (kullanım değeri ve değişim değeri) ortaya çıkmayacaktır. Kapitalizm altında değişim değerine bürünen kullanım değerlerinin ve artı-değerin üretilme süreci olan üretim süreci, sınıfsız toplumda niteliksel bir değişime uğrar. Sınıfsız toplumda üretim süreci, topluluğun ihtiyaçlarının karşılanması için gerekli ürünlerin üretildiği, yani doğrudan topluluğun yararına sunulan kullanım değerlerinin üretildiği bir sürece dönüşür.
Bunun anlamı, meta ekonomisinin son bulmuş olmasıdır. Toplumsal sınıfların olmadığı, çalışabilecek durumdaki tüm bireylerin ortaklaşa çalışmasına dayanan ve bu nedenle çalışanların tümünün artık özgür bir üreticiye dönüştüğü sosyalizm döneminde, üretici ve tüketici ayrımı ortadan kalkmıştır. Üretim araçlarının ortaklaşa mülkiyeti üzerine kurulu sınıfsız toplum içinde, üreticiler ürünlerini değişmezler. Marx, Gotha Programının Eleştirisi’nde, sınıfsız toplumu nitelendirmeye şu satırlarıyla girişir:
Üretim araçlarının ortak mülkiyeti üzerine kurulu ortaklaşa toplum içinde, üreticiler ürünlerini değiştirmezler; aynı biçimde, ürünler için kullanılmış emek, burada, bu ürünlerin değeri olarak, onların taşıdığı maddi bir nitelik olarak pek görünmez, çünkü şimdi, kapitalist toplumun tersine, bireysel emek artık dolaylı bir biçimde değil, toplam emeğin bir kısmı olarak doğrudan vardır.[5]
Oysa kapitalizm koşullarında, bireyin emeği, ancak dolaylı olarak, yani değişim değeri haline geldikten sonra toplam emeğin içinde yer alabiliyordu. Marx’ın burada anlattığı ise, komünist toplumun daha ilk aşamasında (sosyalizmde), toplumsal emeğin ürettiği ürünlerin meta (değişim değeri) olarak değil, kullanım değeri (ürün) olarak işlev görecekleridir. Sosyalizmde emek ürünleri hiçbir zaman değişim yoluyla sermayeye dönüşmezler ve dolayısıyla değişim değeri taşımazlar. Kısacası, sosyalizm dönemi değer yasasının ve meta üretiminin kesinlikle son bulmuş olduğu bir tarihsel dönemdir.
“Değer”in ölümsüz bir ekonomik kategori olmayıp, kapitalist üretim sürecinin kendine özgü karakteristik doğasının ifadesi anlamına geldiğini her fırsatta belirten Marx, değer yasasının sosyalizm döneminde de geçerli olacağı tarzındaki varsayımlarla alay etmişti. Keza Engels, Marx’ın çözümlediği değer yasasını sosyalizm dönemine tatbik etmek isteyen Dühring’i eleştirmişti.
Kapitalist meta ekonomisinin son bulması, sermayenin varoluş koşullarının ortadan kalkmış olması anlamına gelir. Çünkü sermayeden söz edebilmek için, üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip olanlarla kendi işgücünü satarak yaşamını sürdürmek zorunda olan emekçilerin, pazarda karşı karşıya gelmeye devam ediyor olmaları gerekir. Oysaki, üretim araçlarının ortaklaşa mülkiyeti üzerine kurulu sınıfsız toplumda ne özel mülkiyet sahibi bir sınıf, ne de yaşamak için işgücünü satan emekçiler olacaktır.
Sınıfsız toplumun ilk evresi olan sosyalizm döneminde, her bir üretici, toplumsal çalışma saatleri toplamı içinde kendi bireysel çalışma saatinin tuttuğu miktar oranında, toplumun tüketim araçları stoklarından doğrudan payını alacaktır. Marx’ın belirttiği gibi, böylece, birey olarak üretici (gerekli indirimler yapıldıktan sonra) topluma vermiş olduğunun tam karşılığını alacaktır. Nedir bu gerekli indirimler? Marx bunu şöyle açıklar:
Birincisi, yıpranan üretim araçlarının yerine konmasının karşılığı.
İkincisi, üretimin genişletilmesi için ek kısım.
Üçüncüsü, doğa olaylarının vb. neden olduğu sıkıntılar ve aksaklıklar için yedek ya da sigorta fonları.
…
Geriye toplam ürünün tüketim aracı olarak iş görmek üzere öteki kısmı kalır.
Bu da bireyler arasında paylaşılmadan önce, gene şu çıkarmalar da yapılmalıdır:
Birincisi, üretime ait olmayan genel yönetim giderleri.
Bu kısım ilk başlarda bugünkü topluma kıyasla çok sınırlıdır, ve yeni toplum geliştiği ölçüde de azalır.
İkincisi, okullar, sağlık hizmetleri vb. gibi, gereksinmelerin ortaklaşa karşılanmasına ayrılan kısım.
Bu kısım da, ilk başlarda bugünkü topluma kıyasla önemli ölçüde artmaktadır, ve yeni toplum geliştiği ölçüde de artar.
Üçüncüsü, çalışamayanların vb. geçimi için gerekli fonlar, yani bugün resmi olarak yoksulluk yardımı diye adlandırılan şeyin kapsamına girenler.[6]
Kuşkusuz burada ele alınan olgu, kendi temelleri üzerinde gelişmiş bulunan komünist toplum (yani onun üst evresi) değildir. Bu henüz, kapitalist toplumdan doğduğu şekliyle bir komünist toplumdur. Marx’tan okuyalım:
Burada ele almamız gereken kendi temelleri üzerinde gelişmiş olan değil, tersine, kapitalist toplumdan doğduğu şekliyle bir komünist toplumdur; dolayısıyla, iktisadi, manevi, entelektüel, bütün bakımlardan, bağrından çıktığı eski toplumun damgasını hâlâ taşıyan bir toplumdur. Bu bakımdan birey olarak üretici (gerekli indirimler yapıldıktan sonra), topluma vermiş olduğunun tam karşılığını alır. Onun topluma verdiği şey, birey olarak, kendi emek miktarıdır. Örneğin; toplumsal işgünü, bireysel çalışma saatleri toplamından oluşur; her üreticinin birey olarak emek-zamanı, toplumsal işgünü olarak sunmuş olduğu kısımdır, onun bu bakımdan katkısıdır. O, toplumdan, şu kadar emek verdiğini saptayan bir belge alır (bunda kolektif fonlar için sarf etmiş olduğu emeğin indirimi yapılmıştır) ve bu belge ile toplumun tüketim araçları stoklarından, emeğinin eşit bir tutarı kadar bir miktar alır. Topluma bir biçimde sunmuş olduğu aynı emek miktarını, ondan, başka bir biçimde geri alır.[7]
Kapitalizm döneminde metaların dağılımına eşlik eden fiyat mekanizması ve bir değişim aracı ve değeri olarak paranın fonksiyonu, sosyalizm döneminde sona ermiş olacaktır. Dolayısıyla, sosyalizm döneminde ekonomik işleyişe egemen olacak planlama, fiyat-para üzerinden değil, toplumsal çalışma saatleri üzerinden yapılacaktır.
Marx’ın Gotha Programının Eleştirisi’ndeki satırları eşliğinde hatırlanması gereken önemli bir nokta da “eşit hak” kavramıdır. Bilindiği gibi komünizmin ilk evresinde, henüz herkesin topluma yeteneğine göre verip, toplumun tüketim fonlarından ihtiyacı ölçüsünde alabilmesi olanaklı değildir. Sosyalizm döneminde, eşit saat çalışmaya, toplumun tüketim fonlarından eşit pay verilmesi biçimindeki ilke yürürlükte olacaktır. Böyle bir açıklama ihtiyacının nedeni, “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” biçiminde ifade edilebilecek bir bolluğun, komünizmin ilk evresi itibarıyla henüz yaratılamayacağı öngörüsüdür.
Aynı nedenle, komünizmin ilk evresi, üreticiler arasındaki işlevsel kafa-kol emeği ayrımının henüz tamamen ortadan kalkmadığı, fakat artık aşılmaya yüz tuttuğu bir dönem niteliği taşıyacaktır. Bu ayrımın tamamen aşılabilmesi, çalışmanın bir zorunluluk olmaktan çıkıp, alışkanlık ve zevk haline geldiği ve her bireyin dilediği her işi yapabilmesini mümkün kılacak bolluğa ve kültürel gelişmeye ulaşıldığı üst evrede gerçekleşebilir. Fakat önemli bir hususu tekrar hatırlatmak gerekirse, komünizmin ilk evresinden başlayarak toplumun sınıflara bölünmesinin son bulmuş olması, artık toplumsal sınıflaşma anlamında kafa-kol emeği ayrımının, yani yöneten-yönetilen ayrımının ortadan kalkmış olması demektir. O nedenle, sosyalizm döneminde henüz tamamen ortadan kaldırılamayacağı söylenen kafa-kol emeği ayrımıyla kastedilen, sadece ve sadece yapılan işler itibarıyla doğrudan üreticiler arasındaki işlevsel farklılıklara ilişkindir. Bunun dahi aşılabilmesi, üretici güçlerde, teknolojide sağlanacak atılımlara, sıçramalara bağlıdır.
Kapitalizmin bugün ulaştığı noktada dünyada var olan üretici güçler, kuşkusuz ki, Marx dönemine oranla çok daha yüksek düzeyde bir bolluğu olanaklı kılabilir. Fakat o günden bugüne dek geçen süre içinde büyüyen insan topluluğunun artan ihtiyaçlarını ve kapitalizmin emek gücünde ve doğada yarattığı muazzam tahribatı da yok sayamayız. Kaldı ki, kapitalizmin tüm zenginliğin iki kaynağını, yani insanın emek gücünü ve doğayı sürekli zayıflatarak sadece mal varlığı üretimini geliştirebileceği sonucu Marx tarafından zaten belirtilmiştir.
Marx’ın açılımına yeniden dönelim. Buna göre, komünizmin alt evresi, üst evreye oranla, henüz burjuva hak eşitliğinin aşılamadığı bir işleyişi yansıtır. Bununla kastedilen, gerçekte eşit olmayan bireylerin (biri daha güçlüdür, birinin daha çok çocuğu vardır vb.) sosyalizm döneminde eşit çalışma saati karşılığında toplumun tüketim fonlarından eşit pay alabilecekleri öngörüsüdür. Burjuva hukukunun eşitlik anlayışının, onun dar ufkunun henüz aşılamamış olmasıyla anlatılmak istenen durum budur. Çalışmanın henüz yaşamın “birincil gereksinmesi” haline gelmediği, “zorunlu yaşam aracı” olma vasfını sürdürdüğü (çünkü sosyalizm döneminde çalışamayacak durumda olanlar hariç, diğerleri açısından, çalışmayan yiyemez prensibi geçerlidir) alt aşama, eskiye oranla muazzam bir ilerlemedir. Fakat kendi temelleri üzerinde gelişecek üst aşamaya oranla, demek ki henüz bazı kısıtlılıkların devam ettiği bir toplumsal durumdur. Bu kısıtlılık, insanların bunun da ötesindeki bir hukuku, gerçek eşitliği istemeyi henüz bilemeyeceklerinden ötürü değil, hukukun hiçbir zaman toplumun iktisadi yapısından ve kültürel gelişme düzeyinden daha yüksek olamayacağından ötürüdür.
Komünizmin üst evresinde ise, gerçekte eşit olmayan bireylere toplumun tüketim fonlarından eşit olmayan bir pay verilmesi suretiyle gerçek eşitliğe ulaşılır. Üst evrede bireyler paylarını, çalışma saatlerinin karşılığına göre değil, ihtiyaçlarına göre alırlar. Böylece, burjuva hukukunun kalıntısı olan burjuva eşitlik anlayışının (eşit saat çalışmaya eşit pay) dar ufku da aşılacak ve özgür üreticiler, yaratmış oldukları iktisadi bolluk ve bununla koşullanan kültürel değişim sayesinde, hiçbir zora gerek kalmaksızın gerçek eşitliği ve özgürlüğü yaşamaya başlayabileceklerdir.
Komünist toplumun daha yüksek bir evresinde, bireylerin işbölümüne kölece boyun eğmesinin ve onunla birlikte de kafa emeği ile kol emeği arasındaki çelişkinin ortadan kalkmasından sonra; emeğin, yalnızca yaşam aracı değil, yaşamın birincil gereksinmesi haline gelmesinden sonra; bireylerin her yönü ile gelişmesiyle birlikte, üretici güçlerin de artması ve bütün kolektif zenginlik kaynaklarının gürül gürül fışkırmasından sonra –ancak o zaman, burjuva hukukunun dar ufukları tümüyle aşılmış olacak ve toplum, bayraklarının üzerine şunu yazabilecektir: “herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinmesine göre!”[8]
Üretim araçlarına toplum tarafından el konulması ve meta üretiminin ortadan kalkmasına bağlı olarak, dünya ölçeğinde insan yaşamının uğrayacağı değişimi ise Engels, Anti-Dühring’de şöyle anlatıyordu:
Üretim araçlarına toplum tarafından el konulması ile, meta üretimi ve böylelikle ürünün üretici üzerindeki egemenliği ortadan kalkar. Toplumsal üretim içindeki anarşinin yerini, planlı bilinçli örgütlenme alır. Bireysel varoluş mücadelesi son bulur.… Şimdiye kadar tarihe egemen olan nesnel, yabancı güçler, bizzat insanların denetimi altına girer. İşte ancak o andan itibaren insanlar kendi tarihlerini tam bir bilinçle kendileri yapacaktır; ancak o andan itibaren onların harekete geçirdiği toplumsal nedenler, esas olarak ve sürekli artan ölçüde, onların istediği sonuçları da vereceklerdir. Bu, insanlığın zorunluluk âleminden özgürlük âlemine sıçrayışıdır.[9]
Marx ve Engels’in “özgürlük” konusundaki açılımları, görüldüğü gibi üretici güçlerde sağlanacak bollukla ilişkili kılınmıştır. Onlar, burjuva toplumunda öne sürülen soyut özgürlük kavramına ve bu konuda yürütülen boş tartışmalara karşı çıkmışlardır. Fakat, Marksizmin özünü kavrayamayan bazı yazarlar, Marksizmin kurucularının bu tür çözümlemelerinde anahtar faktör olan “üretici güçler düzeyi” yaklaşımını “ekonomik determinizm” vb. gibi eleştirilerle suçlamışlardır. Özgürlüğün düşünsel düzeyde bir eylem olmayıp, insan türünün toplumsal yaşamda ulaşabileceği bir “ekonomik düzey” olduğunu anlayamayan küçük-burjuva mantalitesini son derece özlü bir biçimde yere seriyor oluşu nedeniyle, Marx’ın satırlarını burada anmak yerinde olacaktır:
… gerçek kurtuluşun başarılması ancak gerçek dünyada ve gerçek araçlar kullanarak mümkündür, buhar makinesi ve iplik eğirme makinesi olmaksızın kölelik ortadan kaldırılamaz, gelişmiş tarım olmaksızın serflik ortadan kaldırılamaz ve genel olarak, yeterli kalite ve miktarda yiyecek, içecek, barınak ve giyecek elde edecek durumda olmadıkları sürece insanlar özgürleşemezler.[10]
Geçiş Dönemi Durağan Bir Dönem Değildir
Marx, Paris Komünü deneyimi eşliğinde komünist hareketin ufkunu aydınlatacak sonuçlar çıkarırken, geçiş döneminin derin tarihsel boyutuna dikkat çekmekteydi. 1871’de Paris’te Komün yönetiminin kurulması, tıpkı 1917 Ekim Devrimiyle Rusya’da işçi sınıfının sanayi merkezlerinde iktidarı fethetmesinde olduğu gibi, işin yalnızca bir başlangıcıydı. Bu nedenle, proleter iktidarın önünde uzanan, uzun, zorlu ve gitgelli bir tarihsel yolculuğa vurgu yapıyordu Marx:
İşçi sınıfı Komünden mucizeler beklemiyordu. Par decret du peuple (halk kararnamesiyle) uygulanacak hazırlop ütopyaları yoktu. Kendi kurtuluşunu ve onun yanı sıra, mevcut toplumun kendi iktisadi vasıtalarıyla karşı konulmaz bir biçimde meylettiği o daha yüksek biçimi gerçekleştirmek için, koşulları ve insanları dönüştürecek uzun mücadelelerden, tüm bir tarihsel süreçler dizisinden geçmek zorunda olduğunu bilir. Çökmekte olan eski burjuva toplumun gebe olduğu yeni toplumun ögelerini serbest bırakmaktan başka gerçekleştirecek idealleri yoktur.[11]
Böylece Marx, geçiş döneminin temel karakteristiğinin, egemen proletaryanın “yeni toplumun ögelerini serbest bırakmak” amacıyla toplumsal dönüşümleri gerçekleştirmesi olacağını belirtmekteydi. Geçiş dönemi boyunca, proletaryanın gerçekleştireceği toplumsal dönüşümler, kapitalizmin tasfiyesini ve proletaryanın elinde merkezileşmiş üretim araçları sayesinde üretici güçlerin, kapitalizmi aşan bir düzeyde arttırılmasını sağlayacaktı.
Geçiş döneminin kendine özgü üretim ilişkileri olmadığı gibi, bu dönem ne kapitalist ne de sosyalist olarak nitelendirilemez. Başkalaşım döneminin her kategorisi gibi, bu kategori de geçmişten geleceğe değişim, hareket halindedir. Proletarya diktatörlüğünün somut koşullarda dünya ölçeğinde tuttuğu yere, dünya kapitalist sistemi karşısındaki gerçek pozisyonuna bağlı olarak, ya henüz geçmişe (kapitalizme) çok yakın bir durumda olabilir, ya da geleceğe (sosyalizme) doğru önemli bir yol kat etmiş durumda bulunabilir. Bu nedenle, üretim ilişkilerinin dönüşümü açısından geçiş döneminin esas karakteristiği, ancak dünya devriminin gelişkin kapitalist ülkelerde ilerleyişi sayesinde kendini ortaya koyabilir. Bu esas karakteristikle anlatmak istediğimiz olgu, siyasal devrimle kendini egemen kılmış proletaryanın, üretim koşullarının da efendisi konumuna yükselmiş olmasıdır. Marx, bütün toplumsal yapının temelini aydınlatan unsura işaret ederken şöyle der:
Tüm toplumsal yapının ve onunla birlikte egemenlik ve bağımlılık ilişkisinin siyasal biçiminin, kısacası buna uygun düşen özel devlet biçiminin en içteki sırrını, gizli temelini açığa vuran şey, her zaman, üretim koşullarına sahip olanlar ile doğrudan üreticiler arasındaki ilişkidir.[12]
Proletaryanın egemen sınıf konumuna yükselmesi ve üretim araçlarını kendi devleti elinde merkezileştirmesi durumunda, üretimin maddi koşullarını kendi denetimi altına alacağını belirtmektedir Marx. Bu geçiş dönemine ilişkin çok önemli bir özelliktir. Proletaryanın, kendi devleti aracılığıyla, üretim koşullarının gerçekten efendisi olabildiği bir durum, neyin, ne kadar, nasıl üretileceğine ilişkin planların bizzat egemen proletarya tarafından yapılacağını anlatır. Bu dönemi karakterize eden, yalnızca eski düzenin yıkılması, kapitalistlerin mülksüzleştirilmesi, kapitalist üretim ilişkilerinin tasfiyesi değildir. Bu dönem aynı zamanda ve esas olarak, kendini “devlet” olarak örgütlemiş proletaryanın, planlı bir ekonomiyi örgütleyerek, toplumsal işbölümünün ve ondan kaynaklanan çelişkilerin ortadan kalkması için maddi ve kültürel gelişmeleri hazırladığı bir dönemdir. Yani bu dönem, sınıfsız topluma özgü üretim ilişkilerinin ekonomik, sosyal, kültürel temellerinin döşendiği tarihsel bir dönem olacaktır. Bu dönem aslında, yenilmiş ama henüz yok olmamış kapitalizmle, doğmakta olan komünizm arasındaki savaşım dönemidir. Eski toplumdan devralınan sınıflar arasındaki antagonizmalar proletarya diktatörlüğü döneminde giderek ortadan kalkacak; ama alışkanlıklar, kültür vb. anlamında eskinin uzantısı sınıfsal farklılıklar daha uzun bir süre (komünizmin ilk aşamasına dek) devam edecektir.
Geçiş döneminin bağımsız bir sosyo-ekonomik formasyon karakterine sahip olmaması ve devrimci dönüşümlerin yaşandığı hareketli bir nitelik taşıması nedeniyle, bu döneme özgü saf biçimler ve kategorilerden söz edilemez. Geçiş dönemindeki ekonomik yaşamı, kapitalist üretim ilişkilerinin tasfiyesinin yürütüldüğü, dolayısıyla henüz sınıfsız toplumun özellikleri itibarıyla tanımlanamayan ve geçmişten geleceğe doğru değişim halindeki bir yapılanma süreci olarak algılamak gerekir.
Aslında geçiş dönemi gerçek anlamına ancak işçi sınıfının dünya ölçeğinde gerçekleştireceği devrimci sıçramalar temelinde kavuşacaksa da, geçiş döneminin özelliklerini ileriye yönelik boyutuyla kavrayabilmek için bir soyutlama yapalım. Bir işçi iktidarı altında gerekli devletleştirmelerin gerçekleştirildiğini ve üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son verildiğini varsayalım. Böyle bir durumda, bu koşullarla sınırlı olmak üzere ekonominin kapitalist işleyiş yasalarına son verilmiş olurdu. Örneğin, genelleşmiş meta ekonomisi sona erer, üretim süreci, değişim değeri ve artı-değerin üretildiği bir süreç olmaktan çıkardı. Değer yasasının hükmü son bulurdu. Buna bağlı olarak, değişim değerinin ifadesi olan fiyat mekanizması ve paranın evrensel eşdeğer olma vasfı geçerliliğini yitirirdi. Fakat verili koşulda bu saptamalarımız, geçiş dönemini mantıksal sonucuna dek ilerletip, böylece kapitalist işleyişe tamamen son verildiğinde ortaya çıkabilecek olan yeni durumu kavramaya yönelik bir soyutlama olarak kalırdı, o kadar.
Öte yandan, geçiş döneminde yaşanacak değişimin hızı ve kapsamı verili somut koşullara bağlı olsa bile, en azından büyük sanayide ivedilikle gerçekleştirilecek uygulamaların sonuçlarını (örneğin sanayide devletleştirmeler ve özel girişimcilerin ücretli işçi çalıştırmasının yasaklanması gibi) biraz daha yakından kavramaya çalışmakta da yarar vardır. Çünkü, Rusya’da 1917 Ekim Devrimi sonrasında, işçi sınıfının iktidarı altında bu türden dönüşümler fiilen gerçekleşmiştir. Bu nedenle, sovyet işçi iktidarı altında yaşanan dönüşümlerin anlamını bir kalkış noktası olarak kabul edip, konuyu genel hatlarıyla irdelemeyi sürdürebiliriz.
İşçi devleti altında, büyük sanayide özel mülkiyet temelinde ücretli emek kullanımına son verilmişse, burada işgücü meta olmaktan çıkar. Böyle bir durum, verili sınırlar içinde kapitalist üretim ilişkilerinin tasfiye edilmekte olduğunun bir işaretidir. Çünkü kapitalist işleyişe asıl niteliğini kazandıran şey, işgücünün meta olmasıdır. Emeğin, ücretli emeğe dönüşmüş olmasıdır.
Fakat, henüz tarımda ve genel olarak küçük ölçekli üretimde kapitalist ilişkiler varlığını sürdürüyorsa, para ve meta kategorileri tamamen ortadan kalkmamış demektir. Ancak yine de, dile getirmeye çalıştığımız bu koşullar altında kapitalizme özgü genelleşmiş meta üretiminden söz edilemeyecektir. Bu bir çelişki midir? Yoksa, tıpkı kapitalizm öncesinde olduğu gibi, genelleşmiş meta ekonomisinin varlığından söz edilememesine rağmen, para ve meta kategorilerinin yer aldığı bir süreç mi söz konusudur? Fakat bu kez elbette ki sermayenin doğumu değil, ölümü anlamında bir süreç! Konuya açıklık getirebilmek için, Marx’a bakalım. Yalnızca para ve meta dolaşımının yer aldığı bir dönemle, artık sermayenin varoluş koşulları anlamına gelen genelleşmiş meta ekonomisi dönemi arasındaki ayrıma işaret eden Marx şöyle der:
… Yalnız başına para ve meta dolaşımı, sermayenin varoluşunun tarihi koşullarının doğmasına yetmiyor. Onun doğabilmesi için, ancak üretim ve tüketim araçlarını elinde bulunduran kimse ile işgücü satan özgür emekçilerin pazarda karşı karşıya gelmesi gerekiyor. Ve bu tek tarihi koşul, bir dünya tarihini kapsıyor. Onun için sermaye, ilk ortaya çıkışı ile toplumsal üretim sürecinde yeni bir çağın başladığını ilân ediyor.[13]
O halde, genelleşmiş meta üretiminin egemen olduğu kapitalizm dönemi ile; meta üretiminin tamamen son bulduğu sosyalizm dönemi arasında yer alan geçiş dönemi, birincisinin tasfiye edildiği ve ikincisinin hazırlandığı bir tarihsel süreçtir. Bu nedenle geçiş dönemi, tarihsel ilerleyiş içinde bu ikisinden tamamen bağımsız, ayrı bir sosyo-ekonomik formasyon değildir; geçmişe ve geleceğe referans verilmeksizin algılanamaz.
Eğer yine, kapitalist işleyişin tasfiyesi temelinde geçiş döneminde gerçekleşecek dönüşümleri kavramaya çalışırsak şunları söylemek mümkündür: Geçiş döneminde üretim süreci, işçi devletinin üretim araçlarını devletleştirmesi, verimli biçimde işletebilmesi koşuluyla ve kuşkusuz var olan üretici güçler düzeyine bağlı olarak, üreticilerin toplumsal ihtiyaçlarının karşılanmaya başlandığı bir sürece dönüşmektedir. Yani bu durumda kapitalist piyasa ekonomisi son bulmakta ve ekonomide merkezi planlamanın işletildiği yeni bir dönem başlamaktadır.
Böylece, kapitalizm altında üretim koşullarını güdüleyen “kâr” ilkesi, işçi devleti altında yerini, çalışan halkın ihtiyaçlarını giderek daha optimum ölçülerde karşılayabilmenin planlanmasına bırakmaktadır. Devletleştirilen büyük ölçekli sanayide, üretim sürecinde proletaryanın yarattığı artı-ürünün özel sermayeye dönüşümü son bulmaktadır. Bunun anlamı şu şekilde ifade edilebilir: Egemen proletarya, kendi yarattığı artı-ürüne kendi devleti adına el koyar ve bu toplumsal fonları gerekli yatırımlara tahsis eder. Küçük ölçekli üretim ise, üretici kooperatiflerinde birleştirilerek, ekonomik önlemler (vergi vb.) aracılığıyla işçi devletinin kontrolü altına sokulur.
Dolayısıyla işçi devleti altında kapitalist sermaye birikimine ve artı-değer üretimine son verilmiş olan alanda “fiyat”, artık bir kapitalist kârı içermez ve olsa olsa planlamadaki ölçümleme fonksiyonunu sürdürür. Ancak bu saptama kuşkusuz yine de işçi devleti sınırlarına ilişkindir ve tamamen görecedir. Çünkü, eğer işçi devletinin varlığı henüz bir kapitalist dünya pazarının varlığı ile birlikte düşünülürse, bu pazarın basıncı ve dünya fiyatları kaçınılmaz olarak işçi devleti altındaki ekonominin işleyişini şu ya da bu düzeyde etkileyecek ve son tahlilde bozucu, çözücü bir faktör olacaktır.
İşçi devleti altında yaşanan geçiş döneminde, daha önce belirtilen verili koşullarda işgücü meta olmaktan çıkar. İşçi devleti altında, işçi çalışmasının karşılığını sanki bir ücret görünümü altında parasal olarak alsa da, işçinin üretim sürecindeki pozisyonu kapitalizmle kıyaslandığında, ücretli emek konumundan sıyrılmış olacaktır. Çünkü, kapitalist işleyişin tasfiyesine paralel olarak işçiler işgüçlerini artık özel sermaye sahiplerine satmayacaklar, bizzat kendilerine tahsis etmiş olacaklardır. Kişi kendini, kendisinin ücretli kölesi kılamaz. Ya da bir kişi aynı iş temelinde hem patron hem de ücretli işçi konumunda olamaz. Bu da, kapitalizm altındaki ücretli köleliğin sona erdirilmesi anlamına gelir.
İşçi devleti tarafından düzenlenen iş değerlendirmesine göre, benzer işi yapan işçilerin, eşit çalışma karşısında eşit karşılık alması ilkesine dayanan bir paylaştırma planı geçerli olabilir. Çalışma saatleri ve çalışma koşullarının düzenlenmesine karar veren bizzat egemen proletarya olursa, ne için ne kadar fedakârlık yapılması gerektiğine karar verecek olan da o olur. İşçinin artık kendi kendisinin patronu olarak düzenleyeceği bir çalışma rejimi, henüz gelecekteki sınıfsız topluma özgü bir ferahlığa sahip olamasa da, proletaryanın kendisine yabancı bir güç tarafından, örneğin egemen bürokrasi tarafından zorlanmasının yaratacağı sorunları yaratmaz. Proletarya diktatörlüğü altında, toplumsal artı-emek, toplumun genel gelişme düzeyinin ilerletilmesini sağlayacak bir plana göre toplumsal kalkınma fonlarına aktarılır.
Geçiş döneminin ekonomik işleyişi, sovyetler biçiminde örgütlenmiş proletaryanın aşağıdan yukarıya istemlerini, önerilerini, katılımını yansıtan tarzda merkezileştirilmiş bir planlama aracılığıyla realize edilebilir. Merkezi planlama, yerel sovyetlerin, fabrika komitelerinin inisiyatifine dayanan biçimde oluşturuluyorsa, sonuçlar yine bu temelde değerlendiriliyorsa, işçi devletinin zorunlu koşulu olan demokratik işleyişten söz edilebilir. Aksi halde ancak bürokratik merkeziyetçi bir plandan söz etmek mümkün olur ki, böyle bir durum geçiş döneminin zorunlu koşulu olan işçi demokrasisi ile hiçbir biçimde bağdaşmaz.
Dünya ekonomisi çağında gerçek ekonomik verimlilik hesabı (üretici güçlerin çeşitli üretim alanlarına dağılımı, teknoloji seçimi vb.), aslında dünya ölçeğinde yürütülecek bir planlamaya dayanmak durumundadır. İşte proletarya diktatörlüğünün, dünya kapitalist sisteminin işleyişini belirleyen belli başlı kapitalist ülkelerde henüz kurulamadığı bir durumda, görece daha geri bir ülkede ya da ülkelerde kurulacak proletarya diktatörlüğü altında, dünya kapitalizminin ulaştığı ekonomik verimliliği yakalama şansı olmayacaktır. Böyle bir durumda, merkezi planlamada ve sektörler arası girdi-çıktı hesaplamalarında esas olan fiyat sistemi, dünya ekonomisine egemen kapitalist pazarın fiyatlarına kıyasla bir mukayese değeri de taşımayacaktır. Oysa kelimenin gerçek anlamında başarılı bir planlamadan söz edebilmek için, ekonomik verimi dünya ölçeğinde ölçmeye gereksinim vardır.
Öte yandan, bu koşullarla sınırlanmış bir proletarya diktatörlüğü altında kaçınılmaz olarak kapitalist dünya ile ticari ilişkiler de sürdürülecektir. Her ne kadar işçi devleti altında dış ticaret devletleştirilmiş olsa da bu her şey demek değildir. İnsanların sonuç olarak tek bir dünyada yaşadıkları ve hangi önlemler alınırsa alınsın yine de birbirlerinden haberli olacakları düşünülürse, tüketici olarak talepleri dünya ölçeğindeki standartlara göre biçimlenecektir. Bu ihtiyaçları karşılayacak mallar dünya pazarından temin edilebiliyorsa, ya işçi devleti bizzat kendisi üretemediklerini ithal yoluna gidecek, ya da işçi devleti altında yasadışı bir piyasanın oluşumu yoluyla mal akışı gerçekleşecektir. Her iki durumda da, işçi devleti altındaki ekonomi, kapitalist dünya pazarının basıncı altında kalacak demektir. Bu durum, ekonomik planlamayı, üstesinden gelemediği nesnel ekonomik zorlamaların etkisiyle bunalıma sürükleyecektir. Şu halde, dünya kapitalizmiyle kuşatılmış bir proletarya diktatörlüğünün bu nesnellikten etkilenmeyeceğini ve sapasağlam ayakta kalabileceğini kurgulamak, Marksizme aykırı bir düşünme tarzıdır.
Sonuç olarak, geçiş dönemine ilişkin tüm düzenleme ve dönüşümlerin hızı ve kapsamı, salt siyasal örgütlerin iradi kararlarına değil, son tahlilde işçi devletinin kontrolü altındaki alanın ekonomik gelişme düzeyine bağlıdır. Örneğin, proletarya diktatörlüğünün geri ülkelerde yalıtılması durumunda, sanayileşme gereksiniminin devasa sorunlarından kaçabilmenin yolu yoktur. Kapitalist ambargo koşulları altında ve dünya ekonomisinin sağlayabileceği olanaklardan yararlanmaksızın, salt kendi kaynaklarıyla ve insan gücüne dayanarak sanayileşme atılımı için gerekli “ilksel birikim”in demokratik tarzda yaratabilmesi iradeyle aşılabilecek bir sorun değildir. Büyük bir ülkede bu bir bakıma mümkün gibi görünse de, böyle bir amaçla insan gücünün hoyratça kullanılması, işçi devletinin, işçi demokrasisinin ruhuyla bağdaşmaz. Ama öte yandan ekonomik gelişme sağlanamazsa işçi devleti ayakta duramaz. O halde, böyle büyük açmazlarla yüz yüze gelerek hayata gözlerini açmış bir işçi devletinin yaşatılabilmesi, doğrudan doğruya dünya devriminin ilerletilmesine bağlıdır.
Geçiş Dönemi Dünya Devrimiyle Bağlantılıdır
Kapitalizmin bir dünya sistemi olması nedeniyle onu tasfiye edecek toplumsal devrimin boyutları da ulusal değil, dünya ölçeklidir. Bu nedenle kapitalizmden komünizme geçiş dönemi gerçek anlamına, siyasal devrimin dünya ölçeğinde başarıya ulaştığı, yani dünya burjuvazisinin siyasal egemenliğine son verildiği bir durumda ulaşabilir.
Proletarya diktatörlüğü altında yaşanan geçiş döneminde, yeni toplumsal koşullar aslında yoktan var edilmez. Marx’ın belirttiği gibi, zaten kapitalist gelişmenin üretici güçler düzeyine kazandırmış olduğu toplumsallaşma, ona ayak bağı olan kapitalist üretim ilişkileri engelinden kurtarılarak, daha da ileriye doğru özgürce gelişme olanağına kavuşturulur. İşte bu anlamda “sosyalist inşa”, her ne kadar toplumsal devrim aracılığıyla bizzat kendini de değişikliğe uğratan işçi sınıfının bilinçli eseri olacaksa da, bu son tahlilde bir irade sorunu değil, değişim için gereken maddi önkoşulların var olup olmaması sorunudur.
Nitekim Marx’ın şu ünlü açılımında dile getirmek istediği gerçeklik tam da budur: “İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrında çiçek açmadan, asla gelip yerlerini almazlar.” Ve Marx devam eder:
Onun içindir ki, insanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar, çünkü yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar.[14]
Kuşkusuz ki, sosyalizm için gereken maddi önkoşulların olgunlaşıp olgunlaşmadığı sorusu, tek tek ülkeler bazında değil dünya ölçeğinde yanıtlanabilecek bir içeriğe sahiptir. Çünkü kapitalist üretim tarzı, yerel ya da bölgesel düzeylere sıkışıp kalan bir üretim örgütlenmesini değil, bir dünya sisteminin yaratılmasını temsil etmektedir. Bu yaklaşım ne denli doğruysa, tekil ülkeler gerçeğinin bütün bir dünya gerçeğinin yerine ikame edilemeyeceği de o kadar doğrudur. Ve yine aynı şekilde, “mademki dünya devrimi ileri kapitalist ülkelerdeki devrimlerin eşliğinde ilerlemiyor, biz de tek ülke sınırları içinde sosyalizmi nasıl kuracağımızın bir yolunu bulalım” (!) tarzındaki bir mantalitenin ne denli bilimdışı olduğu, Marksist kavrayışa ne denli aykırı olduğu aşikârdır.
Herhangi bir ülkede burjuva iktidarının yıkılması ve proletarya iktidarının kurulması, henüz ulusal ölçeğin sınırlılığı ile koşullu olmak kaydıyla, tarihsel açıdan kapitalizmden komünizme geçiş yönünde bir hareketin başlaması anlamını taşır. Ancak bu tarihsel hareketin kısmi bir başarı elde edebilmesi bile devrimin uluslararası ölçekte sürekliliğine bağlıdır.
Her başarılı proleter devrimin ilk plandaki görevi olan, üretim araçlarına işçi devleti tarafından el koyma, yani devletleştirme işlemi, ulusal ölçekte başlamış olsa bile, üretim araçlarının mülkiyetinin toplumsallaşması uluslararası ölçekte gerçekleşebilir. Bir başka deyişle, proletarya diktatörlüğü döneminde devlet mülkiyeti, henüz gerçek anlamda toplumsal mülkiyet (yani tüm toplumun mülkiyeti) değildir. Devlet mülkiyeti burada da, tıpkı diğer sınıflı toplumlarda olduğu gibi tüm toplumun değil, egemen sınıfın (proletaryanın) fiili ortak mülkiyeti altındadır. Dolayısıyla, işçi sınıfının egemenliği altında bile olsa devlet mülkiyeti toplumsal mülkiyetle özdeşleştirilemez. Proletaryanın devlet mülkiyeti, toplumsal mülkiyete giden yolda önemli bir adımdır, ama sadece bir adımdır.
Üretim araçlarının mülkiyetinin herhangi bir dolayım olmaksızın, doğrudan toplumsallaşması, sınıfsız toplum düzenine ilişkin bir olgudur. Üretim araçlarının toplumsal karakterinin tam olarak kendini ortaya koyması, ancak proletarya diktatörlüğü döneminin tarihsel işlevini dünya ölçeğinde tüketmesiyle gerçekleşebilir. Bir başka deyişle, üretim araçlarının tüm dünya insanlarının hizmetine koşulacağı bir toplumsal düzenleme, ancak ve ancak dünya kapitalist sisteminin kesin olarak son bulduğu, ulusal sınırların ortadan kalktığı bir dünyada mümkün olabilir.
“Üretim araçlarının ortak mülkiyetine dayalı bireysel mülkiyetin” gerçekleşmesi, yani topluluğun her bir bireyinin toplumsal mülkiyeti sahiplenmesi, toplum ile birey arasındaki çelişkinin çözümlenmesi anlamına gelecektir. Kişinin kendi emeğine yabancılaşmasına neden olan koşullar böylece tasfiye edildiğinde, yabancılaşma olgusu ortadan kalkacak ve özgür birey, emeğinin sonucuyla derinden ilgili bir duruma girecek, çalışma bir zevk haline gelecektir.
Kapitalist mülkiyete son veren proleter devlet mülkiyeti, üretimin sosyalizm doğrultusunda planlanabilmesi için bir dayanak noktası oluştursa bile, son tahlilde her şey dünya kapitalist sisteminin ulaştığı düzeyi aşabilecek bir ekonomik verimliliğin olup olmadığına bağlıdır. Fakat sorun da buradadır. Geri ülkelerde gerçekleşen proleter devrimin, ileri ülkelerin eşliği olmaksızın, kendi başına böyle bir verimliliği yakalayabilmesi olanaksızdır. Bu nedenle de böyle ülkelerde, devrimle birlikte mülkiyette gerçekleştirilen hukuksal değişiklikler (örneğin sanayideki devletleştirmeler, tarımdaki kolektifleştirmeler) eskiye oranla ekonomik bir ilerlemeyi mümkün kılsa bile, bu ilerleme dünya kapitalizminin ulaşmış bulunduğu düzeyin gerisinde kalan ve hatta kendini o düzeyi yakalayabilmekle tanımlayan bir “ilerleme” olacaktır. Oysaki Marksizmin, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son vermekle sağlanabilecek olan ekonomik gelişmeden kastı bu değildir. Kapitalizmin ulaşmış bulunduğu düzeyin aşılması yönündeki bir ilerlemedir. Bu nedenle, devlet mülkiyetini yeterli bir dayanak noktası olarak kabul edip, sosyalizmin kurulmakta olduğundan söz etmek, hukuksal olanla gerçek olanı birbirine karıştırmak olur.
Marx, “hukuk hiçbir zaman maddi temelden üstün olamaz” diyerek, maddi temelden yoksun hukuksal değişikliklerin, ileriye yönelik hareketi geçekleştirmekte aciz kalacağını belirtmekteydi. Şu halde, üretim araçları üzerindeki devlet mülkiyetinin, tek başına, sosyalist üretim ilişkilerinin kuruluşu olarak algılanması, hukuksal kuruntuculuktan öte bir tutum olmayacaktır. Bir kere her şeyden önce, sosyalist üretim ilişkileri kavramı, sosyalizm dönemine ilişkin bir gerçekliğe işaret edebilir ve o düzeyde bir maddi-ekonomik temeli gerektirir. Sosyalist üretim ilişkileri, sınıfsız toplumun ilk evresinde, üretim süreci içindeki özgür üreticiler arasındaki ilişkileri anlatır.
Eğer kastedilen, sosyalist üretim ilişkilerinin kurulmasına hazırlık ise, o takdirde de gerçek bir geçiş sürecinin taşıyacağı karakteristikler açısından konuya yaklaşmak gerekirdi. Oysa “tek ülkede sosyalizm” anlayışından hareket edenler, bürokratik diktatörlükler altında ortaya çıkan çarpıklıkları teorize ederek, devlet mülkiyetinin kurulmasını, sosyalist üretim ilişkilerinin kurulması olarak ilân ettiler. Fakat kuşkusuz bu ilânla sorun ortadan kalkmadı ve onlar da bu kez, bu gibi ülkelerin temel çelişkisini, “kurulmuş olan” (!) sosyalist üretim ilişkileri ile üretici güçlerin geriliği arasındaki çelişki olarak niteleyip işin içinden sıyrılmaya çalıştılar. Örneğin, yıllarca bu doğrultuda görüşler ileri sürmüş olan Bettelheim, ya da onun gibilerin görüşlerini taklit edenler, bürokratik diktatörlük gerçeğini sosyalist üretim ilişkilerinin kurulması anlamına gelen bir “çadır”a benzettiler. Onlara göre, zamanla da bu çadırın içi sosyalizm düzeyine uygun üretici güçlerle dolacaktı! Bu anlayışta olanların hareket noktası, Sovyetler Birliği’ndeki üretim ilişkilerinin sorgulanması değil, o ve benzerlerinde var olan devlet mülkiyetinin sosyalizm olarak teorize edilmesiydi. Onlar, devlet mülkiyetini sosyalist üretim ilişkileri ile özdeşleyerek, hukukun maddi temelden üstün olabileceğini söylüyor ve buna benzer “katkı”larıyla Marksizmi katletmiş oluyorlardı.
Üretim ilişkileri, ekonomik-maddi temele ilişkin bir kavramdır; mülkiyet biçimiyle ilgili “hukuksal” bir kavram değildir. Üretim ilişkileri, üretici güçlerin gelişmişlik düzeyine bağlıdır. Mevcut üretim ilişkileri, üretici güçlerin gelişmişlik düzeyinin gerisinde kalabilir ama son tahlilde hiçbir zaman onun daha ilerisinde olamaz. Yani, üretim ilişkilerindeki gelişme seyri esasen üretici güçlerin gelişmişlik düzeyiyle koşulludur. Örneğin, nasıl ki feodal üretim ilişkilerinin aşılıp kapitalist üretim ilişkilerine geçilmesi üretici güçlerde niteliksel bir gelişmeye (sanayi devrimine) bağlı olmuşsa, sosyalist üretim ilişkilerinin oluşumu da, üretici güçlerin kapitalizmin dünya ölçeğinde ulaşmış olduğu düzeyi aşan bir sıçrama kaydetmesini şart koşar. Bunun tersini iddia etmek, Marksizmin toplumların gelişimine ilişkin diyalektik materyalist kavrayışını baş aşağı etmek anlamına gelir.
Tarihsel bir dönem olarak proletarya diktatörlüğü dönemi, tek bir ülkenin sınırları içinde yaşanacak ve gene tek bir ülkenin sınırları içinde tüketilecek bir dönem değildir. Bu dönem, dünyanın hiç değilse birkaç ileri kapitalist ülkesinden hareketle uluslararası düzeyde gelişerek bir dünya devrimine büyüyecek tarihsel bir dönemdir. Proleter devrimin henüz dünya kapitalist sisteminin egemenliğini kökten sarsacak bir atılım kaydetmediği, kapitalizmin hayati merkezlerine değil, yalnızca çeperlerine darbe indirebildiği bir durumda ise, kurulan işçi iktidarı, bu nesnel durumun ezici ve yıkıcı etkisini taşıyacaktır. Böyle bir durumda, devlet olarak örgütlenmiş proletaryanın üretim süreci üzerindeki egemenliği, dünya kapitalist sisteminin egemenliği ile gölgelenmiş olacaktır. Dünya proleter devriminin kapitalizmin hayati merkezlerinde değil de, siyasal çelişkilerin alabildiğine keskinleştiği çeperlerinden birinde patlaması sonucu iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesi durumunda, proletarya iktidarını hangi zorlukların bekleyeceğini Engels şöyle örnekliyordu:
Eğer … bir savaş bizi zamanından önce iktidara getirirse, teknisyenler baş düşmanımız olacak; her fırsatta bizi aldatacak ve bize ihanet edecekler, onlara karşı terör kullanmak zorunda kalacağız, fakat yine de aldatılmaktan kurtulamayacağız.[15]
Engels’in dediği tehlike, proleter devrimin Rusya gibi geri bir ülkeye hapsolmasıyla gerçekleşti. Rusya proletaryası, 1917 Ekim Devrimiyle kaydettiği tarihsel atılımına rağmen, Avrupa devrimi imdadına yetişemediği için, ekonomik ve kültürel gelişmişlik düzeyi bakımından taşıdığı devasa eksikliklerin üstesinden gelemedi. Bu nedenle, proletarya üretim sürecinde yöneten bir güç olabilme fırsatını tam anlamıyla gerçekliğe dönüştüremedi. Örneğin teknisyenleri kendi denetimi altına almayı başaramadı; tersine ve ne yazık ki, geri gelen ve üstelik de güçlenen bir bürokrasinin egemenliği altına girdi.
Sovyetler Birliği’ndeki realite, uzun yıllar boyunca “reel sosyalizm” olarak teorize edildi. Marksist geçinenler, bu konuda ciltler dolusu kitaplar yazdılar. Sovyetler Birliği’ndeki ekonomik işleyişi, kapitalizmden komünizme geçişin örneği olarak sundular. Devletin işçi devleti olup olmadığını irdelemeden, Marx’ın geçiş döneminin temel koşulu olarak ifade ettiği işçi demokrasisi koşulunu aramadan yaptılar bunu. Oysa 1917 Ekim Devriminin ürünü olan işçi devleti, daha sonra bürokratik bir karşı-devrimle ortadan kalkmış; “Sovyet” devleti, despotik-bürokratik bir devlete dönüşmüştü. İşte, kapitalizmden komünizme ilerleyebilmenin temel koşulu olan proletarya diktatörlüğünün böylece ortadan kalkması, Sovyetler Birliği’nde geçiş süreci dinamiğinin de son bulmasıyla noktalandı. Stalinizmin mutlak iktidarıyla birlikte, despotik-devletçi üretim tarzına dayanan yeni bir sosyo-ekonomik süreç başladı.
[1] Marx, “Alman İşçi Partisi Programının Kenar Notları”, Seçme Yapıtlar, c.3, s.31-32
[2] Marx ve Engels, “Alman İdeolojisi”, Seçme Yapıtlar, c.1, s.42
[3] Engels, “Karl Marx’ın Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’sı”, Seçme Yapıtlar, c.1, s.621
[4] Marx, Kapital, c.1, Sol Yay., Temmuz 1975, s.211-12
[5] Marx, Seçme Yapıtlar, c.3, s.21
[6] Marx, age, s.20-21
[7] Marx, age, s.21-22
[8] Marx, age, s.23
[9] Engels, Anti-Dühring, s.335-336 [Anti-Dühring, s.447]
[10] Marx and Engels, Selected Works, Vol. I, s.26-27 [“Alman İdeolojisi”, Seçme Yapıtlar, c.1, s.28]
[11] Marx and Engels, Selected Works, Vol. II, s.224[“Fransa’da İç Savaş”, Seçme Yapıtlar, c.2, s.268-269]
[12] Marx, Kapital, c.3, Sol Yay., Şubat 1990, s.695
[13] Marx, Kapital, c.1, s.194
[14] Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, s.26
[15] Engels’ten akt: T. Cliff, Rusya’da Devlet Kapitalizmi, Metis Yay., Nisan 1990, s.114
link: Elif Çağlı, Geçiş Dönemi: Devrimci Dönüşümler Dönemi, Mayıs 1991, https://marksist.net/node/1112