AB ve barış içinde kapitalist gelişme düşü
Liberaller ve onların Marksizm yağına bulanmış sol çeşitlemeleri, AB emperyalizmini ABD emperyalizmi karşısında bir demokrasi ve barış seçeneği olarak göstermekten pek hoşlanıyorlar. Medyadan yaygın olarak pompalanan bu tür boş hayallerin beslenmesi kitlelerin yanılsamalarını büyütüyor. Oysa insanlığın gerçek bir barış dönemine duyduğu ihtiyacın, herhangi bir emperyalist ittifak tarafından sağlanabileceğini tasavvur etmek kadar yanlış bir şey olamaz. Avrupa Birliği’nin saldırgan ABD karşısında dünya barışını savunan bir güç odağı olduğu ya da olabileceği iddiası, kapitalist sistemin yıkıcı krizler, emperyalist savaşlar gibi can sıkıcı gerçeklerinden kaçmaya çalışanların rağbet ettiği boş düşlerden biridir. Ve emperyalizmin tarihi, adeta bu hayal perdesini paramparça etmek istercesine, çeşitli kereler dünya halklarını büyük depresyon ve yeniden paylaşım savaşları gerçeğiyle yüz yüze bırakmıştır. Aslında bir Marksist açısından bu bilinen bir sonuçtur. Ne var ki, tıpkı 20. yüzyılın başlangıcında olduğu gibi, 21. yüzyılın ilk dönemine de damgasını vuran bir emperyalist paylaşım savaşı döneminde kitlelere yine “barış” hayalleri şırınga edilmeye çalışıldı. Böylesi tutumlar, uğursuz Kautskiciliğin hortlatılmasından başka bir anlam taşımıyor.
Birinci emperyalist savaş döneminde “kendi” burjuva hükümetlerinin yanında yer alan ve emperyalist savaş bütçeleri lehinde oy veren II. Enternasyonal sosyal-şovenleri, savaş öncesinde de kitlelerde demokratik ve barışçı yanılsamalar yaratmışlardı. Bu nedenle, emperyalist güçler hummalı bir savaş hazırlığı yürütürlerken, işçi ve emekçi kitleler pasif bir bekleyişe itilmiş oldular. Savaş patladığında ise yanılsamalar hâlâ devam ediyordu. Tüm sosyal-pasifistler, işçilerin emperyalist paylaşım savaşı karşısında sınıf mücadelesi silahını yükseltmelerini engellemeye çalıştılar. Birinci Dünya Savaşının dehşetini yaşayan milyonlarca insan, bu savaşın son savaş olduğuna inandırıldı. Fakat dünya, ikinci emperyalist paylaşım savaşıyla birlikte bir kez daha milyonlarca işçinin ve emekçinin kanıyla boyandı. Ancak bu dünya savaşını takip eden uzun yıllar boyunca geçmişin kötü anıları sanki yine unutuldu. Dünya işçi hareketinin büyük bir gerileme içinde olduğu yıllarda meydan boş kaldı. Ve emperyalist güçlerin kozlarını paylaştığı nice bölgesel savaşta, Yugoslavya’da, Somali’de, Ruanda’da, Filistin’de, “ateş düştüğü yeri yakar” misali, derinden etkilenenler savaşı bizzat yaşayan halklar oldu.
Günümüzdeki sıcak gelişmelerin de çok çarpıcı biçimde kanıtladığı üzere, emperyalizm tarihinin hiçbir dönemi barışçı düşler yayan reformistleri haklı çıkarmamıştır. Yalnızca uzun süreli ekonomik yükseliş dönemlerinde, büyük kapitalist güçler arasında görece barışçı ittifaklar gerçekleşmiştir. Fakat dünyasal ölçekli bir ekonomik duraklamayla birlikte kaçınılmaz olarak keskinleşen çelişkiler yeni savaşları tetiklemiştir. O nedenle görece “barışçıl” dönemler, son tahlilde savaşlar arasındaki “nefes molaları”ndan başka bir şey değildir. Lenin’in dikkat çektiği üzere, Kautsky gibilerin emperyalizm ötesi bir barış döneminin embriyonu saydığı uluslararası birlikler, aslında dünyanın yeniden paylaşılmasının ve barışçı paylaşmadan barışçı olmayan paylaşmaya –ya da tersi– geçişin araçlarıdır.
Güçler dengesi bir kez değiştikten sonra, kapitalist düzende çelişkileri zordan başka çözecek bir şey yoktur. Emperyalizmin en karakteristik özelliği, birkaç büyük gücün hegemonya yarışıdır. Eğer emperyalist güçler arasındaki hegemonya çekişmesi ve nüfuz alanlarının yeniden paylaşılması mücadelesi şu ya da bu emperyalist ülkeyi karşı karşıya getirmişse, taraflar eninde sonunda kozlarını paylaşmak ve gerçek güçleri oranında yeni bir denge oluşturmak zorundadırlar. Kapitalizmin doğası budur. Emperyalizm dönemini de içermek üzere, ulus-devletler arasındaki rekabet ve çatışmalar olmaksızın kapitalizm var olamaz. Bu gerçek yalnızca dünya genelini değil, özelde Avrupa kıtasını da aynı derecede ilgilendiriyor. Eğer ki rekabetin kızışması nedeniyle artan gerilim iki Avrupa ülkesini karşı karşıya getirirse –örneğin İngiltere ve Almanya’yı–, bu ülkelerin egemen burjuvaları, sosyal-papazların “Avrupa Birliği” doğrultusundaki vaazlarına hiç de kulak asmayacaklar.
Ülkeler arasındaki gerginliklerin hangi biçimleri alabileceği, asıl faktöre yani ekonomik rekabete oranla ikincil bir sorundur. Unutmamak gerekir ki, kapitalizmin sömürgeci yayılmacılık döneminde olduğu gibi emperyalist yayılmacılık döneminde de, çekişen kapitalist güçler arasındaki mücadelede karşılıklı nutukların ve diplomasinin tüketildiği noktada silahlar konuşmaya başlar. Sermayenin uluslararasılaşması sürecinin ulus-devletler arasındaki çatışmayı hafifletebileceği, hatta ulus-devletlerin aşıldığı yeni bir dönemi başlatacağı düşüncesi tamamen dayanaksızdır. Troçki’nin dediği gibi, “toplumun temel üretici güçleri, tröstlerin, yani tek tek kapitalist kliklerin elinde oldukça ve ulusal devlet bu kliklerin elinde istedikleri gibi kullanabildikleri bir araç olarak kaldıkça, pazarlar, hammadde kaynakları, dünyanın egemenliği için mücadele kaçınılmaz olarak gitgide tahripkâr bir karakter kazanacaktır.”[1]
Emperyalist sistem yeni milenyumla birlikte, daha önceki periyodik krizlerden farklı olarak ne zaman sona ereceğinin burjuva stratejistleri tarafından bile kestirilemediği bir derinlik ve şiddetteki krizin içine yuvarlanmıştır. Sistemin başını çeken ABD’nin 11 Eylül’le birlikte başlattığı yeni dönemde tüm dünyayı bir savaş histerisi içine sürükleme azminin ardında yatan gerçek neden de budur.
AB ve istikrarlı bir demokrasi dönemi düşü
Biliyoruz ki, 20. yüzyılın başlangıcıyla birlikte dünyamız kapitalizmin en yüksek aşamasına, mali sermayenin uluslararası egemenliğinin yükselişine sahne oldu. Kapitalist üretimin çok daha büyük boyutlara ulaşmasıyla birlikte, serbest rekabetçi dönem yerini tekelci kapitalizm dönemine bıraktı. Emperyalizmin ekonomik özü, ulusal ve uluslararası düzeyde devasa tekeller demektir. Bu tekeller kendilerini, yine ulusal ve uluslararası düzeyde çeşitli birliklerin oluşumunda, güçleri ulusal sınırların ötesine geçen dev bankaların yükselişinde, muazzam ölçeklerde yoğunlaşan sermayenin giderek çok daha az sayıda elde merkezileşmesinde ortaya koymaktadır.
Tekelci gelişmeyle birlikte kapitalizmin siyasal üstyapısı da demokrasiden siyasal gericiliğe doğru bir değişim geçirir. Şöyle diyordu Lenin: “Emperyalizm her yere özgürlük değil, hegemonya eğilimi götüren mali sermayenin ve tekellerin çağıdır. Bu eğilimin sonucu ise, politik rejim ne olursa olsun, tüm çizgi boyunca gericiliktir, mevcut çelişkilerin bu alanlarda da aşırı ölçüde şiddetlenmesidir.”[2] Bu değerlendirme özünde tamamen doğrudur ve emperyalizm döneminin, kapitalizmin geçmiş dönemine oranla demokraside bir genişleme yarattığı iddialarına verilmiş bir yanıttır. Fakat Lenin’in işaret ettiği gerçeklik, burjuva düzende siyasal rejim farklılıklarının ortadan kalktığı anlamına da gelmez.
Kapitalizmin tüm tarihi boyunca görüldüğü gibi, emperyalist aşamanın içinde de burjuva düzenin siyasal yapılanmasında ülkeden ülkeye, dönemden döneme farklılıklar olabilir. Örneğin Avrupa ülkelerinde uzun yıllar boyunca, Türkiye gibi ülkelere oranla daha geniş bir burjuva demokratik işleyiş yaşanmıştır. Kuşkusuz ki bu farklılığın temelinde de son tahlilde bazı ekonomik gerçekler yatar. Türkiye gibi sık sık krizlerle sarsılan ülkelerde, burjuva düzen, Batı Avrupa tipi bir burjuva demokratik işleyişe nefesinin yetmediğini kanıtlamıştır. Fakat hiçbir yanılsamaya yol açmamak için titizlikle belirtilmelidir ki, Avrupa’daki demokrasi de bir sınıf demokrasisidir; egemen burjuva sınıfın demokrasisi, yani onun sınıf diktatörlüğünün parlamenter biçimidir.
Bu gerçek Marksistler için son derece açık olsa da, Avrupa Birliği’nin “demokratik” çerçevesi, bu kadarlık bir demokratik yaşama dahi sahip olamamış ülkelerin işçi ve emekçi kitlelerine cazip görünebiliyor. Bunda da anlaşılamayacak bir taraf yoktur. Fakat doğrusunu söylemek gerekirse, Avrupa Birliği’nin bugün sahip olduğu burjuva demokratik çerçeve aslında hiç de kalıcı ve istikrarlı değildir. Bu işleyiş, II. Dünya Savaşını takiben başlayan ve yakın zamanlara kadar uzanan uzun bir ekonomik yükseliş döneminin ürünüdür. Unutmayalım ki bu dönemin öncesinde, bugün Avrupa Birliği’nin başını çeken büyük emperyalist güç Almanya, Hitler faşizminin zulmü altında inliyordu. Kimileri Avrupa’nın II. Dünya Savaşı sonrasında yaşadığı görece barışçıl ve görece demokratik dönemin, dünya savaşı ve faşizm deneyiminden çıkartılan dersler doğrultusunda inşa edilen ve bir daha yitirilmeyecek bir yeni evre olduğunu iddia ettiler. Böyle düşünenlere göre, Avrupa’da siyasal ve hukuksal birlik ebedi bir demokrasi dönemini açacak ve dünyanın diğer bölgelerine de örnek teşkil edecekti.
Kitleler nezdinde yayılmaya çalışılan bu tür aymaz düşünceler hiç de yeni değildir. Avrupa kıtasının faşizmin iktidarı ve ikinci bir emperyalist savaşla derinden sarsıldığı günlerde de, küçük-burjuva pasifizmi Müttefik emperyalist güçlerin getireceği “demokrasi” hayaliyle avundu. Yaratılmak istenen bu tür yanılsamalar karşısında, Troçki, Müttefiklerce demokratik bir Avrupa federasyonu yaratılacağı vaadinin, tüm pasifist yalanların en kabası olduğunu söylüyordu. Devlet bir soyutlama olmayıp tekelci kapitalizmin bir aracıydı. Kapitalist mülkiyet korunduğu sürece Avrupa’da bir “demokratik federasyon” olsa olsa Cemiyeti Akvam’ın çok kötü bir tekrarı olurdu.
Emperyalizmin özsel niteliklerini kavrayamayan ya da kavramak istemeyen bir zihniyetin ürünü olan ideal ve kalıcı bir “Avrupa demokrasisi” düşü, geçmiş dönem boyunca epeyce prim yapmış olsa da bugünün yakıcı gerçeklerine dayanabilmesi mümkün görünmüyor. Avrupa kıtası, emperyalist sistemin hegemon gücü olan ABD’yi temellerine dek sarsan ve kapitalist Amerikan rüyasının sembolü olan İkiz Kuleleri yerle bir eden büyük krizin yarattığı ve yaratacağı sonuçlara karşı şerbetli değildir. Nitekim son yıllarda ekonomideki tökezlemeyle birlikte, Avrupa’da da ilk saldırıya uğrayan hedefler işçi sınıfının kazanılmış demokratik ve sosyal hakları olmuştur. Bugün ABD’nin dünyaya savaş ilânıyla birlikte Avrupa ülkelerinde de yükselişe geçen işçi hareketi, Avrupa burjuvazisi için tehlike çanlarını çalmaktadır. İçine girdiğimiz bu yeni dönemde, egemen burjuvalar, “Avrupa’nın tarihsel-kültürel üstünlüğü” cilasını zedelemek pahasına burjuva demokratik çerçeveyi daha da daraltma girişimlerinde bulunacaklardır.
Avrupa’daki burjuva demokratik rejimin Türkiye’ye oranla görece geniş yönlerini daha da abartarak, işçi sınıfında burjuva demokrasisine hayranlık uyandırmak Marksistlerin işi olamaz. O işi sol liberaller yapıyor. Bizim görevimiz, görece en genişi bile olsa, özsel karakteri itibarıyla işçi sınıfı için sınırlı bir anlam taşıyan ve aslında sömürüyü de örtüleyen burjuva demokrasisinin karşısına işçi demokrasisi alternatifini dikebilmektir. Fakat devrimci mücadele uzun soluklu bir maraton koşusu gibidir. Hedefe bir çırpıda varılamıyor. Devrimci kadrolar için çok kolayca anlaşılabilir olan gerçeklerin kitleler tarafından da derhal ve kolayına kavranabileceğini sanmak bir “çocukluk hastalığı”dır. Bizler Avrupa ülkelerindeki burjuva demokrasisinin son tahlilde ne ifade ettiğini çok iyi biliyoruz. İşçi demokrasisinin yakıcı bir gereklilik olduğu çağda, “Avrupa tipi” bile olsa aslında burjuva sınıfın egemenliği demek olan burjuva demokrasisi bir umut olarak görülemez. O Avrupa demokrasisidir ki, yabancı düşmanlığını körüklemekte, göçmen işçileri içine ittiği kötü koşulları, Avrupa işçi sınıfının haklarını da budamak için bir tehdit aracı olarak kullanmaktadır. Dolayısıyla, AB üyeliğinin tüm üyelere sürekli genişleyen bir refah ve demokrasi getireceği vaadi boş bir vaattir.
İşçi sınıfının kendi örgütlü gücüne ve örgütlü mücadelesine güvenmek yerine, daha iyi bir gelecek umudunu bir emperyalist birliğe bağlamasının bizce savunulur bir yanı olamaz. Ama işte tam da bu noktada kitlelere yönelik propagandada çok dikkatli olmayı ve en uygun dili özenle seçmeyi gerektiren bir hassasiyet var. Kitlelerin yanılsamaları bir dokunuşta yok edilemiyor. Türkiye ya da Kuzey Kıbrıs’ta işçi ve emekçi kitlelerin çoğunluğu, içinde bulundukları berbat duruma bakıp hiç değilse Avrupa demokrasisi kadar bir demokratik işleyişin özlemini çekiyorlar. Avrupa ülkelerinde ise bu tür özlemlere ters istikamette gelişmeler yaşanıyor. AB üyeliğine demokratik hakların genişletilmesi bakımından olumlu yaklaşan Türkiyeli ya da Kuzey Kıbrıslı kitlelerin bu yanılsamalarına son verecek en güçlü faktör, son tahlilde yaşayarak öğrenecekleri gerçekler olacaktır. Üstelik bugünün dünyasında kapitalist sistemin gerçekleri, geçmişe oranla çok daha çarpıcı ve hızlı biçimde ortaya çıkıyor.
AB’ye katılırsa Türkiye’nin bir demokrasi cennetine döneceği konusunda liberal masallar uydurmak hiçbir gerçek Marksiste yakışmaz. Fakat bunun alternatifi de, ne idüğü belirsiz bir ulusalcı solculuk adına, despotik-baskıcı devletçiliği savunmak olamaz. Bir başka deyişle, AB’ci liberallerin kuyruğuna takılmamak, milliyetçi burjuvaların düzeyine düşen bir AB karşıtlığını da hiç mi hiç haklı çıkarmaz. Aslında bu ikinciler, birincilerden çok daha fazlasıyla işçi sınıfının ileri atılımının önünü tıkıyor, onu eski baskıcı çerçeveye hapsediyorlar. Örneğin Türkiye işçi sınıfının, Avrupa ülkelerine bakıp daha geniş bir demokratik işleyişin özlemini çekmesi ve daha ileri talepler için mücadeleye atılması, genel bir atalet durumuna oranla hiç de olumsuz bir devinim değil. Ama bir husus asla unutulmamalı! İleri talepler, burjuvaların AB gibi örgütlerine bel bağlamakla değil, kendi örgütlü özgücüne dayanarak, yalnızca ona güvenerek kazanılabilir ve korunabilir.
Küçük-burjuva muhalefetin çıkışsızlığı
Kapitalist birlikler hayır kurumları değildir. Tüm ortakların eşit kazanç sağlaması kapitalizmin mantığına aykırıdır. Örneğin Avrupa Birliği bünyesinde uygulanan ortak tarım ve fiyat politikası nedeniyle, daha geri durumda bulunan ülke ve bölgeler bundan zarar görmektedirler. Keza ortak gümrük politikası açısından da aynı şey söylenebilir. Bu sonuçlar, Avrupa Birliği üyesi ya da aday ülkelerde çiftçilerin ve çıkarları zedelenen burjuva, küçük-burjuva kesimlerin muhalefetine neden oluyor. Fakat kapitalizmin temellerine yönelmeyen bu tür muhalif akımlar, kapitalist birliklere katılıma karşı çıkarlarken çağın ekonomik gerçekleriyle bağdaşmayan bir “ulusal kapitalizm” savunusu içinde debelenip duruyorlar.
Sol ve sağ, reformist ve devrimci tüm tandanslarıyla küçük-burjuva muhalefetin emperyalizm karşısında temel özelliği, mevcut sorunları kapitalizmin egemen gelişme eğiliminden kopartarak ele almasıdır. Örneğin Türkiye 1963’te Avrupa Ortak Pazarı’na üyelik için başvurduğunda, Türkiye solu “onlar ortak, biz pazar” sloganıyla karşı çıkmıştı. Bu slogan, emperyalist-kapitalist birlikler içindeki eşitsiz ilişkilerin ifadesi bakımından bir gerçekliği dile getiriyor olsa da, genelde tepkilerin düzeyi kapitalizme karşı gerçek mücadeleden kopartılmış bir sözde anti-emperyalizm idi. Hatta bu slogan, o dönemin verili koşulları dikkate alındığında, Avrupa karşısında ulusal kapitalizmin savunusu anlamına geliyordu.
Küçük-burjuva solculuğu, kapitalizmin birleşme doğrultusundaki tarihsel eğiliminin karşısına “ulusal bağımsızlık” savunusunu çıkarır. Bu tutum devrimci değil, özünde milliyetçi bir tutumdur. Çünkü gerçekte ulusal bağımsızlık, siyasal bağımsızlığın kazanılması, yani ulus-devletin kurulması anlamına gelir. Siyasal bağımsızlığın kazanıldığı ve bir burjuva iktidarın kurulduğu tüm ülkelerde, emperyalizme karşı mücadelenin, sosyalizm hedefiyle değil de hâlâ bir “ulusal bağımsızlık” hedefiyle yürütülmek istenmesi, özünde “ulusal kapitalizm” taraftarlığıdır. Bu da son tahlilde, mümkün olmayan ve geri bir hedefi, yani ulusal izolasyonu savunmak anlamına gelir. Konumuz AB karşıtlığı olduğunda da bu gerçeği hatırlamamız gerekiyor. Küçük-burjuva ulusalcı tepkisellik temeline oturtulmuş bir AB karşıtlığının, burjuva ulusalcılığına hizmet edeceğinin bilincinde olarak, bu tür yanlış kavrayışlara karşı mücadele etmeliyiz. İşçi sınıfı mücadelesinin enternasyonalist devrimci rotaya sokulabilmesi ve güçlendirilebilmesi için anti-kapitalist temellere dayanan bir AB karşıtlığına ihtiyaç var. AB ve benzeri konularda tatmin edici yanıtlar bekleyen ileri işçi ve emekçi unsurların zihnini açabilecek yegâne tutum da bu olacaktır.
Kapitalizmin emperyalist aşamasında dış dünyadan yalıtılmış bir “ulusal kapitalizm” asla mümkün değildir. Çünkü kapitalist sistem, eşitsizlik temelinde yürüyen karşılıklı bağımlılık ilişkileri üzerinde yükselir. Bu nedenle, güçlü emperyalist ülkelere oranla daha zayıf durumdaki kapitalist ülkelerin, uluslararası düzeyde şu ya da bu gelişmiş kapitalist ülke ya da ülkelerle ekonomik yakınlaşma, birlikte iş yapma eğilimi salt bir siyasal tercih sorunu olarak görülemez. Bu eğilim, kapitalist sistemin iç işleyişinin dayattığı bir ihtiyaçtan kaynaklanır. Bazı dönemlerde şu ya da bu ülkede bir burjuva iktidar “ulusal çıkarlar” bahanesiyle tersine bir yol tutuyor gibi görünse bile, son tahlilde netice pek de değişmez. Hem kapitalist sistemin içinde kalıp hem de “ulusal bağımsızlık” nutuklarıyla ekonominin çarklarını döndürmeye hiçbir burjuva iktidar muktedir olamamıştır. “Ekonomik bağımsızlık” diyerek ulusal izolasyon içinde ekonomik gerilemeye ve çöküntüye uğrayan tüm burjuva iktidarlar, bozuştukları bir emperyalist güce sırtlarını çevirmiş olsalar bile, bir başka emperyalist gücün yörüngesine girmenin dışında bir netice elde etmemişler ya da edememişlerdir.
Küçük-burjuva sol çevrelerin devrimcilik yağına bulanmış söylemlerinin özüne inildiğinde, kapitalist sistemi sosyalizm doğrultusunda aşacak bir geleceğe değil, “tam bağımsız ve ulusal çıkarlarını en başa almış bir ülke”ye duyulan özlem görülecektir. Bu özlemin gerçekte ne anlama geldiğini, örneğin Türkiye’de ya da Kıbrıs’ta milliyetçi çizgiye savrulan küçük-burjuva sol örgütler çarpıcı biçimde sergiliyorlar. Soyut olarak konuştukları sürece propagandalarını Marksizmden ödünç aldıkları devrimci laflarla süsleyen bu çevreler, sıra önemli ve somut bir soruna geldiğinde, “ulusal çıkarlar” bahanesiyle kendi burjuvalarına doğrudan ya da dolaylı destek sunmaktan imtina etmiyorlar. Kimler mi bunlar? Adlarını burada birer birer saymaya hiç gerek yok, ama örneğin Türkiye’de Kürt ulusasl sorunu karşısında takınılan ezen ulus milliyetçisi tutumları izleyecek olursanız doğru adreslere varırsınız. Ya da örneğin Kıbrıs Rum kesiminin “komünist” partisi AKEL’in, kendi milliyetçi burjuvalarının kuyruğuna takılması ve son seçimlerde milliyetçi Papadopulos’u desteklemesi yeterince ibret vericidir. Aslında AB sorunu çerçevesinde benzer tutumlara Türkiye’nin sözde “komünist” partileri, küçük-burjuva sol çevreleri arasında da fazlasıyla tanık olmak mümkündür.
Gerçek bir devrimci, gerçek bir Marksist, AB’ye ya da benzeri bir emperyalist birliğe, kendi egemen burjuvazisinin “ulusal çıkarlar”ını savunmak üzere değil, işçi sınıfının devrimci mücadele hedefleri bakımından karşı çıkar. Ülke içinde egemen olan kapitalist işleyişe son verilmesi gereğini başa almaksızın, yalnızca emperyalist birlik ve kurumlara “hayır” demekle yetinmek küçük-burjuva solculuğudur. Emperyalizme karşı mücadeleyi salt bir “ulusal ekonomi-ulusal devlet” savunusu olarak gören tüm küçük-burjuva sol akımlar, işçi sınıfının dikkatini kapitalist sistemi aşıp geçecek bir geleceğe değil, geçmişe, yani ulus-devletlerin kuruluş dönemine döndürmek istiyorlar.
Kapitalist üretim tarzı bir dünya pazarı yaratıp, farklı ulusların kaderini birbirine bağlayan dünyasal bir sistemdir. Kapitalist tarihin ilerleyişi içinde, çeşitli ulusların bağımsızlıklarını kazanmaları, iç pazarın kapitalist gelişmesini sağlamaları eş zamanlı olmamıştır. Fakat kapitalist temelde yol alan ülkelerin tümü, bir noktada emperyalist sisteme entegre olma ihtiyacı ile yüz yüze gelmiş ve o doğrultuda yol almışlardır. Emperyalizm çağında, ulus-devletini kurmuş ve böylece kapitalizm altında olup olabilecek ulusal bağımsızlığını kazanmış ülkelerde proletaryanın ve emekçilerin kurtuluşu geriye çark etmeyi değil, ileriye atılmayı gerektiriyor. Kurtuluşun yegâne yolu, kapitalist sistemin yarattığı adaletsiz “küreselleşme”yi yıkıp, yerine eşitlikçi ve sömürüsüz bir küreselleşmeyi, yani evrensel sosyalizmi inşa etmekten geçiyor. Bu nedenle, bugün kapitalizmin emperyalist aşamasının işçi ve emekçilere nice acılar getiren küreselleşmesine karşı gerçek ve devrimci bir mücadele, “ulusal bağımsızlık” bayrağı altında değil, ancak ve ancak sosyalizmin enternasyonal bayrağı altında yürütülebilir.
AB’ye katılım tartışması burjuvazinin iç sorunudur
Tarihsel bir örnek olması bakımından, Marx’ın kendi dönemindeki “serbest ticaret mi, korumacılık mı?” tartışmasında konuyu ele alış tarzı da hatırlanmaya değer. Çünkü tartışma konusunun başlığını değiştirip, irdelemeyi bir de “AB’ye katılım mı, dışında kalmak mı?” biçimine çevirmek özde bir değişiklik yaratmayacak. Marx, serbest ticaret yanlısı burjuvazinin, korumacılık karşısında kendi çıkarı nedeniyle savunduğu değişimi, nasıl işçi sınıfından da yana bir değişim olarak göstermeye çalıştığına dikkat çeker. İşçi sınıfının yanılsamalara sürüklenmemesi için, ilerici ya da liberal görünen burjuva kesimlerin gerçek maksatlarını deşifre eder. Burjuva düzenin ekonomik işleyişi bakımından hangi uygulama olursa olsun –ister serbest ticaret isterse korumacılık– aynı anda hem burjuvazinin hem de işçi sınıfının çıkarına olabilmesi mantık dışıdır. Gerçekte, gerek korumacılık gerekse de serbest ticaret uygulaması altında işçi yine artı-değer üreten ve sömürülen sınıf olmayı sürdürecektir.
O halde bir ücretli-kölenin, köleliğinin hangi burjuva seçenek altında sürdürülmesinin daha avantajlı olacağı konusunda taraf olmaya kalkışması kadar onur kırıcı bir tutum olamaz. Marksistler, burjuvazinin iç kapışmasında işçi sınıfına şu ya da bu safta taraf tutması yönünde akıl vermezler. Ne var ki, bir de sorunların tarihsel-toplumsal boyutu vardır ve işçi sınıfı asıl olarak bu konuda aydınlatılmalıdır.
Biliyoruz ki, kapitalizm yıkılmadığı sürece dünya ölçeğinde ekonomik bağları ve ticari ilişkileri geliştirme doğrultusunda yol almak durumundadır. Bu gidişattan çıkar elde eden burjuva çevreler olduğu gibi, çıkarları sarsılan çevreler de olacaktır. Ve ekonomik-politik tercihler buna göre ortaya konacaktır. Örneğin iç piyasaya daha fazlasıyla bağımlı olan burjuva unsurlar, kendi çıkarları gereği “korumacılık” uygulamasında ısrar edecek ve propagandalarını, “aman ulusal çıkarlar elden gitmesin!” biçiminde sürdüreceklerdir. Serbest ticaret yanlıları ise daha çok dışa açılmayı, dünya arenasında marka olmayı savunacak, ama onlar da propagandalarını, bu yolun “ulusal çıkarları” en iyi koruyup geliştirecek yol olduğu motifleriyle bezeyeceklerdir.
İşte Marx döneminde “serbest ticaret” nedeniyle burjuvazi içinde yürüyen tartışmanın özü buydu. Kapitalist gelişmenin temel eğilimi pek çok noktada serbest ticaret yanlılarının savunularıyla örtüşmekteydi. Korumacılığı savunanlarsa, işçi sınıfının uzun erimli çıkarlarıyla da hiçbir biçimde bağdaşmayan bir ulusalcılığı, tutuculuğu temsil etmekteydiler. Serbest ticaret yanlısı burjuva kesimlerin gündeme getirmiş olduğu değişiklik önerileri karşısında “Hayır!” diye bağırmakla yetinen solcular da, aslında burjuva düzene karşı çıkmış olmuyorlardı. Bu tutum, burjuva seçeneklerden birine, üstelik de milliyetçi, tutucu, baskıcı burjuva kesimlerin elini güçlendirecek bir seçeneğe destek sunmanın ötesinde pek bir şey ifade etmiyordu. Serbest ticarete “Evet!” diye yırtınanlar ise, her ne kadar görece ilerici bir tutum takınmış olsalar da, bu da nihayetinde bir burjuva seçeneği onaylamaktan, kapitalist gidişata destek sunmaktan ibaret bir “ilerici”likti. Sorunun işçi sınıfını ilgilendiren tarafı, yalnız ve yalnızca, kapitalist gelişmenin gelecek için attığı temellerdi. Çünkü bu temeller, proletaryanın toplumsal devrimini hızlandıran gelişmelere işaret ediyordu.
Nitekim Marx, 9 Ocak 1848’de Brüksel Demokratik Birliğinde yaptığı konuşmada, “Baylar, sanmayınız ki ticaret özgürlüğünü eleştirirken himayecilik sistemini savunmak gibi bir niyet taşıyoruz” demekteydi.[3] Genel olarak serbest ticaret sisteminin eski dengeleri yıkıcı olmasına karşın, yürürlükteki himayeci sistemin de tutucu olduğunu belirtiyordu Marx. Serbest ticaret sistemi, eski ulusları parçalayacak ve proletarya ile burjuvazi arasındaki uzlaşmaz karşıtlığı uç noktasına itecekti. Tek sözcükle vurgulanacak olursa, serbest ticaret sistemi toplumsal devrimi hızlandıracaktı. Söz konusu tartışmanın proletaryanın devrimci çıkarlarıyla ilişkilendirilebilecek tek noktası da, serbest ticaret rejiminin yaratacağı bu sonuçtu. O nedenledir ki konuşmasını şu sözlerle bitirecekti Marx: “İşte yalnızca bu devrimci anlamıyladır ki, baylar, ben serbest ticaretten yanayım.”[4]
Marx’ın yaklaşımı bizlere örnek olsun. Türkiye, Kıbrıs ya da benzeri ülkelerde yürüyen AB tartışmalarında devrimci Marksistlere yakışan tutum, milliyetçi burjuvalar ya da tarihin tekerleğini geriye çevirmeye çalışan küçük-burjuva solcuları gibi “hayır” diye yırtınmak olamaz. Fakat “evet” diyen emperyalizm taraftarı burjuva unsurlara tempo tutmak da asla doğru bir tutum değildir. Lenin’in emperyalizmin Alman savunucusu Cunow’un mantalitesini teşhir ederken sergilediği gibi, “emperyalizm modern kapitalizmdir; kapitalizmin gelişmesi kaçınılmaz ve ilericidir, öyleyse emperyalizm de ilericidir; o halde onun önünde diz çökmek ve ona övgüler düzmek gerekir” tarzındaki bir yaklaşım olsa olsa modern Cunowlara yaraşır. Kapitalizmin ileriye doğru aldığı yol, bizi ancak Marx’ın işaret ettiği gibi, bu sistemi ortadan kaldıracak işçi devrimini, geleceği, yani sosyalizmi hazırladığı ölçüde ilgilendirir.
Türkiye ve benzeri ülkelerde AB’ye katılım konusunda yürüyen tartışma ve kapışmalar, temelde burjuvazinin iç sorunudur. Bizler bu tartışmada “evet” ya da “hayır” biçiminde taraf tutmak zorunda değiliz. Unutmamalıyız ki, hangi sorun olursa olsun Marksist açıdan doğru olan ve dolayısıyla işçi sınıfının çıkarlarını yansıtan tutum, asla ve asla kapitalizmin çerçevesi içine sıkıştırılamaz. Çözüm, ne AB’li ne de AB’siz bir kapitalizmdedir. İşçi sınıfının ve emekçi kitlelerin baskı ve sömürü koşullarından kurtuluşunun yolu kapitalist düzeni yıkacak toplumsal devrimden geçiyor.
Şunu da belirtelim ki, kapitalist sistemin dayattığı ihtiyaçlar nedeniyle, burjuvalar, ulusal sınırların çıkarttığı engelleri kendi çıkarları doğrultusunda aşabilmek için AB benzeri birlikler oluşturacaklarsa ne gam! Onların bu yönde atacakları tüm adımların (bu adımı atıp atamayacakları ya da hegemonya mücadelesi nedeniyle AB’nin parçalanıp parçalanmayacağı gerçeği bir yana), son tahlilde işçi sınıfının toplumsal devrimini hızlandırmaya hizmet edeceğinden eminiz. Yani dünyanın tüm burjuvaları ne yaparlarsa yapsınlar, tarihin yasalarından kaçıp kurtulabilmenin bir yolunu bulamayacaklar!
Burjuva seçenekler çözüm olamaz!
İşçi sınıfının çıkarları, burjuva alternatiflerden birinin karşısında diğerinin savunulmasını gerektirmiyor. Fakat ne yazık ki, Türkiye ya da Kıbrıs örneklerinde olduğu gibi, devrimci çözüm yoluna henüz ikna olmamış kitleler bir uçta liberallerin, diğer uçtaysa milliyetçilerin yer aldığı bir burjuva çerçeveye hapsoluyorlar. Burjuva çerçevenin dışına çıkılmadığı sürece, sözde “ulusal çıkarlar” adına dünyadan yalıtılmışlığı, iç baskı ve sömürünün artışını temsil eden milliyetçi tutuma oranla, liberal tutum daha akılcı bir seçenek olarak sivriliyor.
Baskıcı ve gerici burjuva seçeneklerden canları fena halde yanan kitlelere, bazı reformlar vaat eden burjuva seçenekler daima bir kurtuluş umudu olarak görünür. Hangi önemli sorun söz konusu olursa olsun, devrimci çözüm yolunu benimsemedikleri sürece işçi ve emekçi kitlelerin yanılsamalar içine sürüklenmeleri kaçınılmazdır. Bu türden yanılgılara kapılan kitlelerin ruh halini anlamak gerekir. Fakat onları anlamak, onlara yanılgılarını gösterme çabasından vazgeçmeyi gerektirmez. Marksist tutumun, kitlelerle birlikte olmak adına onların yanılgılarına destek veren, onların kuyruğuna takılmayı marifet addeden eğilimlerle hiçbir ortak noktası olmamıştır, olmamalıdır.
Eskilerde “bütün yollar Bağdat’a çıkar” diye bir deyiş vardı; bunun gibi yaşadığımız dünyada da bütün belli başlı toplumsal sorunlarda çözüm yolları toplumsal devrime çıkıyor. Kitleler, devrimin güçlerinin ve hazırlığının yetersizliği nedeniyle bu çözüm yolunu henüz pek inandırıcı bulmuyorlarsa, onları etkilemek uğruna gerçekleri eğip bükmenin hiçbir yararı olmayacaktır.
Avrupa Birliği tartışmaları bağlamında devrimci Marksistler açısından sorun çok nettir: AB’li ya da AB’siz kapitalizm işçi sınıfının sorunlarına hiçbir çözüm getiremez. Çürüme çağına girmiş bulunan kapitalist sistem içinde kalarak, “kötü”nün karşısında “ehven-i şer” bir çözüm sağlanabileceğini ummak kendini kandırmanın en kestirme yoludur. Türk, Kürt, Kıbrıslı, Filistinli, Iraklı vb. örneklerinde olduğu üzere, emekçi kitlelerin içinde bulundukları koşullardan kurtulabilmeleri için bir umut diyerek sarıldıkları AB ya da Birleşmiş Milletler benzeri emperyalist birliklerin “çözüm planları” bir oyalamacadır. Bu tür planlar, işçi ve emekçilerin bugün için olanaksız gördükleri devrimci çözüm yolunun önüne dikilmiş birer engelden başka bir şey değildir. Dolayısıyla, işçi sınıfı ve emekçi kitleler kendi çıkarlarını temsil eden devrimci bir planı yaşama geçirmek üzere örgütlenip seferber olmadıkları sürece, burjuva seçenekler arasında sıkışıp kalmaktan ve sürekli olarak zaman yitirmekten kurtulamayacaklar. İçinde bulundukları olumsuz koşulları değiştireceğini sandıkları burjuva planlara destek vererek kendilerini kandırdıkları sürece, hem bugünlerini hem de yarınlarını emperyalist güçler arasındaki çıkar çatışmalarına kurban edecekler. Gerçek bu kadar yalın; fakat kitlelerin bunu bir çırpıda kavramasını ummak saflık olur. Proletaryanın devrimci enternasyonalist güçlerine düşen görev, gerçek çözüm yolunun kitleler tarafından kavranması için bıkmadan usanmadan mücadeleyi sürdürmektir.
Çözüm işçi sınıfının devrimci mücadelesindedir
Kapitalizmin emperyalist aşaması, sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesini, tekelci birleşmeleri kamçılar. Ekonomik merkezileşme eğilimiyle, ulus-devletlere parçalanmış siyasal yapılanma arasındaki çelişki derinleşir. Globalleşen kapitalizm siyasal bakımdan da globalleşmeyi, dünya arenasında hegemon güçlerin kontrolündeki bir merkezi yapılanmayı dayatmaktadır. Marksizm, milliyetçi küçük-burjuva solculuğundan tamamen farklı olarak, ekonomik temel bakımından bütünleşen, globalleşen bir dünyaya karşı değildir. Dünyanın küçük ulus-devletlere parçalanması da işçi sınıfının geniş kapsamlı çıkarlarına aykırıdır. Fakat kapitalizm altında siyasi merkezileşmeye, demokraside bir genişleme değil, tam tersine militarizm ve baskıcı uygulamaların yükselişi eşlik etmektedir.
Aslında bir dünya sistemi yaratmış olan kapitalist üretim tarzı, ulusal yalıtılmışlığın karşısında çok yönlü uluslararası ilişkileri ve çeşitli düzeyde ittifakları gerçekten de kaçınılmaz kılmaktadır. Fakat bu kaçınılmazlık, kapitalist sistemin varlığını değişmez bir gerçeklik olarak kabullenip, onun yasalarına boyun eğmeyi ve bu yasaları savunmayı değil, tam tersine artık iyice çürümüş ve yozlaşmış bu kapitalist düzeni aşıp geçmeyi emrediyor. Günün yakıcı sorunlarına işçi ve emekçi kitlelerden yana çözüm sunabilmek, mevcut işleyişi aşan devrimci bir alternatif dikmeyi gerektiriyor. Ve günümüz dünyasında savunulması gereken bu alternatif, globalleşen dünyaya denk düşecek bir işçi iktidarından başkası olamaz.
Avrupa’nın birliği söz konusu olduğunda da çözüm yolu nettir. Üretici güçlerin bugün geldiği düzeyde insanlığın çıkarları, sınıfsız ve sömürüsüz bir düzen temelinde bütünleşmeyi dayatmaktadır. Avrupa’nın, emperyalist güçler arasındaki kapışmalar, yine bu güçler tarafından körüklenen ulusal çatışmalar nedeniyle parçalanmasının önüne ancak işçi iktidarı altında ulaşılabilecek bir birlik son verebilir. O nedenle, kapitalistlerin “Avrupa Birliği” programı karşısında, enternasyonalist komünistler işçi sınıfının birlik programını savunur ve Avrupa Birleşik İşçi Sovyetleri sloganını yükseltirler. Açıktır ki, dünyamızın gün geçtikçe içine çekilmekte olduğu devrimci çalkantılar döneminde, işçi sınıfının devrimci çözüm önerileri kitleler nezdinde giderek çok daha fazla yankısını bulacaktır.
Emperyalist savaşlarla derinden sarsılan, adeta büyük bir kaosa sürüklenen dünya her seferinde devrime gebe bir dünya olmuştu. Evet bu nesnel gerçek dün nasıl geçerli idiyse günümüzde de o denli, hatta fazlasıyla geçerli. Ne var ki dünya üzerindeki milyonlarca kadın ve erkek işçiyi, bilinçli ve örgütlü tarzda harekete geçirmek için gereken öznel unsur, yani devrimci önderlik sorunu çözümlenmediği sürece, nesnel gerçek kendi kendine dünyayı değiştirmeyecek. Fakat nesnel gerçeklerin devrimci mücadele üzerindeki etkisini de asla inkâr edemeyiz. İşçi sınıfının devrimci potansiyeli, kapitalist ekonominin yükselişte olduğu yıllar boyunca, uyuklayan bir devin potansiyel enerjisi gibi saklı durumdaydı. Artık dev yeniden uyanıyor ve dünyanın çeşitli ülkelerinde toprak işçilerin ayak sesleriyle sarsılmaya başlıyor. Proletaryanın devrimci güçlerinin neredeyse akıntıya karşı yüzmeye çalıştığı o karanlık dönem artık geride kaldı. Dolayısıyla şimdi dünyanın her köşesinde proletaryanın devrimci enternasyonalist örgütlenmesine duyulan ihtiyaç çok daha belirleyici bir önem kazanmıştır.
Hatırlayalım, tarihin çok zor bir döneminde, birinci emperyalist paylaşım savaşının patlak verdiği ve mevcut enternasyonalin çöktüğü günlerde bile Marksizmin tarihsel iyimserliğinden ödün vermedi Lenin. Krupskaya’nın anılarında aktardığı üzere, “Bugün birkaç insandan ibaret olmamız sorun değil, gelecekte milyonlar bizimle birlikte olacak!” diyordu. Büyük Ekim Devrimi Lenin’i haklı çıkardı. Emperyalist-kapitalist sisteme karşı dünyanın dört bir köşesinde genç işçi ve emekçi kuşakların harekete geçmeye başladığı günümüzde de, artık “birkaç insandan ibaret” değiliz!
[1] Troçki, Emperyalist Savaş ve Dünya Proleter Devrimi, s.10
[2] Lenin, Emperyalist Ekonomizm, s.122
[3] Marx, Felsefenin Sefaleti, Sol Yay., Ocak 1979, s.238
[4] Marx, age, s.239
link: Elif Çağlı, Avrupa Birliği'nin Gerçek Niteliği Teşhir Edilmelidir, 12 Nisan 2003, https://marksist.net/node/1105