Türkiye sosyalist hareketinin karakterini belirleyen tarihsel faktörler
Türkiye sosyalist hareketinin tarihsel arka planının oluşturduğu temel o denli belirleyici olmuştur ki, aradan onyıllar geçmesine rağmen bu durum sosyalist hareketi kötürüm bırakmaya devam etmiş ve hareketin proleter bir sınıf temeline oturmasını büyük oranda engellemiştir.
Türkiye’de 50’li yıllara kadar modern anlamda sanayiden ve gelişmiş bir işçi sınıfından bahsetmek olanaklı değildir, fakat sosyalist hareketin ilk oluşum dönemi olması bakımından bu döneme kısaca değinmek faydalı olacaktır. Çünkü sosyalist harekette halen devam eden yanlışların temelleri bu dönemde atılmıştır. Öncelikle şunu tespit edelim: Türkiye sosyalist hareketinin oluşum döneminde işçi sınıfının cılızlığı bu hareketin proleter sınıf temeli kazanmasının önünde nesnel bir bariyer oluşturmuş ve hareket daha emekleme aşamasında Stalinizmin mutlak egemenliği altına girerek sakatlanmıştır.
Stalinist temellerdeki bu sakatlanma Kemalist rejime yönelik yanlış tahlilleri de beraberinde getirmiştir. Bu tarihi ve vahim yanlışın sonuçları ve sonuçlarla iç içe geçen sebepleri ise tüm sosyalist harekete damgasını vuracak kadar ciddi olmuştur. Örneğin burjuva cumhuriyetin başlangıcındaki Kürt isyanlarına karşı Kemalist rejimin yanında yer alınmasında, 27 Mayıs 1960 askeri darbesinin “ilerici” sayılıp kutsanmasında, Kemalizmin belkemiği olan ordunun “devrimin dinamik ve zinde gücü” olarak görülmesinde bu eksikliğin-yanlışın rolü büyüktür.
Oysa gerçekte Kemalist önderlik açısından durum oldukça netti. Gayet oportünist bir biçimde İngiliz emperyalizmi ile ilişkilere paralel olarak Sovyetler’e yakınlaşılıp uzaklaşılıyor, bu minvalde de sosyalist harekete kısmi bir tolerans gösteriliyor veya kafası eziliyordu. Çok kısa bir süreliğine komünistlere müsamahalı davranan Mustafa Kemal, ardından Londra konferansında İngiltere ile uzlaşma olasılığı belirir belirmez Mustafa Suphi ve yoldaşlarını katlettirmiş, sonra SSCB’yle dostluk anlaşması imzalanınca THİF’in (Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası) kuruluşuna izin vermiş, ardından Lozan zamanı tekrar baskıyı arttırmıştır.
20’lerin ortalarından itibaren Stalinizmin etkisi apaçık belirgin hale gelmiştir. Stalinist ideolojinin etkisindeki sosyalist kadrolar, yine Stalinist Komintern’in yönlendirmesiyle adeta Kemalizmin kucağına itilmişlerdir. Kemalist burjuva rejime yönelik eleştirilerin önü Stalinist Komintern ve SBKP (Sovyetler Birliği Komünist Partisi) tarafından kesilmiş, nihayetinde iş TKP’nin (Türkiye Komünist Partisi) “desantralizasyon” kararıyla dağıtılmasına kadar vardırılmıştır. Bu karar, Stalinist bürokrasinin genç TC ile kurduğu dostane ilişkilerin bozulmaması amacıyla alınmış, teorik kılıfı da, Komintern’in 1935 yılındaki 7. kongresinde benimsediği sınıf işbirlikçi “faşizme karşı birleşik cephe” formülasyonu olmuştur.
Daha sonra TKP genel sekreteri olan Zeki Baştımar, Komintern’de, “o zamanki İsmet İnönü hükümetinin, memleketin milli bağımsızlığına, sosyal gelişmesine hizmet eden, memleketin ve halkın yararına olan bütün icraatında aktif olarak desteklenmesine, partiye bağlı gizli işçi sendikalarının ve gizli Komünist Gençlik Teşkilatının lağvedilerek üyelerinin legal işçi ve gençlik teşkilatlarına girmesine karar verildiğini” söyler.[*] Başlangıçta Stalinizmin bu tasfiye politikasına karşı TKP içinden bazı itirazlar olmuşsa da, genel olarak Türkiyeli sosyalistlerin Stalinist tahrifat okuluna girmeleri ve bu fikirleri benimsemeleri çok zor olmamıştır. Kemalizmin tepeden ve halkın istemlerini hiçe sayan, hatta kimi direnişleri ezen “devrim”leri ilericilik adına desteklenmiştir. Açıktır ki, 1940’lara kadar TKP’nin yönetici kadrolarında “Kemalist rejimi ileriye itebilme” umudu muhafaza edilmiş ve çalışmaların ana ekseni bu anlayışa göre oluşturulmuştur, ki bu da Stalinist Komintern’in TKP’ye çizdiği perspektifle tamamen uyumludur.
Oysa aynı dönemde, CHP’nin tek parti diktatörlüğü altında ezilen emekçi halk açısından durum farklıydı. Emekçi halk kitleleri Kemalist rejimin ağır baskısını ve sömürüsünü iliklerine kadar hissediyordu. Bir yandan Osmanlı’yı bile aratan ağır vergiler altında inim inim inliyor, öte yandan da gecikmiş kapitalistleşmenin bedeli olan sanayileşme hamlelerinin faturasını ödemek zorunda bırakılıyordu. Kapitalist dünyanın içinde bulunduğu ekonomik kriz de bu yükü ağırlaştırıyor, işçi ve emekçilerin yaşam koşullarında ciddi bir gerileme yaşanıyor, büyük şehirlerde ardarda grevler patlak veriyordu. CHP ise grevleri yasaklayan kanunlar çıkartıyor, grevci işçileri ağır hapis cezalarına çarptırıyor, işçilerin kurmaya başladığı örgütlerin kontrolünü ele geçirmeye uğraşıyordu. Avrupa’da yükselen faşizmden ziyadesiyle etkilenen CHP’li yöneticiler faşizan politikaları ardı ardına hayata geçiriyor, milliyetçiliği ve anti-komünizmi alabildiğine körüklüyor, “komünizm propagandası”nı yasaklıyorlardı.
1950 dönemecinde iktidara gelen ve başlangıçta daha liberal bir politik hat güden Demokrat Parti (DP) döneminde de durum pek değişmemiştir. Genel hatlarıyla 60’lara kadar devam eden süreçte Türkiye sosyalist hareketi, devlet tarafından son derece ağır baskılara maruz bırakılmış ve gerek bu yasakçı uygulamaların gerekse de geç kapitalistleşmenin sonucu olan yetersiz sanayileşme ve proleterleşme nedeniyle, işçi sınıfıyla ciddi anlamda bir bağ kuramamıştır. Sosyalist hareket maruz kaldığı bu ağır baskılar nedeniyle örgütsel varlığını koruyamamıştır. Bunun en önemli sonucu ise, 60’lardan itibaren hareketlenmeye başlayan süreçte ortaya çıkan yeni nesil devrimcilerin ve sosyalistlerin, geçmişin deneyimlerinden ve derslerinden mahrum kalması, kendilerine doğru yolu gösterecek bir önderlik bulunmadığı için bir anlamda her şeyi sıfırdan ve el yordamıyla öğrenmek zorunda kalmalarıdır.
Sınıf temeline oturamayan sosyalist hareket
Demokrat Partinin iktidara geldiği 50’li yıllardan itibaren, “anti-komünizm” diye kodlanan “Soğuk Savaş” politikası çerçevesinde, burjuva devletin sosyalist harekete karşı baskıları daha da artmıştır. Bu süreç aynı zamanda emperyalist hiyerarşinin başına geçen ABD’nin bu anti-komünist çizgiyi tüm kapitalist ülkelerde bizzat kendi uzmanları ve ajanlarıyla ördüğü, kontr-gerilla örgütlenmelerini oluşturduğu ve sosyalist harekete yönelik karşı-devrimci bir saldırıyı “Doğu Bloku” rejimleri yıkılana kadar devam ettirdiği bir süreçtir.
Diğer yandan Türkiye kapitalizmi 50’lerden itibaren kapitalist sanayileşme sürecine girmiş ve emperyalizmle bütünleşmeye başlamış, ABD’nin başını çektiği emperyalist-kapitalist kamptaki yerini almıştı. Ancak bu geçiş DP’nin hükümet ettiği sürece denk geldiği ve CHP de muhalefetini yürütürken popülist-halkçı bir söylem kullanmaya başladığı için, sosyalistlerin Kemalizmle ilgili yanlış kavrayışları daha da pekişti. 27 Mayıs askeri darbesi sosyalistler tarafından olumlu bir şekilde karşılandı, çünkü solun algısı 1920’lerde takılı kalmıştı. Solun gözünde 27 Mayıs’ı gerçekleştiren “genç subaylar” 2. Kuvva-i Milliye hareketinin yürütücüleriydiler. Onlara göre, 20’lerin İngiliz emperyalizminin yerini Amerikan emperyalizmi, eskinin işbirlikçi Damat Ferit hükümetinin yerini DP (ve sonradan AP) hükümetleri almıştı. Bu algı bozukluğu nedeniyle 27 Mayıs darbesi “ikinci Kurtuluş Savaşı” olarak karşılandı. Darbe sonrasında yapılan anayasada yer alan kimi görece demokratik hükümler de bu algıyı kuvvetlendirdi. O kadar ki, 1961’de kurulan TİP binalarını Mustafa Kemal’in posterleri süslüyor, onun “bizi mahvetmek isteyen emperyalizme ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı milletçe savaşmayı uygun gören bir doktrini izleyen insanlarız” şeklindeki sözleri şiar ediniliyordu. Daha ileriki tarihlerde Deniz Gezmişler ve Mahir Çayanlar da mücadelelerini “27 Mayıs’ın başlattığı Kemalist devrimi tamamlamak” söylemine dayandıracaklardı. Sosyalistlerin hafızası adeta kaybolmuş, Kemalistlerin Mustafa Suphi ve arkadaşlarını Karadeniz’de boğdurttuğu, komünistleri işkencelerden geçirip hapislerde çürüttüğü, partilerini yasakladığı, devletçilik adı altında işçi sınıfını amansızca sömürdüğü, ezilen halklara nasıl insafsızca zulmettiği bir anda unutulmuştu.
Oysa ne Kemalist CHP’nin ne de Amerikancı DP’nin ve onun takipçisi AP’nin (Adalet Partisi) özde birbirinden farkı vardı, sonuçta hepsi de burjuva siyasi partileriydiler ve amaçları burjuva düzeni korumak ve sermayenin gelişiminin önündeki engelleri kaldırmaktı. 27 Mayıs darbesinden sonra, sınıf hareketinin gelişmesinin önünü açan kısmi hakların verilmesinin sebebi de Kemalistlerin ve CHP’nin ilericiliği-solculuğu değil; sınıf hareketinin ulaştığı düzey, sanayi burjuvazisinin ihtiyaçları, uluslararası alanda yaşanan liberal yönelimler ve darbecilerin kendilerine toplumsal destek yaratma çabalarıydı. Zaten verilen her hakkın bir aması, tanınan her özgürlüğün bir koşulu vardı. Kâğıt üstünde işçilere tanınan haklarda fiilen pek çok zorluk çıkartılıyordu. Grev hakkının kullanılması bunlardan biriydi. Burjuvazinin sınıf hareketini kontrol altında tutmak için kurdurduğu ve Amerikan tipi, devlet güdümlü sendikacılığı Türkiye’ye sokmakta kullandığı Türk-İş, çoğu zaman “kanunsuzdur, komünistlerin parmağı vardır” diyerek grevleri sabote etmeye çalışıyordu.
Amerikan emperyalizminin tüm dünyada yürüttüğü anti-komünizm propagandasıyla da uyumlu biçimde AP hükümeti, bir yandan milliyetçiliği körükleyerek diğer yandan da halkın dini duygularını kışkırtarak sosyalistlere karşı adeta bir kampanya başlatacaktı. İslamcı ve faşist unsurlar da bu kampanyanın aktif yürütücüleri arasında yer alacak, böylece AP hükümeti zaten Kemalizmle çelişkisi bulunan muhafazakâr kesimleri halkın gözünde Kemalistlerle ve devletçilikle özdeşleşmiş bulunan sosyalistlere karşı kullanabilecekti. Burjuvazinin bu politika sonucu bir taşla iki kuş vurduğunu söylemek yanlış olmaz. Hem halk kitlelerinin dini duyguları sömürülerek sosyalistler gözden düşürülüyor, hem de sol hareket içinde işçi-emekçi kitlelerin dini duygularına karşı yanlış temellerde bir tepki oluşması sağlanarak araya nifak sokulmuş olunuyordu. Sosyalistler, burjuvazinin harekete geçirdiği saldırgan İslamcılık ve faşizm ile yoksul kitlelerin dindarlığı ve muhafazakârlığı arasındaki farkı doğru dürüst algılayamadılar. Bunun sonucunda da Anadolu’nun yoksul emekçi kitleleri ve hatta Kürt köylüleri, çoğu devlet destekli İslamcı cemaatlerin ve tarikatların eline terk edilmiş oldular.
TİP’in 1965 seçimlerinde önemli bir başarı elde etmesi ve ardından DİSK’in kurulmasıyla birlikte sınıf hareketinin gelişmesinden iyice ürken burjuvazi, sosyalist hareketi marjinalize edebilmek ve sınıf hareketinin yükselişini engelleyebilmek için, 12 Eylül 1980’e kadar devlet baskısını ve faşist terörü dozunu arttırarak kullanmıştır. Sonuç itibarıyla bakıldığında da amacına ulaşmıştır. Burjuvazinin bu uzun vadeli ve planlı politikasının boşa çıkartılamamasında, sosyalistlerin eski zaaflarına eklenen ve onlardan beslenen yenileri de son derece etkili olmuştur. Bu bağlamda ele almamız gereken ilk örnek TİP’tir.
TİP, sosyalist hareketin kitleselleşmesi bakımından ilk örnektir. Sosyalistler 20’lerden bu yana ilk kez TİP sayesinde işçi sınıfının kitlesiyle buluşma olanağı bulmuşlardı. İlk kez TİP sayesinde sosyalizm fikri Türkiye’de sıradan insanların günlük hayatına girebilmişti. Ancak tüm bu olumlu etkilerine rağmen TİP, nihayetinde burjuva sosyalizmini savunan bir partiydi. 1964’te yayınladığı programında yer alan ifadelerden de anlaşılacağı gibi, ne Stalinizmin ve Kemalizmin etkisinden bağışıktı ne de yükselen sınıf mücadelesini devrimci bir kanala akıtacak yönelime sahipti. İşçi ve emekçilerin seçimlerde TİP’e oy vererek iktidara gelebileceğini iddia ediyor, sosyalizmin de bu iktidar altında “kapitalist olmayan kalkınma yolu” izlenerek, yani planlı bir devletçilikle mümkün olacağını, böylece “Atatürk’ün milliyetçilik, devletçilik, halkçılık, cumhuriyetçilik, laiklik ve devrimcilik ilkeleriyle anayasanın öngördüğü reformların gerçekleştirileceği”ni savunuyordu.
Zaten TİP’in programı, SBKP’nin tüm ülkelerdeki komünist partilere dayattığı ve sosyalist devrimi belirsiz bir süreliğine rafa kaldıran aşamacı “anti-emperyalist ve demokratik” devrime, “kapitalist olmayan yoldan kalkınma” stratejisine ve emperyalizmle uzlaşmak anlamına gelip nice devrimlerin boğulmasına kılıf olan “barış içinde bir arada yaşama” politikasına da uygundu. Üstelik bu program, AP hükümetine karşı yoğun bir muhalefet yürüten CHP’nin ve onun etkisindeki bürokrasinin arasında esmekte olan sözde anti-Amerikancı rüzgârdan da fazlasıyla besleniyordu. Devletin has partisi CHP’nin ve Kemalistlerin söylemine yerleşen bu anti-Amerikancı milliyetçilik, sosyalistlerin “yurtsever”liğine de toplumsal bir meşruiyet zemini hazırlıyor, hatta bazılarının devlet katındaki kimi sivil ve asker bürokrat takımında kendilerine karşı uyanan sempatiden faydalanarak “sol darbe” hesapları yapmalarına vesile oluyordu. Sosyalist hareket, işte bu ortamda parlamentoculukla darbecilik arasında salınmaya başladı ve işçi sınıfından uzaklaşmasının bedelini de ağır biçimde ödedi.
İşçi sınıfı Türkiye’nin tarihinde ilk kez toplumsal düzeni değiştirmeye aday bir dinamik olarak politika sahnesine çıkarken ve burjuvazi de yaklaşan bu tehlikeye karşı ciddi hazırlıklara girişmişken sosyalistler, işçi sınıfının yükselen mücadelesini devrimci kanallara akıtacak ve iktidarı alacak bir perspektiften, örgütlülükten ve hazırlıktan yoksundular. TİP’in fiilen dağılmasıyla sonlanacak tartışmalar bu durumu açıkça ele vermekteydi. TİP’in genel başkanı Aybar’ın başını çektiği kanat parlamentarist-reformist bir anlayışla partinin seçimler yoluyla iktidara geleceğini savunurken, Doğan Avcıoğlu’nun YÖN dergisi ve çevresinde kümelenmiş aydınlar ise sol Kemalist bir yaklaşımla toplumsal muhalefetin temel dinamiği olarak orduyu görüyorlardı. Ordunun ve devlet bürokrasisinin kazanılarak bir darbeyle iktidara gelinebileceğini iddia ediyorlardı. Mihri Belli’nin MDD (milli demokratik devrim) anlayışı da ikinciden çok farklı değildi. Diğer taraftan, MDD’yi benimseyen ve büyük ölçüde TİP’in reformizmine ve pasifizmine bir tepki olarak ortaya çıkmış bulunan, esas olarak devrimci üniversite gençliğinin içinde yer aldığı ve hareketin radikalleşmesi gerektiğini, iktidarın ancak gerilla savaşı ve benzer yöntemlerle ele geçirilebileceğini savunan akımlar da ortaya çıkacaktı. Sosyalist devrim ve milli demokratik devrim kavramlarıyla öne çıkan bu iki eğilimin birbiriyle hem ortak hem de farklı yönleri bulunuyordu. Fakat siyasal taktik, örgütlenme anlayışı ve çalışma tarzları bakımından ciddi farklılıklar olsa da, ideolojik-teorik bakımdan aslında sanıldığı kadar büyük farklılıklar yoktu. Hemen hepsi de gerçekte Stalinizmin icat ettiği devletçi ulusal bir sosyalizm anlayışına sahipti. Yani hiçbirinde kelimenin gerçek anlamında işçi sınıfının devrimci iktidarını kurmak anlayışı bulunmuyordu.
Bu sürecin ardından gelen 12 Mart 1971 darbesi karşısında solun tutumu, tıpkı 27 Mayıs’ta olduğu gibi son derece yanlış oldu. Solun büyük bir kesimi 12 Mart’ı “sol bir darbe” beklentisiyle karşıladı. Ancak darbenin ardından gelen yoğun baskılar gerçekliğin farklı olduğunu kısa sürede gösterdi. 12 Mart darbesi devrimci yükselişin önünü kesememiş, kısa bir duraklamaya sebep olmuştur. Bu anlamda burjuvazi darbeden istediği sonucu alamamıştır. Fakat 12 Mart’ın sol üzerinde çok daha farklı ve önemli etkileri vardır. Her şeyden önce yaşanan kısa duraklama aynı zamanda bir sorgulama sürecine dönüşmüştür. “Devrimin öncüsü kim olacak” tartışması, “devrimin zinde gücü orduyla el ele vermek” anlayışı önemli oranda sona ermiştir. Devrimci hareket içindeki ayrışmalar daha da netleşmiş ve tartışmalar “devrim stratejileri”ne odaklanmaya başlamıştır. Devrim stratejileri silahlı-silahsız, kırdan-kentten, işçici-köylücü, Sovyetçi-Çinci vb. ayrımlarla tartışılıyor ve örgütler bu temelde adeta yeniden yapılanıyor, yeni örgütlenmeler ortaya çıkıyordu. Ancak bu sorgulama ve hesaplaşmalar gerçekten Marksist bir ideolojik-politik hattın ortaya konmasına yetecek düzeyde değildi. Çünkü sorgulamalar son derece yüzeysel olmuş, ayrımlar ise tali konular üzerinden şekillenmiştir. Bir yanda TİP ve benzeri parlamentarist-legalist akımlar güç kaybederek sürmüş, küçük-burjuva radikal gruplar çeşitlenerek ve nicelik olarak zenginleşerek güçlenmiş, bunlara Stalinist-reformist çizgideki TKP’nin atılımı ve DİSK üzerinden sınıf hareketinde hegemon konuma gelmesi eşlik etmiştir.
Devrimci sınıf iktidarı perspektifinin yokluğu
12 Mart darbesinin devrimci hareketin yükselişini durduramadığını gören burjuvazi, bir başka taktiği kullanmaya karar vermiştir, “sol gösterip sağ vurmak”. Burjuvazinin Ecevitli CHP hükümetiyle denediği bu taktik, bugünlerde Chavez gibi burjuva sol liderlere sempatiyle yaklaşan sosyalistler için öğretici derslerle doludur. Bugünün CHP’sinin, AKP karşısında aldığı yenilginin ardından, Kılıçdaroğlu’nu başa getirip solu yedeğine almaya yönelik bir söylem geliştirmeye çalışması da aynı taktiğin tekrarıdır. Daha doğrusu, Ecevit dönemiyle birlikte “sol” bir hüviyet kazanan CHP’nin bazı klasik söylemlerinin tekrar parlatılması söz konusudur. CHP’yi ilerici görmenin arka planında geçmişten bugüne devam eden Kemalist önyargılar mevcuttur. Dolayısıyla Ecevit döneminde sosyalistlerin düştüğü yanlışlar bugüne ışık tutmakta ve burjuvazi içi kapışmada statükocu-Kemalist kanadın kuyruğuna takılan solun ibretlik durumunun daha iyi anlaşılmasına yardımcı olmaktadır. Bu cenahta sayılabilecek sol partilerin/çevrelerin lafa gelince CHP’yi eleştirmesi ve fakat pratikte CHP’nin ortaya koyduğu politikaları ya da onunla aynı kapıya çıkan politikaları izlemeleri manidardır.
1970’lerdeki Ecevit hükümetleri sayesinde burjuvazi solu dizginlemeyi başarmıştır. Ve sosyalist hareket maalesef bu taktiğe karşı gerekli uyanıklığı gösterememiştir. CHP asla sol bir parti olmadığı gibi, asıl amacının sosyalist hareketin önünü kesmek olduğu da bizzat CHP liderleri İnönü ve Ecevit tarafından dile getirilmiştir. Ama buna rağmen soldan gelen sempati ve destek sayesinde CHP 70’li yıllardaki seçimlerden hep birinci parti olarak çıkmış ve muhalif kesimlerin oylarını (büyük şehirlerdeki işçi sınıfı, varoşlar, Kürt illeri vs.) toplamıştır. Bu desteğin boyutu “anti-emperyalizm ve Yunanistan’daki faşist cuntaya karşı savaşılması” gerekçesiyle Kıbrıs harekâtını desteklemeye kadar varmıştır ki, bu örnek bile yükselen işçi ve sosyalist hareketi içinde (Stalinizm ve Kemalizmden beslenen) küçük-burjuva milliyetçiliğinin ne kadar köklü olduğunun bir göstergesidir.
Oysa Ecevit iktidarı işçi sınıfının hiçbir derdine derman olmadığı gibi, faşist hareketin yükselişini de, bizzat devletin organize ettiği kontr-gerilla terörünü de engelleyememiştir. Sosyalistlerin ve devrimcilerin faşist teröre karşı mücadelesi yetersiz kalmış, TİP, TKP, TSİP gibi akımların pasifizmi de bunda etkili olmuştur. Tam da ihtiyaç duyulan bir dönemde işçi ve emekçilerin öz-savunma güçlerinin oluşturulması gibi hayati önlemler alınmamış, faşizme karşı mücadele ağırlıklı olarak küçük-burjuva radikal örgütlere kalmıştır.
1974-1980 arasındaki devrimci ve kitlesel yükseliş döneminde, istisnasız tüm sosyalist örgütler gerçekte birbirinden çok da farklı olmayan ideolojik temellere dayalı yanlış devrim stratejileri geliştirmişler ve bunun bedelini de ağır biçimde ödemişlerdir. 12 Eylül askeri-faşist darbesinin neredeyse hiçbir karşı koyuş olmadan başarıya ulaşmış olması bunun en bariz kanıtıdır. Solun geniş kesimleri, sermayenin işçi sınıfına yönelik artan saldırılarına gereken cevapları vermekten uzaktı. Proleter sınıf temeli olmayan sosyalist örgütler, ki çoğunluğu oluşturuyorlardı, faaliyetlerini genel demokratik talepler ve faşizme karşı direnişle sınırlamışlardı. 1975 itibariyle DİSK içinde etkin olmaya başlayan TKP de, reformist çizgisi nedeniyle işçi sınıfını gerçek anlamda iktidar hedefine götüren devrimci bir mücadele çizgisine sokmadı. Oysaki özellikle 1975’ten itibaren giderek militanlaşan bir mücadele hattı DİSK üyesi işçilerde hâkim olmaya başlamıştı ve bu durum DİSK üyesi olmayan işçileri de mücadeleye çekiyordu. 1976 1 Mayıs’ı, DGM direnişi, Profilo direnişi ve nihayet 1977 1 Mayıs’ı, Maden-İş’in MESS grevleri vb. eylemler bu bağlamda önemli örnekler olarak sayılabilir.
Hal böyle olunca da burjuvazi oluşturduğu planı adım adım hayata geçirmekte hiç zorlanmadı. DİSK, CHP tarafından ele geçirilerek önce TKP’li kadrolar tasfiye edildi, sonra da diğer devrimci unsurlar etkisiz hale getirildi. Devlet içinde faşist kadrolaşma had safhaya ulaştı. Gerici ve sarı sendikalar yaygınlaştırıldı. DİSK’li işçiler üzerinde ciddi baskılar oluşturuldu. Öncü işçiler toplu halde işten çıkartılmaya başlandı. Her gün onlarca can almaya başlayan ve kitleleri bezdirecek derecede artan faşist terör sonucunda hem askeri darbeye davetiye çıkarıldı, hem de darbe karşısında halkın çoğunluğunun pasif konumda kalması sağlanmış oldu. Bu yüzden de 12 Eylül 1980 günü askeri-faşist cunta darbeyle iktidara el koyduğunda Türkiye’de yaprak dahi kımıldamadı.
Sosyalist hareketin zaafları 12 Eylül darbesine yönelik ilk yorumlara da yansımıştır. Örneğin sınıf hareketi ve DİSK içinde en etkin parti olan TKP, 12 Eylül rejimini faşist ya da askeri diktatörlük olarak adlandırmamış ve “askersel devinim” olarak adlandırdığı bu rejim karşısında başından itibaren pasif bir tutum takınmıştır. Cuntanın başlangıçta küçük-burjuva radikal gruplara yönelmesini de tezinin bir kanıtı olarak görmüştür. Benzer şekilde “devrimci” DİSK’li sendikacılar da hiçbir direniş göstermeden birer birer gidip cuntaya teslim olmuşlardır. TİP ve TSİP’in durumu da farklı olmamıştır. Solun çoğunluğunu oluşturan küçük-burjuva radikal gruplar ise, darbe öncesindeki heybetli görünümlerine rağmen karşı koyma fırsatı dahi bulamamışlardır. Sınıf hareketi içinde ciddi bölünmüşlükler yaratan ve çeşitli sebeplere dayanan kafa karışıklıkları da bu yenilgiyi kolaylaştırmıştır.
SSCB’nin çöküşü ve çıkışsızlık
Gerek işçi sınıfı gerekse de sosyalist hareket 12 Eylül faşizminin silindiri altında ciddi biçimde ezildi. En önemlisi de, 12 Eylül faşizmi ve öncesinde uygulanamayan 24 Ocak 1980 kararlarının hayata geçirilmesiyle birlikte Türkiye’de yeni bir dönem başlatılmış oldu. Faşizmin düzlediği alanda burjuvazi tüm planlarını bir bir hayata geçirdi. Türkiye ithal ikameci ekonomiden ihracata dayalı ve daha dışa açık bir ekonomi politikasına geçiş yaptı. Özal’la sembolize olan bu süreçte, tüm dünyada esmeye başlayan neo-liberalizm rüzgârları Türkiye’ye de ulaştı ve işçi sınıfına yönelik ağır saldırı politikaları ardarda hayata geçmeye başladı.
Sosyalistler ise daha aldıkları bu ağır darbenin etkilerinden kurtulamadan ikinci ve tarihsel bir darbeyle sarsıldılar: o zamana kadar sosyalizmin sembolü olarak görülen SSCB çöktü. Bu ağır yenilgi koşulları Türkiye sosyalist hareketi içinde de ciddi bir dağılma, tasfiye ve panik havasına neden oldu. Önemli bir kısmı zaten 12 Eylül darbesiyle yok edilmiş ya da siyaset dışına düşmüş sosyalist kadrolardan geriye kalanlar da bu çöküşün ağırlığına dayanamayarak mücadelenin dışına düştüler. İşçi sınıfının 1986 Netaş greviyle başlayan ve 1989 Bahar Eylemleriyle, ardından 1991’deki Zonguldak maden işçilerinin yürüyüşüyle devam eden hareketliliği bile bu dağınıklığın kalıcı biçimde aşılmasına ve toparlanmaya yetmedi. Sosyalist kadroların 1989’daki Kuruçeşme toplantıları örneğinde olduğu gibi çeşitli birleşmeler yoluyla toparlanma çabaları da pek bir işe yaramadı. Güçsüzlerin birliğinden ve ilkesiz birlikteliklerden güçlü bir hareketin çıkmayacağını bir türlü anlayamayan sosyalistler, birleşme rüyalarıyla avunup durdular. Gerçek anlamda bir hesaplaşmaya ve sorgulamaya girişmeye cesaret edemedikleri için de kan kaybettiler veya kan kaybetmemek adına farklı uçlara savruldular.
Bu sebeplerle bazı istisnalar dışında genelde 90’lardaki kısmi toparlanışını değerlendiremeyen sol, bu süreci gerek kendisi gerekse sınıf hareketi için bir kaldıraç haline getiremedi. Ülkenin en büyük sorunlarından biri olan Kürt sorununu da doğru değerlendirememiş, Kürt hareketine ya boyundan büyük misyonlar biçmiş ya da sosyal şoven bir tutumla onu dışlamıştır. Türkiye kapitalizminin ve değişen dünyanın tahlilini de yapamayan sosyalist hareket, ne 28 Şubat sürecinde ne de AKP iktidarı döneminde içine girdiği hatalar sarmalından kurtulabilmiştir. Tüm bunlar bugün önümüzde duran tabloyu ortaya çıkarmıştır.
Sosyalist hareket ciddi bir sorgulamanın içine girerek bünyesindeki Stalinizm ve Kemalizm kalıntılarından kurtulmadan, işçi sınıfıyla yeni ve kalıcı bağlar kuracak adımlar atmadan, önümüzdeki süreçte karşılaşılacak zorluklara ve fırsatlara gereken yanıtı verecek hazırlığı yapamayacaktır. Dünya yeni bir toplumsal bunalımın içine girmiş durumdadır. Burjuvazi bunalımı aşabilmek için işçi sınıfına yönelik saldırıları alabildiğine sürdürmekte, emperyalist savaşın alevlerini yaymaktadır. “Demokrasinin beşiği” Avrupa’da faşist akımlar güçlenmekte ve istisnasız tüm kapitalist ülkelerde olağanüstü rejimleri andıran baskıcı uygulamalar artmaktadır. Ve tüm bunlara işçi-emekçi sınıfların isyanları, ayaklanmaları, ardı arkası kesilmeyen protesto ve öfke dalgaları eşlik etmektedir. Tarih defalarca göstermiştir ki, işçi sınıfının bu yeni uyanışına ancak gerçekten hazır olanlar önderlik edebilecek ve sınıfın muazzam enerjisini sosyalist devrim hedefine kanalize edebilecektir.
link: Kerem Dağlı, Sosyalistler ve İşçi Sınıfı Arasındaki Güven Bunalımı /2, Aralık 2011, https://marksist.net/node/2877