Yeni bir döneme girildiğine dair uzun zaman önce yapmış olduğumuz saptama, neredeyse tüm ana hatlarıyla geçerliliğini koruyor. Aradan geçen yıllar bu saptamamızı doğrulayan sayısız gelişmeye tanıklık etmemizi sağladı. Dergimizin 2005 Nisanında yayınlanan birinci sayısındaki Çıkarken yazısında özetle şunları söylemiştik: "Dünya çapında büyük bir toplumsal bunalım mayalanıyor. Genel bunalımın işaretlerini hemen her alanda görmek mümkün.(…) İşçi sınıfının uzun mücadeleler ve ağır bedeller sonucu elde ederek insanlığa mal ettiği ekonomik, sosyal ve demokratik kazanımlar yavaş yavaş ortadan kaldırılıyor. Buna paralel olarak otoriter ve militarist eğilimler dünya çapında güç kazanıyor. (…) Bu tablonun temel bir bileşeni olarak, yaklaşık çeyrek yüzyıldır dünya kapitalist sınıfı hücumda ve dünya işçi sınıfı ile sosyalist hareket de ricat halinde. (…) Ancak bir yandan barbarlığın dinamikleri böyle doludizgin işlerken, insanlığın kurtuluş mücadelesinin dinamikleri de yavaş yavaş kendini tekrar göstermeye başlıyor. (…) Ancak asıl sorun bu noktadan sonra başlıyor, çünkü bize tarihsel iyimserliğimizi veren bu kaynak, temel meseleyi çözmeye yetmiyor. Bu enerjinin uçup gitmemesini sağlayacak bir pistona ihtiyaç var: devrimci önderlik! (…) Milliyetçiliğin yükselme eğiliminde olduğu ve «yurtseverlik» türü kavramlarla muhtemelen daha da güçlenip sol bir kisveye büründürüleceği bir sürece girdiğimiz şu yeni dönemde, kararlı bir enternasyonalist duruş giderek daha güncel ve acil bir önem kazanıyor."
Belirtmek gerekir ki, süreç ana hatlarıyla aynı doğrultuda ilerlemektedir. Küresel ekonomik krizle birleşen emperyalist savaş ve hegemonya kavgası derinleşerek devam ediyor. Bu paylaşım kavgasının üzerinde yürüdüğü bölgelerin başında Ortadoğu coğrafyası gelmektedir. Amerikan emperyalizminin şekillendirdiği Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), taktiksel değişiklikler ve kimi rötuşlar yapılmış olsa da, işlemeye devam ediyor. Bu bağlamda emperyalizm, Arap halklarının isyanlarından bile kendi planları doğrultusunda faydalanmaktadır. Güya insancıl sebeplerle Libya'ya müdahale eden emperyalistlerin namlusunun ucunda nicedir Suriye, İran gibi ülkeler bulunmaktadır.
Bölgenin yükselen gücü Türkiye de bu paylaşım kavgasından pay almaya çalışan alt-emperyalist (emperyalist hiyerarşinin alt basamaklarında yer alan) güçlerden biridir. Türkiye burjuvazisi Ortadoğu gibi zor bir coğrafyada hem kendi çıkarlarını korumanın hem de ABD ile daha fazla ters düşmemenin hesaplarını yapmaktadır. Ortadoğu ülkeleri üzerindeki nüfuzunu "komşularla sıfır sorun" politikalarıyla kurmayı planlamış olan Türkiye, son gelişmelerden sonra bu politikalarında ciddi revizyona gitmek zorunda kalmıştır. Önümüzdeki süreçte Türkiye burjuvazisi, eğer pastadan pay kapmak istiyorsa, emperyalizmin hiç de "barışçıl" olmayan yollarına çok daha aktif olarak koyulmak zorunda kalacaktır.
Bu koşullar sosyalistlerin işini bir yandan zorlaştırırken diğer yandan da ortaya önemli fırsatların çıkmasını sağlayacaktır. Milliyetçiliğin, militarizmin, olağanüstü dönemlere has baskıcı uygulamaların artması madalyonun bir yüzüdür. Örnek istenirse, burjuvazinin Kürt hareketi karşısında baskının dozunu arttırması verilebilir. Burjuva devlet, hiçbir zaman sosyalistleri bu baskının dışında tutmamıştır, bundan sonra da tutmayacaktır. Madalyonun diğer yüzünde ise fırsatlar bulunmaktadır. "Devrim olmadan karşı-devrim olmaz" sözünü doğrularcasına, gelişmeler bunu göstermektedir. Dünyanın hemen her yerinde emekçi sınıflar yavaş yavaş silkinmekte, üzerlerindeki ölü toprağını atarak ayağa kalkmaya çalışmaktadırlar.
Şu halde Türkiye'de sosyalistlerin üzerine düşen görevler ve sorumluluklar da artmaktadır. Olağanüstü koşullara hazırlık yapmak, buna uygun örgütlenme ve politikalar geliştirmek birinci husustur. Küreselleşmiş bir dünyada, ister emperyalistlerin cenahında ister işçi-emekçi sınıfların cenahında olsun, yaşanan hiçbir gelişme lokal düzeyde kalmadığından ve adeta "domino etkisi"yle yayıldığından, uluslararası düzeyde merkezileşmiş bir siyasal örgütlülüğün, yani enternasyonalin yaratılması daha da aciliyet kazanmıştır. Bu da ikinci husustur. Türkiye özelinde ve Kürt ulusal hareketinin varlığı koşullarında, siyasi demokrasi mücadelesi, demokratik haklar ve özgürlükler için mücadele konusu da ayrı bir önem kazanmaktadır. Buna uygun bir siyasi hattın örülmesi bilhassa önemlidir, bu da üçüncü husustur. Sonuncusuyla bağlantılı ve işçi sınıfı hareketinin yükselmesinin bir önkoşulu olarak, devrimcilerin sendikalarda mevziler tutması ve tabanda örgütlülüğü geliştirmek zorunda olması da dördüncü husustur.
Ne var ki, tüm bu görevlerin yerine getirilmesinin önünde çok ciddi bir engel bulunmaktadır: sosyalist hareketin içinde bulunduğu ideolojik, politik ve örgütsel tıkanıklıktan kurtulamaması. Bu tespiti sosyalist hareketin hemen her kesimi yapmaktadır ve konu üzerine az tartışma yürütülmüş değildir. Ancak sonuç alınmış ve tıkanıklık aşılmış da değildir. Sonuç olarak, sosyalist hareket ile işçi sınıfı arasında ciddi bir açı ve mesafe bulunmaktadır. Bu durumun tarihsel, ideolojik ve politik birçok sebebi vardır. Türkiye özelinde bu tıkanıklığın aşılamamasının sebeplerini ortaya koymak ve çıkış yoluna ışık tutmak önem taşımaktadır.
İşçi sınıfı sosyalistleri nasıl görüyor?
Meselenin derinine inmeden ve arka planına geçmeden önce, güncel durumdan bahsetmek ve konunun önemini ortaya koymak daha faydalı olacaktır. Tüm dünyada işçi-emekçi sınıflar ekonomik krizin daha da derinleştirdiği işsizlik ve yoksulluk altında inlerken, emperyalist savaşın alevleri çok sayıda insanın canını yakarken, hatta pek çok ülkede işçi sınıfı ve emekçiler ayağa kalkıp isyan ediyorken, neden Türkiye'de işçi sınıfı ağırlıklı olarak bir burjuva partisinin, AKP'nin peşine takılmakta ve sınıf mücadelesinde genel bir canlanma olamamaktadır? Bu sorun sosyalist hareketin kadrolarının kafasını kurcalayan (veya kurcalaması gereken) mühim bir sorudur. Bu soruya verilen çeşitli türde cevaplar da vardır, ama ilk elde söylenebilecek olan sosyalist hareket ile işçi sınıfı arasında kopukluğa yol açan yanlış politikalardır.
Örneğin geçtiğimiz ay yapılan 12 Eylül mitinginde de açıkça görüldüğü gibi, sosyalist hareket, kendisine ve işçi sınıfına son derece ağır bir darbe vurmuş olan 12 Eylül faşizminin sorumlularından hesap sormak noktasında bile işi sahipsiz bırakmış, miting yeterli ilgiyi görmemiş, sosyalistlerin de konuya yeterince ilgili olmadıkları ortaya çıkmıştır. En önemlisi ve bize ipucu veren detay da, kimi sol kesimlerin mitinge katılmama gerekçesidir. Bu gerekçe, yeni bir anayasa talebinin politik olarak doğru bulunmamasıdır! Akla "eski anayasanın devam etmesi mi isteniyor" sorusunu getiren bu gerekçenin altı deşildiğinde, solun geniş kesimlerinin son yıllarına damgasını vuran "politik hattını AKP karşıtlığına indirgeme" yanlışı çıkacaktır. Bu yanlış, 12 Eylül'ün sorumlularından hesap sorulması ve demokratik hak ve özgürlükleri güvence altına alacak bir anayasa yapılması taleplerine karşı çıkma garabetini doğurmuştur. Bu garabetin gerekçesi ise, "dinci, gerici, faşizan" olarak adlandırdıkları AKP hükümetinden bunları yapmasının talep edilemeyeceğidir.
Bu yanlış bakış açısı, sadece sahipleriyle sınırlı değildir. Sosyalist hareketin geniş bir kesimi benzer yanlış yaklaşımlardan hareketle politika üretmeye çalışmakta ve çeşitli konularda benzer hatalara düşülmektedir. Bu bağlamda, sosyalist hareketin çoğunluğunun siyasal demokrasi mücadelesine bakış açısının yetersiz kaldığını da ifade etmek gerekir. Oysa 12 Eylül rejiminin kalıntıları halen siyasi ve toplumsal hayatın üzerinde ciddi bir ağırlık oluşturmayı sürdürmektedir. Mevcut anayasa 12 Eylül ürünü bir anayasadır. Gündemde ise yeni bir anayasanın yapılması bulunmaktadır. Kimileri anayasanın işçi sınıfını ilgilendirmediğini söyleyecek kadar işi gayri ciddi bir havaya büründürmüş olsa da, aklı başında her sosyalistin pekâlâ bileceği gibi, işçi sınıfının kendi hak ve özgürlüklerini anayasa metnine geçirmek için vereceği mücadele, sınıf hareketinin ivme kazanması noktasında da son derece önemli bir kaldıraç olma potansiyeli taşımaktadır. Yeni anayasanın yapılması sürecinde işçi sınıfının kendi istemlerini güçlü bir şekilde dillendirmesinin taşıdığı önem ortadadır. Reformlar ve siyasi demokrasi mücadelesinin sosyalizm mücadelesinde tuttuğu yerin önemini ise tekrar etmek bile abestir.
Bu tabloya işçi kitlelerinin gözünden bakıldığında, toplumun her kesimini çok yakından etkileyecek olan yeni bir anayasanın hazırlanması sürecinde etkisiz ve ilgisiz bir sosyalist hareket manzarası ortaya çıkmaktadır. İşçi sınıfının, kendisini yakinen ilgilendiren konulara etkisiz ve ilgisiz kalan sosyalistlere itibar etmesi zaten beklenemez. Referandum konusu da benzer bir konudur. Evet-hayır denmesi veya boykot edilmesi tartışmalarından öte bir biçimde, sosyalist hareketin ezici çoğunluğu meselenin özünü kavramadığını göstermiştir. Tartışmalar sürekli olarak "AKP'nin elinin güçlenip güçlenmeyeceği" çerçevesine hapsolmuş, referandumda yer alan değişiklik önerilerinin içeriği biraz da kasıtlı olarak gözden kaçırılmıştır. Oysa işçi sınıfının çoğunluğu referanduma evet diyerek, bir anlamda 12 Eylül rejiminin kalıntılarını temizlemek noktasındaki istekliliğini beyan etmiştir. Kimi sosyalistlerin maalesef anlayamadığı olgu da zaten budur. İşçi sınıfı açısından mesele, daha demokratik bir işleyişe doğru gidilip gidilmediğidir.
AKP'nin hükümet olduğu 2003 yılından bu yana, sosyalist hareket genel olarak demokrasi mücadelesinde tüm inisiyatifi "dinci gerici, şeriatçı, faşist" dediği AKP'ye kaptırmıştır. Ortaya son derece traji-komik bir manzara çıkmıştır. Cumhuriyetin kuruluşundan beri işçi-emekçi halkın illallah dediği ceberut, baskıcı devlet geleneğinin sembolü olan ayrıcalıklı asker-sivil bürokrasinin vesayet sistemiyle mücadele eden ve nihayetinde askeri vesayeti ciddi biçimde gerileten AKP hükümeti olmuştur. Her daim devrimcilerin, sosyalistlerin ve Kürtlerin başına musallat olmuş olan devletin kontr-gerilla yapılanmasının önemli bir kısmını oluşturan unsurları Ergenekon davasıyla yargılayan AKP olmuştur. Kürt sorununda tartışmayı daha önceki dönemlere göre daha açık bir ortamda yürüterek Türkiye'yi farklı bir atmosfere sokan yine AKP hükümeti olmuştur.
Bu listeye, 2003'ten bu yana Türkiye kapitalizminin geçirdiği muazzam gelişmeyi, Türkiye'nin bölgesel ve alt-emperyalist bir güç haline gelişini, Ortadoğu'nun en yakıcı sorunlarından Filistin meselesinin hamiliği rolüne soyunmayı vs. ekleyebiliriz. AKP'nin son seçimlerde aldığı yüksek oy oranı ve üçüncü dönem seçilebilmesi bunların bir sonucudur. Elbette sosyalistler olarak bizler, burjuvazinin ve sermayenin has partisi olan, neo-liberal saldırı politikalarını en katışıksız biçimde uygulayan AKP'nin, tam anlamıyla "zoraki ve kendine demokrat" olduğunu biliyoruz. AKP'nin Türkiye emperyalizminin öncüsü bir parti olduğunu da biliyoruz. Fakat işçi-emekçi sınıfların çoğunluğu açısından algı son derece farklıdır ve görevi tam da bunu anlatmak olan sosyalist hareket, içinde bulunduğu yanılsamalar yüzünden farklı noktalara savrulmuş durumdadır.
Kürt sorununda dahi, üstelik halkın önemli bir kesimi "ne olacaksa olsun, yeter ki bu sorun çözülsün ve barış gelsin" noktasına gelmişken, sosyalistlerin önemli bir kesimi iyi sınav verememiş, küçük-burjuva milliyetçiliği ağır bastığından, ulusalcı, yani statükocu-Kemalist burjuva kesimlerle aynı çizgiye düşmüştür.
Bu tablo içinde ve işçi-emekçi halkın çoğunluğunun gözünde sosyalistlerin, devrimcilerin yeri maalesef şudur: toplumsal ilerlemeye karşı durmaya çalışan, demokrasi mücadelesinden geri duran, eskinin devletçi yapısını savunan (ki halkın gözünde bu devletçilik Kemalist despotizmi çağrıştırmaktadır), ne dediği anlaşılmayan ve net olmayan, etkisiz (ne fabrikalarda ne de sendikalarda esamisi okunmayan) ve marjinal bir avuç hayalci insan! Kabullenmesi zor gelse de algı budur.
Sosyalist hareketin güçsüzlüğünün sebepleri nelerdir?
Bu güçsüzlüğün en başta gelen sebebi, Türkiye'de sosyalist hareketin, uzun yıllar boyunca Stalinist ulusal sosyalizm anlayışının ya da "devlet sosyalizmi" ideolojisinin ezici etkisi altında biçimlenmiş olmasıdır. Tabii buna, Türkiye sosyalist hareketinin ideolojik açıdan Kemalizmle bulaşıklığının yarattığı güçsüzlüğü da eklemek gerekiyor. Bunların yanı sıra, 12 Eylül'de alınan ağır darbeler ve SSCB'nin çöküşünün insanların gözünde sosyalizmin tarihsel yenilgisi olarak algılanması da Türkiye sosyalist hareketinin zayıflamasına ve dağılmasına yol açan başlıca nedenlerdir. Buna, uzun yıllar devam eden uluslararası işçi sınıfı hareketindeki durgunluğu ve burjuvazinin yine uzun yıllardır yürüttüğü ustalıklı karşı propagandayı, siyasi baskıları da eklemek gerekir. Bu koşullar altında ezilen sosyalist hareket, bir yandan belini doğrultmaya çalışırken bir yandan da dünya emperyalist-kapitalist sisteminin 90'lardan bu yana geçirdiği hızlı değişimleri ve gelişimleri takip etmeye, analiz etmeye çalışmış fakat fazlasıyla yetersiz kalmıştır.
SSCB'nin çöküşüyle sembolize olan tarihsel yenilginin sonucunda, her alanda ciddi kayıplar verilmesine ve hareketin önemli kadroları yüzünü örgütlü sosyalizm mücadelesinden çevirmiş olmasına rağmen, bu yenilginin nedenleri (Stalinizm ve Stalinist bürokratik diktatörlükler) yeterince incelenip dersler çıkartılmamıştır.[*] Aksine, reel sosyalizm denen rejimlerde yaşananlar adeta bir kötü rüya gibi algılanmış ve hep bu kâbustan bir gün kendiliğinden uyanılacağı umuduyla yaşananlar geçiştirilmeye çalışılmıştır. Ama gerçekler acı ve direngendir. Zamanında ve cesaretle yapılmayan hesaplaşma, sonunda geleneksel sosyalist hareketin sınıftan kopmasına, giderek erimesine ve işçi sınıfının gözünde inanılırlığını yitirmesine yol açmıştır.
"Sosyalist blok"un dağılmasıyla kendine güveni artan ve önüne serilen muazzam bir coğrafyada yeni bir nüfuz ve paylaşım kavgasına tutuşan emperyalistler, önce ideolojik alanda bir karşı propagandaya girişerek artık tarihin sonunun geldiğini (yani kapitalizmden daha iyi ve öte –sosyalizm gibi– bir sistem olmadığını), kapitalizmin ehven-i şer (kötünün iyisi) olduğunu, yapılması gerekenin kapitalizmin "kötü yanlarını" gidermek için çabalamak olduğunu, zaten sınıf mücadelelerinin de ortadan kalktığını (işçi sınıfıyla birlikte) söylemeye başlamışlardı. Bu ideolojik propagandaya karşı sosyalist hareket ne dünyada ne Türkiye'de tatmin edici ve bütünsel bir duruş sergileyebilmiştir. Hatta bu propagandadan etkilenerek işçi sınıfından yüz çevirenler, "yeni" toplumsal dinamikler aramaya çıkanlar, işçi sınıfının niteliğinin değiştiğini savunanlar, sendikaların artık mücadele aracı olma vasfını yitirdiğini ve kirlendiğini ve bu yüzden de yeni ve "temiz" araçlar yaratmak gerektiğini söyleyenler olmuştur. Bugün çoğunluğu AKP'ye oy vermiş bulunan işçi sınıfı içinde değil de, AKP'den hazzetmeyen Kemalist kentli orta sınıflar içinde örgütlenmeyi yeğleyen anlayışların kökü buralara kadar uzanmaktadır.
"Reel sosyalizm"in çöküşünden itibaren burjuvazinin yürüttüğü ideolojik propagandayı, gene burjuvazinin neo-liberal saldırı programları izlemiştir. Hemen her ülkede, farklı zamanlarda da olsa işçi sınıfının yıllar içinde nice mücadele ve fedakârlıklarla elde etmiş olduğu kazanımlar, bu neo-liberal saldırı programı çerçevesinde bir bir gasp edilmeye başlanmıştır. Henüz aldığı tarihsel yenilginin şokunu atlatamamış ve toparlanmaya dahi başlayamamış sosyalist hareketin dağınıklık koşullarında, aldığı darbelere cevap veremeyen işçi sınıfının sendikal örgütlülüğü de giderek zayıflamıştır. Bu saldırı dalgası karşısında sosyalist hareket, genel olarak burjuva devletçilik uygulamalarını savunmaktan başka bir yanıt üretememiştir. Bu yanıt, sosyalist hareketin genelinin sosyalizmden ulusalcı ve devletçi bir sistemi anladığının bir dışavurumundan başka bir şey değildir. Sendikalarda da, işçi sınıfının tabanına ve militan mücadelesine dayanarak hakkını aramak anlayışı yerine, burjuva hükümetlerden ve patronlardan medet umarak bir şeyler koparmaya çalışan uzlaşmacı-işbirlikçi bürokratik sendikal anlayışlar giderek daha fazla egemen hale gelmişlerdir.
Stalinizmin çarpık ve Marksizm dışı kavrayışının bir sonucu olarak, Amerikan karşıtlığına indirgenmiş bir anti-emperyalizm anlayışıyla büyümüş olan sosyalist kadrolar, özellikle 90'lı yılların sonlarından itibaren açık hale gelmiş bir şekilde dünyanın dengelerinin değiştiğini, ABD emperyalizminin mutlak hegemonyasında geçen "soğuk savaş" döneminin aksine, farklı emperyalist güçlerin de kafasını kaldırmaya başladığını ve emperyalistler arasında hegemonya kavgasının kızıştığını, bununla at başı giden emperyalist savaşın giderek yayılma eğiliminde olduğunu, bu temelde yeni bir döneme girildiğini de algılayamamışlardır. Hal böyle olunca da, Yugoslavya'nın parçalanmasından Irak ve Afganistan'ın işgaline kadar pek çok gelişmeyi, salt Amerikan karşıtlığına dayalı indirgemeci ve dar bir bakış açısıyla açıklamaya çalışarak, geçmiştekilerin tekrarı sayılabilecek klişe ve soyut sloganlar atmaktan öteye geçememişlerdir. Sırf ABD'ye karşı göründüğü için Miloşeviç, Saddam veya Kaddafi gibi diktatörlerin desteklenmesi ve bunun işçi-emekçi halkın gözünde nasıl bir intiba bıraktığının farkına varılamaması boşuna değildir. Politika üretmek ve anti-emperyalizm adına kolayından ABD'yi baş düşman, AKP'yi de onun uşağı-taşeronu vb. ilan etmek ve bu ikisine karşı olan herkesi, her şeyi desteklemek, bu ikisinin düşmanını da işbirliği yapılabilecek dostlar olarak görmek gibi son derece sığ ve yanlış noktalarda patinaj yapılmıştır. Bu bağlamda geçerken değinmek gerekirse, bir burjuva partisi olarak AKP'nin misyonu (yani şeriatçılıkla ve dinci gericilikle alâkası olmayan "gerçek ajandası") ve Türkiye kapitalizminin ulaştığı emperyalistleşme düzey hâlâ tam olarak kavranmış değildir.
Sosyalist hareketin gelişmeler karşısında politika üretmedeki bu basiretsizliği, onun, aslında emperyalist-kapitalist sistemin yarattığı belâların ve zulmün altında inim inim inleyen ve bir çıkış arayan kitlelerin gözünde bir türlü alternatif ve umut haline gelememesi sonucunu doğurmuştur. Oluşan boşluğu ise, Türkiye'nin de içinde bulunduğu Ortadoğu coğrafyası özelinde İslami hareketler, Avrupa'da ve Latin Amerika'da ise burjuva solu doldurmuştur. Sosyalistlerin bir diğer büyük yanılgısı da bu noktada devreye girmiştir. Örneğin Latin Amerika'da, gerçekte kitlelerin devrimci kalkışmalarının ve yarattıkları dalganın sönümlendirilmesi, işçi sınıfı ve ezilenlerin hareketinin düzen içi kanallara çekilmesi işlevine sahip olan Chavez gibi liderler, 21. yüzyıl sosyalizminin kurucusu olarak selamlanmıştır. Kimi yerde devrimci durumlar "devrim başladı" denilerek abartılırken, kimi yerde önemsenmesi gereken halk hareketleri "emperyalizmin oyunu" gibi lanse edilerek küçümsenmiştir. Aslına bakarsak, bu yanlış yaklaşımların ortak noktası Amerikan karşıtlığına indirgenmiş ve anti-kapitalizmden kopartılmış çarpık bir anti-emperyalizm anlayışı ve Stalinizme dayanan çarpık bir sosyalizm kavrayışıdır. ABD'ye karşı olan ve devletçi uygulamaları hayata geçiren her örnek olumlanarak kutsanmış, diğerleri ise küçümsenmiştir.
Türkiye sosyalist hareketini belirleyen bu zaafların arka planında ise, hareketin doğumundan beri varolan sakatlıklar ve burjuvazinin baskı uygulamaları bulunmaktadır. Hareketin içinde bulunduğu tıkanıklığı ve savrulmaları kavrayabilmek için, bu tarihsel arka plana da bir göz atmak zorunludur.
(devam edecek)
[*] Bu konuda enternasyonalist komünistlerin çabaları bir istisna olarak kalmıştır. Elif Çağlı'nın Marksizmin Işığında adlı kitabında yer alan değerlendirmeler tarihsel öneme sahiptir ve sosyalistler tarafından önemle üzerinde durulup, kavranması ve tartışılması gereken bir içerik taşımaktadır. Buna rağmen sosyalist sol bu teorik çabaları tam bir "susuş kumkuması"yla (görmezden gelmek, yok saymak, hasıraltı etmek) karşılamış ve gerçeklerden kaçabileceği yanılgısını devam ettirmiştir.
link: Kerem Dağlı, Sosyalistler ve İşçi Sınıfı Arasındaki Güven Bunalımı, Ekim 2011, https://marksist.net/node/2775