İran Cumhurbaşkanı Reisi 19 Mayısta “şaibeli” bir helikopter kazasında öldü ve dünyanın gözü bir anda neler olacak soruları eşliğinde İran’a çevrildi. Fakat Reisi’nin ölümünün İran’da iç-dış siyasette bazı sonuçları olabilirse de, bu ölümün molla rejimi için bir iktidar boşluğu yaratmayacağı veya politik dengelerde ciddi bir değişikliğe sebep olmayacağı rejimin karakterini bilen herkes için açıktır. Benzer şekilde İran’ın Ortadoğu politikasında veya Batı’nın İran’a yönelik politikalarında da majör bir değişiklik beklenmemelidir. İran’a “dost” veya “düşman” yabancı devletler taziye mesajları yollar ve mollalar yas tutarken, onyıllardır rejimin zulmü altında inleyen işçi ve emekçi kitlelerin sevindiği ise bir gerçektir. Çünkü “kasap” lakaplı Reisi’nin 1980’lerden bu yana binlerce devrimcinin ve muhalifin cellâdı olduğu iyi bilinmektedir.
Burjuva medya daha ziyade bu ölümün bir suikast mı yoksa kaza mı olduğu üzerinde durmaktadır. Kuşkusuz, Reisi’nin rejimin iç çatışmaları veya ABD-İsrail gibi dış güçlerce düzenlenmiş bir suikast sonucu öldürülmesi olasılığı hiç de zayıf değildir. Olası bir suikastın iç ve dış politik dengelerin ne yönde değişeceğinin veya olayın çeşitli alanlardaki sonuçlarının okunması açısından önemli olduğu da inkâr edilemez. Ancak benzer pek çok örnekte olduğu gibi bu olayda da işin bu kısmına dair spekülatif yorumların bizler açısından pek bir anlamı yoktur. Zaten rejim güçleri, suikast iddialarını kesin bir dille reddederek bu tartışmaları kapatma yoluna gitmişlerdir.
Reisi’nin ölümü üzerinden asıl irdelenmesi ve ele alınması gerekenler; gerici molla rejiminin onyıllardır İranlı işçi-emekçi sınıflara yaptığı zulmün bir kez daha teşhir edilmesi, İran’daki siyasi ve toplumsal durumu ve Ortadoğu’daki emperyalist savaşa dair güncel bir hatırlatma yapılmasıdır.
Reisi’nin kanlı sicili ve faşist molla rejiminin savaş politikaları
Öncelikle belirtmek gerekir ki “Tahran Kasabı” lakaplı Reisi’nin sicili oldukça kabarıktır. Kendisi, 1988 yılında kurulan ve “ölüm komitesi” olarak anılan gizli mahkemelerde yer alan dört yargıçtan biridir. Bu ölüm komiteleri, 19 Temmuz 1988’den başlayarak yaklaşık 5 ay süreyle binlerce devrimci ve muhalifin idam edilmesi kararını vermiştir. Humeyni’nin yardımcılarından Muntazari anılarında bu sayıyı 2800-3800 civarında verse de muhalif kaynaklara göre 30 bin civarında insan katledilmiştir. Ayrıca aynı dönemde binlerce siyasi muhalif sistematik olarak işkence görmüş, binlercesi “faili meçhul” cinayetlere ve yargısız infazlara kurban gitmiştir.
“Tahran Kasabı” Reisi, gözünü kırpmadan işlediği bu cinayetler sayesinde İran yargı sisteminde en tepelere kadar yükselmiş ve nihayetinde 2021 yılında cumhurbaşkanı olmuştur. Molla rejimi içindeki muhafazakâr kanatta yer alan ve Hamaney’in halefi olarak anılan Reisi’nin bizzat emrini verdiği cinayetlerin ve rejimin halka karşı işlediği suçların hepsini sayıp dökmeye bu yazının kapsamı yetersiz kalacaktır. Sadece 2022’de başlayan protestolardan bu yana 400 kişinin (bazı insan hakları örgütleri sayının 1000’i geçtiğini söylüyor) idam edildiğini ve on binlerce insanın zindanlara atıldığını söylemek yeterlidir. Mahsa Amini’nin gözaltında öldürülmesinin ardından başlayan kitle gösterilerine karşı Reisi son derece katı ve sert bir tutum izlemiş, hareketin bastırılması için verdiği talimatlar sonucu BM rakamlarına göre en az 551 kişi polis tarafından açılan ateş sonucu öldürülmüştü. Protestolar zirveye ulaştığında bazı geri adımlar atıyormuş gibi yapan Reisi ve faşist molla rejimi, hareket sönümlenmeye başlar başlamaz Ahlâk Polisini tekrar sokaklara salmış, başörtüsü yasağına uymayanlara ağır cezalar vermeye devam etmişti. Bu faşist politikalardan nasibini en fazla alan kesimin ise Kürtler olduğunu vurgulamak gerekir. İran’daki rejim ülke içinde Kürtlere uyguladığı bu baskıların yanı sıra Suriye ve bilhassa da Irak’ta Kürtlere yönelik açık saldırılar düzenlemekten çekinmemiştir.
Reisi döneminde iktidar aygıtı, molla rejiminin sürmesi için içeride bu cinayetleri işler ve toplumu demir yumrukla yönetirken, dışarıda da İran’ın gerici siyasetinin çıkarları için kan dökmekten çekinmemiştir. “Batı’nın uyguladığı ambargonun etkisini kırmak, İran’ın Ortadoğu’daki nüfuzunu arttırmak, ABD ve İsrail’in etkisini azaltacak stratejik ortaklıklar geliştirmek” şeklinde özetlenebilecek bu politikaların iki temel sonucu olmuştur: İran halkının daha da yoksullaşması ve baskıların artması, bölgedeki savaşın daha da kızışması.
Toplumsal desteği her geçen gün azalan ve ekonomik açıdan ciddi biçimde yıpranan molla rejimi, Reisi döneminde Çin ve Rusya’nın başını çektiği emperyalist kutuptaki yerini pekiştirmiştir. İlkin (2021’de) Çin ile uzun vadeli bir stratejik ortaklığa imza atarak İran petrollerinin, “Kuşak ve Yol” projesi kapsamında Çin’e direkt olarak nakledilmesinin önünü açmıştır. İran bu sayede, Batı’nın uyguladığı ambargolar nedeniyle yıkıma uğrayan ekonomisini canlandırmayı hedefliyordu. Çin açısından ise bu ortaklık, Ortadoğu’daki emperyalist kapışmaya daha fazla dâhil olması ve Batı’nın etkisinin zayıflatılması anlamına geliyordu. Böylece ABD’nin, emperyalist kapışmanın merkezini Asya-Pasifik bölgesine kaydırması da geciktirilmiş olacaktı. Çin’le geliştirilen bu stratejik ortaklığı 2023 yılında Körfez’deki Arap ülkeleriyle geliştirilen ilişkiler, Azerbaycan’la bozuk olan ilişkilerin düzeltilmeye çalışılması gibi adımlar izlemiştir.
Reisi döneminde izlenen dış politika çok daha savaşçı bir çizgide ilerlemiştir. Ekonominin ağır darbe alması ve halkın giderek daha fazla sefalete sürüklenmesi pahasına silah programı tam gaz sürdürülmekte, nükleer program da devam ettirilmektedir. Suriye’de yıllardır Esad diktatörlüğünü ve Lübnan’da da Hizbullah’ı destekleyen İran, bölgede yürüyen emperyalist savaşın aktörlerinden biridir. ABD ve İsrail ile direkt savaşa girmese de İran; Lübnan’da Hizbullah, Filistin’de Hamas, Irak ve Suriye’de Devrim Muhafızlarına bağlı güçler aracılığıyla ABD-İsrail güçleriyle çatışmaya girmekten kaçınmamıştır. Basra Körfezini kontrolü altında tutmak isteyen İran, Yemen’de Suudi Arabistan’a karşı desteklediği Husiler aracılığıyla savaşa müdahil olmuştur. Tüm bunların emperyal niyetlerle yapıldığı açıktır.
Hamas’ın saldırısıyla yeni bir boyut kazanan İsrail-Filistin savaşı ve İsrail’in Gazze’de giriştiği katliamlar ise İran’daki molla rejimi açısından adeta bir can simidi olmuştur. Açıkça söylemek gerekir ki molla rejimi, Reisi öncesinde de Reisi döneminde de Ortadoğu’daki bu savaşlardan, çatışmalardan beslenmiştir. Ortadoğu’daki nüfuzunu büyük ölçüde Şii-Sünni kutuplaşmasına dayandıran İran, derin tarihi ve toplumsal kökleri olan bu kutuplaşmayı sürdürmek için elinden geleni yapmaktadır. İçeride ve dışarıda izlediği gerici, baskıcı, yayılmacı ve saldırgan politikaların üzerini örtmek ve gerekçelendirmek, ülke içinde bu politikalarına meşruiyet kazandırmak için Şii-Sünni ayrılığını ustaca kullanmaktadır. Geçerken ifade etmek gerekir ki İran’ın (tıpkı Türkiye gibi) Hamas üzerinden kendini Filistin halkının hamisi olarak gösterme çabası tam anlamıyla bir ikiyüzlülüktür. Ortadoğu’da yürüyen savaşın ve Ortadoğu halklarının çektiği acıların ana sorumluları ABD başta olmak üzere AB, Rusya, Çin gibi büyük güçler olsa da; İsrail, İran, Türkiye veya Suudi Arabistan gibi bölgesel güçler de bu emperyalist savaşın doğrudan parçasıdırlar. İsrail-Filistin savaşı ve ABD-İsrail-İngiltere üçlüsünün (buna belirli ölçüde AB de eklenebilir) Ortadoğu’da izlediği emperyalist ve İran karşıtı politikalar, faşist molla rejiminin İran’da halen hüküm sürebilmesinin önemli sebeplerinden biridir. İran hem içeride hem de bölgede, halkların Amerikan emperyalizmine ve İsrail zulmüne karşı olan duygularını, kendi totalitarizminin ve emperyal politikalarının (kendisi bunu anti-emperyalizm olarak nitelendirmektedir) bahanesi, örtüsü olarak kullanmaktadır.
İsrail ile İran arasında tırmanan gerilim geçtiğimiz yıl bir İsrail-ABD-İran savaşının başlamasına varacak denli yükselmiştir. Böyle bir savaşın Ortadoğu’yu kelimenin tam anlamıyla cehenneme çevireceği aşikârdır fakat iki tarafın egemenleri de bu gerçeği değil, sadece çıkarlarını düşünmektedir. Bu yılın başlarında İran, Pakistan’da üslendiğini söylediği İran karşıtı terör örgütlerinin varlığını gerekçe göstererek Pakistan topraklarına yönelik bazı saldırılar gerçekleştirmiş, bunu Pakistan’ın İran’a yönelik karşı saldırısı izlemiştir. Benzer bir örnek de tarihinde ilk kez İran’ın kendi topraklarından doğrudan İsrail’e dönük bir saldırı düzenlemesidir. Bu karşı saldırının Netanyahu’ya can simidi uzattığını da geçerken kaydedelim. Bu tür örnekler, Ortadoğu’da yürüyen emperyalist savaşın her geçen yıl daha da tırmanma potansiyeline sahip olduğunu göstermesi bakımından önemlidirler.
İran ve Batı arasındaki gerilimin tırmanmasının dolaysız bir sonucu da ambargonun genişletilmesi olmuştur. Bu hususu da bir miktar açmak gerekir, çünkü 1980 yılından beri uygulanan bu ekonomik ve siyasi yaptırımların asıl mağdur ettiği kesim İranlı emekçiler olmuştur. İran’ın ekonomisi büyük ölçüde petrole dayalı olduğundan, uzun yıllardır devam eden bu ambargolar/yaptırımlar ekonomiyi adeta yıkıma uğratmış, finansal sistem ciddi sınırlamalara maruz kalmış, ekonomik alandaki yatırımlar zaman zaman durma noktasına gelmiş, sanayi ve teknoloji alanında gerileme yaşanmış; tüm bunların sonucunda da halkın yaşam ve geçim koşulları zorlaşmış, ilaç-gıda ve temel ihtiyaç maddelerinin temini güçleşmiş, eğitim-sağlık ve diğer sosyal hizmetler kısıtlanmıştır. İran halkı bu ambargo ve yaptırımların son derece ağır ve olumsuz etkileri altında kıvranırken molla rejiminin egemenleri için aynısını söylemek mümkün değildir. İran’ın egemenleri her zaman ve her yerde olduğu gibi sefahat içinde yaşamaya devam etmekte, kendi çıkarları uğruna ekonomik kaynakları adeta kurutan silah programlarını ve ülke dışındaki askeri faaliyetleri fonlamaya devam etmektedirler. Ambargo ve yaptırımlar altında geçen uzun yıllar içinde İran halkı giderek daha fazla sefaletin pençesine düşerken egemenler zenginleşmiş, rejim iyice çürümüştür.
Reisi’nin ölümünün ardından İran ve Ortadoğu’yu neler bekliyor?
Reisi’nin ölümünün İran’daki politik dengeleri veya siyasetin yönünü majör düzeyde değiştirmesini beklememek gerektiğini ifade etmiştik. Ancak bu, hiçbir etkisi olmayacağı anlamına da gelmiyor. Öncelikle belirtilmesi gereken nokta şudur ki, Reisi’nin ölümü rejimin üst kademelerinde farklı fraksiyonlar arasında bir güç mücadelesini tetikleyebilir. Reisi, ülkedeki en üst düzey siyasal makam olan “dini lider”liğin halefiydi. Yıllardır bizzat mevcut dini lider Hamaney tarafından önünün açıldığı ve bu makama hazırlandığı biliniyordu. Şimdi molla rejimi hem yeni bir cumhurbaşkanı seçmek hem de Hamaney’in yerine yeni bir aday belirlemek durumunda. Her iki makam için de rejimin tepelerindeki farklı çıkar gruplarını temsil eden çok sayıda aday mevcut. Dolayısıyla bu süreç muhafazakâr kanat içinde olduğu kadar, muhafazakârlar ile “reformistler” arasındaki çekişmeyi de canlandırma potansiyeli taşımaktadır.
Bu noktada, İran’daki siyasi yapıya veya iktidar mekanizmasına dair kısa bir hatırlatma yapmak faydalı olacaktır. İran’ın devlet/iktidar aygıtında en üst düzey makam “dini liderlik”tir. Şu anda bu makamı işgal eden Hamaney, İran Silahlı Kuvvetlerinin ve tüm güvenlik birimlerinin başkomutanıdır. Yargı başkanını, Anayasayı Koruma Konseyi üyelerinin yarısını (cumhurbaşkanı adayları bu konsey tarafından belirlenmektedir), çeşitli üst düzey bürokratları atayan da odur. Ek olarak dini lidere bağlı milyarlarca dolarlık bütçeye sahip yardım kuruluşları da İran ekonomisinin geniş bir bölümünü kontrol etmektedir. Yeni bir dini lideri seçecek olan Uzmanlar Meclisi de Hamaney’in kontrolündedir. Hamaney’e bağlı önemli kurumlardan biri de Devrim Muhafızlarıdır ve bu kurum, ülkede orduya paralel olarak yapılandırılmış, son derece güçlü ekonomik kaynaklara ve sınır ötesinde ciddi bir güce sahip, siyaseti belirleyici bir kurumdur. İşte İran devlet/iktidar aygıtında bu denli başat bir yere sahip “dini liderlik” makamının halefi olan Reisi’nin ölümü ve şimdi yerine yeni bir adayın bulunması, yetiştirilmesi zorunluluğu bu yüzden İran siyasetinde son derece önemlidir. Kimin cumhurbaşkanı olarak seçtirileceği aynı zamanda gelecekte kimin dini lider olacağı, Hamaney’in 85 yaşında olduğu da dikkate alındığında, İran’ın iç ve dış siyasetine yön verecek çizginin belirlenmesi anlamına gelecektir.
Geçerken değinmek gereken önemli bir husus da helikopter “kazasında” ölenler arasında Dışişleri Bakanı Abdullahiyan’ın da bulunuyor olmasıdır. Abdullahiyan, İran’a yönelik ambargoların/yaptırımların hafifletilmesinde aktif rol oynamış, İsrail-Filistin savaşında acil diplomatik süreçleri yönetmiş ve gerginliği yatıştırmak noktasında başarılı olmuş, Körfez ülkeleri ve Azerbaycan’la İran’ın arasının düzeltilmesine yönelik politikaların mimarı sayılabilecek biriydi. Abdullahiyan’ın ölümü İran’ın dış politikalarında belirleyici bir değişiklik yaratacak olmasa da diplomasinin görece geri plana itilmesine yol açabilir.
Üçüncü husus da Reisi’nin ölümünden sonra hükümetin izleyeceği politikaların geniş çaplı protestoları ve toplumsal hareketleri tetikleme ihtimalidir. 2022’deki kitlesel protestolar bastırılmış ve sönümlenmiş gibi gözükse de halkın çoğunluğunun rejime olan tepkisi devam etmektedir. 50 gün içinde yapılması gereken cumhurbaşkanlığı seçimi, yeni protestoların başlaması için vesile olabilir. Neticede, aradan geçen süre içinde protestolara neden olan ekonomik ve siyasi durumda bir değişiklik olmamıştır. Özellikle genç nüfusun daha fazla özgürlük ve ekonominin düzelmesini istemesi söz konusudur. Nitekim İran’ın en büyük üniversitelerindeki muhalif öğrencilerin “sınırsız sevincimiz, bir zalimin ölümüne verilen yürekten tepkinin ötesine geçiyor. Adalet talep eden, Havaran’dan Abadan’a gelen annelerin ve Kadın-Yaşam-Özgürlük hareketinde çocuklarını kaybedenlerin alkışlarını duyuyoruz” şeklindeki açıklamaları ile 2022 ayaklanmasını destekleyen çeşitli sendikaların yayınladıkları bildiriler de bunun kanıtıdır. Bu beyanlar, Reisi’nin ölmesinden son derece memnun olan milyonlarca işçi ve gencin gerçek duygularını yansıtmaktadır. Geçtiğimiz Mart ayında yapılan son genel seçimde katılımın ülke genelinde %41’de ve Tahran’da %25’te kalması da (2016’da %62,5 ve 2020’de %42,5 idi) halkın gözünde rejimin meşruiyetinin ciddi oranda azaldığının göstergesidir.
Dördüncü olarak da çeşitli etnik ve dini gruplarla molla rejimi arasında zaten var olan gerilimler, liderlik değişikliği sürecinde daha da artabilir. Kürtler başta olmak üzere çeşitli grupların hak talepleri ve iktidarla olan ilişkileri bu dönemde daha da karmaşık hale gelebilir. Belucistan’da bulunan (İran-Pakistan sınırının her iki tarafında da konuşlanmış durumda olan) ayrılıkçı Sünni örgütlerin nicedir molla rejimine karşı silahlı bir mücadele yürüttükleri bilinmektedir. Zaman zaman Pakistan (ve onun aracılığıyla ABD) tarafından desteklenen bu hareketlerle yaşanan gerilimler de yükselebilir.
Tüm bu olasılıklardan hareketle Reisi’nin ölümünün ardından rejimin yumuşama yönünde değil de baskıyı arttırarak kendini daha da pekiştirme yönünde ilerleyeceğini söylemek daha akılcı olacaktır. Beklenen, Reisi’nin yerine geçecek ve ileride dini lider olacak kişinin, yine Hamaney’in ve onu destekleyen muhafazakâr kanadın çizgisini sürdürecek birisi olmasıdır. Merkezi bir siyasi liderlik ve örgütlülüğe sahip muhalif kesimlerin mücadelesi olmadan, sözde “reformcuların” İran siyasetinde yumuşama yönünde bir değişiklik yapmalarını beklemek boşunadır.
Öte yandan, Batı’nın, daha doğrusu ABD-İsrail ikilisinin İran’daki molla rejimini köşeye sıkıştırmak ve onun yıpranmasını sağlamak yönündeki çabalarına devam edeceği de aşikârdır. ABD’nin ve onu destekleyen Batılı güçlerin Ortadoğu coğrafyasına dönük planlarını hayata geçirmelerinin önündeki en büyük engelin İran olduğu barizdir. Ancak İran’da bir rejim değişikliğini hayata geçirmenin ne denli zor olduğu da ortadadır. Bu sebeple ABD ve İsrail (ve Batılı destekçileri), kısa vadeli çözümler yerine uzun vadeli planları hayata geçirmektedirler. İran’daki molla rejiminin, güçlü-homojen-katı görüntüsüne rağmen aslında kırılgan bir yapıya sahip bulunduğu, ülkenin ekonomik açıdan zayıf olduğu, rejimin toplumsal meşruiyetini her geçen gün daha fazla kaybettiği, (helikopter kazasındaki kimi iddialara da kaynaklık edecek şekilde) askeri ve teknolojik açıdan sanıldığı kadar güçlü olmadığı görülmektedir.
İran’ın yeni cumhurbaşkanının ve molla rejiminin önünde; Filistin’de Hamas’ın kaderinin ne olacağı, Lübnan’da İsrail ile Hizbullah arasındaki gerilimin nasıl çözüleceği, Irak’ta ABD ile süren gerilimin nereye varacağı, Yemen’deki İran yanlısı Husilere ne olacağı, Esad’ın İran’ın hamiliğini Körfez ülkelerinin hamiliği ile dengeleme çabalarının nereye varacağı, İsrail-ABD ile açık bir savaştan nasıl kaçınılacağı, toplumsal muhalefetin nasıl kontrol altında tutulacağı ve rejimin meşruiyetinin nasıl arttırılacağı gibi zor konular bulunmaktadır.
İran’da hüküm süren faşist molla rejimi, 40 yılı aşkın bir süredir işçi-emekçi halka zulmediyor. Ancak İran halkı 2018’den bu yana grevlerle, kitlesel protestolarla, neredeyse her yıl gerçekleşen ayaklanmalarla rejime kafa tutuyor. Bu muhalif hareketler her seferinde kanla bastırılsa da yok olmuyor, halk güçleri bir şekilde yeniden kafasını kaldırıyor. Gelinen noktada molla rejiminin artık çürümüş ve eli kanlı bir diktatörlükten başka bir şey olmadığı, toplumsal meşruiyetini önemli ölçüde yitirdiği daha fazla ortaya çıkmaktadır. İran’ın işçi-emekçi sınıflarının ihtiyaç duyduğu desteğin ABD-İsrail veya diğer Batılı güçlerden gelmeyeceği de açıktır. Onların derdi de daha fazla demokrasi değil emperyalist çıkarlarına hizmet edecek Batı yanlısı bir rejimin tesisidir. İşçi ve emekçi kitlelerin yeniden ve yeniden daha büyük bir güçle ayağa kalkacakları ve molla rejimini tarihin karanlıklarına gömeceği günler eninde sonunda gelecektir.
link: Kerem Dağlı, Reisi Öldü, Molla Rejimi Devam Ediyor, 5 Haziran 2024, https://marksist.net/node/8275
İBB’nin Özelleştirme Gündemi
Dünya İşçi Sınıfının Komünist Ozanı Nazım Usta