IŞİD adlı örgüt, bir yandan Irak’ta ele geçirdiği bölgelerdeki gücünü ve hâkimiyetini pekiştirirken diğer yandan da Suriye’de Rojava Kürtlerine saldırmaya, katliamlar yapmaya, Kürt gençlerini kaçırmaya ve rehin almaya devam ediyor. Son haftalarda özellikle Kobane kantonuna yoğun bir saldırı başlatmış olan IŞİD ile YPG arasında şiddetli çatışmalar yaşanıyor. Ancak Musul’da ele geçirdiği ağır silahlarla Rojava Kürtlerine saldıran IŞİD umduğu “kolay zaferi” bulmuş değil. Aksine Kürt halkının ciddi bir direnişiyle karşılaşmış ve pek çok yerden de püskürtülmüş durumda.
IŞİD’in sürekli Rojava Kürtlerini hedef alan saldırılar düzenlemesinin arkasındaki temel sebep, AKP hükümetinin bu doğrultudaki politikasıdır. IŞİD, Rojava’daki Kürtlere saldırdıkça, köyleri basıp insanları vahşice katlettikçe, ortaokul çağındaki gençleri kaçırıp rehin aldıkça, kızlara ve kadınlara tecavüz edip onları öldürdükçe TC devleti tarafından kendisine silah ve para yardımı yapılmakta; Türkiye sınırlarından elini kolunu sallayarak geçmesine ve Türkiye’de üslenmesine izin verilmekte; hatta İstanbul gibi büyük şehirlerde dahi kendisine taraftar toplamasına, örgütlenmesine göz yumulmaktadır.
Türkiye burjuvazisi ve özellikle de Erdoğan, bu yolla Öcalan-PKK çizgisindeki Kürtlerin Rojava’da elde ettikleri kazanımların bir kısmını geri almayı ummakta, onları baskı altında tutmaya çalışmakta ve Öcalan-PKK çizgisinin Rojava’da kalıcı bir özerklik kazanmasının önüne geçmeyi hedeflemektedir. Yani ikinci bir “Kuzey Irak” vakası yaşamamak istemektedir. Ayrıca bu basınç sayesinde içerde de Kürtlerle yürüttüğü pazarlıklarda elini güçlendirmeye çalışmaktadır. Rojava’da nüfuzunu arttırmak isteyen Barzani’yi de yanına almış olan Erdoğan, bir yandan sınır boyunca duvar ördürerek, hendekler kazdırarak Rojava Kürtlerini Türkiye’deki kardeşlerinden yalıtmaya çalışmakta, diğer yandan da adeta fiili bir ambargo uygulamaktadır. Erdoğan’ın ve AKP hükümetinin bu konudaki tek ortağı Barzani de değildir. Sıra Kürtleri ezmeye gelince İran rejimiyle ve hatta Maliki’yle bile çıkarlar örtüşmektedir.
AKP hükümeti, TC’nin geçmişte güney Kürtlerine yönelik tutumlarının benzerini şimdi Rojava Kürtlerine uygulamaktadır. Kürt hareketinin genel ve tarihsel olarak avantajlı bir konjonktür yakaladığının farkında olan AKP, Barzani’yle anlaşıp Kürtleri bölmek ve Kürt hareketini zayıflatmak istemektedir. Barzani’nin başında olduğu Irak’taki Kürt yönetiminin bağımsızlığını ilan etmesine hayırhah yaklaşan TC’nin tavrına İsrail’in ve ABD’nin tutumlarını da eklemek gerekir. İsrail Irak’taki Kürt yönetiminin bağımsızlık hakkını desteklediğini açıkça ifade etmektedir. ABD’nin de bağımsız bir Kürt devletine karşı olduğunu söylemek zordur. TC’ye benzer şekilde ABD de Irak Kürtlerinin bağımsızlığını ilan etmesini aman aman istememekte ama mevcut durumda fazla da karşı çıkmamaktadır. Bu arada TC’nin açıkça cephe aldığı Rojava Kürtleri tüm dünyanın gözleri önünde IŞİD’in vahşi saldırılarına maruz kalmaktadırlar.
Bu tablonun anlamı Kürt halkını ciddi tehlikelerin beklediğidir. Kürt hareketi bir bütün olarak bir kez daha hem önemli fırsatlar yakalamış durumdadır, hem de ihanete uğrayarak, birbirine kırdırılarak ezilmek tehlikesiyle karşı karşıyadır. Yoksul Kürt halkının kaderi, bu noktada bölgenin diğer ezilen halklarıyla ve emekçi sınıflarla birleşmiş durumdadır.
Kürt halkını bekleyen tehlikeler
Ortadoğu’yu alevleriyle kasıp kavuran emperyalist savaş ve hegemonya kavgası koşullarında yoksul Kürt halkının yararına bir çözümün hayata geçirilebilmesi kolay değildir. Bu bağlamda da Kürt halkını bekleyen yegâne tehlike IŞİD değildir ve Kürtlerin IŞİD belâsını defedebilmeleri de diğer noktalardaki zaaflarını aşabilmelerine bağlıdır. Kürt hareketinin temel zaafı bölünmüşlüğüdür. Ortadoğu coğrafyasında dört parçaya bölünmüş durumda yaşayan Kürt halkı, yüz yıla yakın bir zamandır özgürlük mücadelesi vermektedir. Kürtler, bu süreçte pek çok kez yenilmiş, ihanete uğramış ve zulüm görmüştür. Öteden beri emperyalistler veya bölgede söz sahibi olmak isteyen güçler Kürtleri kendi çıkarlarına payanda etmeye çalışmışlardır. Bölünmüş olmaları da bunlara zemin hazırlamıştır.
Birçok kez kanıtlandığı gibi, TC devletinin Kürt sorununa, daha doğrusu Kürt halkının özgürlük mücadelesine bakışı temelde değişmemiştir. Sadece Kürt hareketinin evrildiği nokta ve siyasi konjonktür itibarıyla bazı gerçekleri kabul etmek ve çeşitli tavizler vermek zorunda kalmıştır. Generallerle anlaşmış bulunan AKP hükümetinin içerde sürdürdüğü müzakere sürecini de, Barzani’yi kullanarak Kürt hareketini bölme taktiğini de, IŞİD’i kullanarak Kürtleri sindirme çabasını da bu minvalde değerlendirmek gerekir.
TC, Barzani’yi desteklemekte, onun önünü açmaktadır. Barzani de bu desteği kaybetmemek ve Kürdistan’ın hegemon gücü haline gelebilmek için PKK’ye tavır almakta, Rojava’da hâkim durumda bulunan PYD’ye muhalefet etmekte, Rojava sınırını kapatarak ve hendekler kazarak onlara fiili ambargo uygulamakta, IŞİD’in saldırıları karşısında Rojava’yı yalnız bırakmaktadır. Benzer şekilde Türkiye içinde de, Erdoğan’ın çağrısına uyarak sırf PKK-Öcalan çizgisini zayıflatmak için parti kurdurmakta ve TC’nin niyetlerine alet olmaktadır. Üstelik bu politikaları, Irak’taki Kürt bölgesinde sahip olduğu halk desteğinin zayıflaması pahasına sürdürmektedir.
Kürt hareketindeki bu bölünmüşlük, elde edilen kazanımların dahi kaybedilmesine yol açacak denli tehlikelidir. Bugün Barzani liderliğinde Irak’ın kuzeyinde bağımsız bir Kürt devletine yeşil ışık yakan güçlerin, Kürt hareketinin geri kalanı ezildikten sonra Barzani’ye aynı desteği ne ölçüde sunacakları da şüphelidir.
Kaldı ki, TC’nin yeşil ışık yakmasına ve İsrail’in açıktan destek vermesine rağmen, Barzani’nin bağımsızlığı ilan etme niyetine İran kesin biçimde karşı olduğunu beyan etmekte, ABD ise “bekle, gör” politikasıyla yanıt vermektedir. Rusya ve diğer Arap ülkeleri de henüz açık bir pozisyon takınmış değildir, yani onların taktiğini de “bekle ve gör” politikasıyla özetlemek mümkündür.
Kurtuluşa ve özgürlüğe giden yolu emperyalist veya çeşitli bölgesel güçlerle gerici ittifaklar temelinde değil Kürt halkının devrimci mücadelesinde, Ortadoğu’nun diğer ezilen halkları ve emekçi sınıflarıyla ortak bir mücadele perspektifi içinde emperyalist savaşa karşı durmakta, demokratik hak ve özgürlükleri tüm ezilen ve sömürülenler için isteyen bir çizgide gören anlayış Kürt hareketine ne ölçüde hâkim olursa, Kürt hareketinin tarihsel olarak ileri noktalara evrilmesi de o ölçüde mümkün olacaktır.
Planları ve çıkarları ne denli farklı olursa olsun, emperyalist güçlerin bulacağı ya da hayata geçirecekleri sözümona “çözümler”, gerçek anlamda Kürt halkının yararına olmayacak ve Ortadoğu’ya barışı getirmeyip savaşın ve kaosun derinleşmesine hizmet edecektir.
Türkiye işçi sınıfı Rojava-Kürt halkına destek vermelidir
Kürt halkının özgürlük mücadelesinin başarıya ulaşabilmesinde de, Ortadoğu’ya kalıcı barışın gelmesinde de, Filistin halkının çektiği acıların son bulmasında da en büyük görevlerden biri Türkiye işçi sınıfına düşmektedir. Türk devleti, Ortadoğu’da yaşanan mevcut durumun başta gelen faillerinden biridir ve AKP hükümetinin ve Erdoğan’ın “büyük Türkiye” vizyonunda ifadesini bulan emperyal hesaplarını bozması gereken güç de Türkiye işçi sınıfıdır.
Türkiye burjuvazisi, bir yandan IŞİD’i destekleyip Rojava’da Kürtlere saldırtmakta, diğer yandan katil İsrail devletiyle her türlü kirli anlaşmayı sinsice sürdürmekte, öte yandan da gerek ABD gibi emperyalist güçlerle gerekse de Suudi Arabistan gibi bölge gericiliğinin kalesi durumundaki devletlerle ortak hesaplar içinde bölge halklarının başına çorap örmeye devam etmektedir. Üstelik bunu da Müslümanların ve Kürtlerin hamisi pozlarında yapmaktadır.
Türkiyeli işçi ve emekçiler öncelikle Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını ve bağımsız devlet kurma hakkını savunmak zorundadırlar. Bu haklarını nasıl kullanacakları Kürtlerin tercihi olacaktır ve bu tercihe saygı duyulmak zorundadır. Türkiyeli işçi ve emekçiler burjuva milliyetçi ideolojinin etkisinden ve önyargılardan kurtulabildikleri ölçüde sosyalizm mücadelesinin de önü açılacaktır.
Burjuva milliyetçiliğinin zehirleyici etkisi ve Kürt halkına karşı edinilmiş önyargılar, pek çok noktada Türkiyeli işçi-emekçilerin önüne dikilmekte, demokrasi ve sınıf mücadelesinin gelişmesine de engel teşkil etmektedir. Örneğin devam eden cumhurbaşkanı seçiminde, işçi ve emekçiler açısından tek anlamlı aday Demirtaş iken ve çoğu işçi-emekçi bunu sözlü olarak da kabul ediyorken, iş oy vermeye geldiğinde Kürt olduğu ve/veya “Kürtçü” olduğu için çoğu işçi seçimde Demirtaş’a değil de İhsanoğlu’na veya Erdoğan’a oy vereceklerini söylemektedirler.
Örgütsüz durumdaki Alevi işçi ve emekçilerin bir kesimi ise, İhsanoğlu’na oy vermek hiç de içlerine sinmediği halde, CHP’nin propagandasına kapıldıkları için, Kürt veya HDP’li olduğu gerekçesiyle Demirtaş’ı uygun bir alternatif olarak görmemektedirler. CHP’nin etkisi altındaki Alevi işçi ve emekçiler, kendilerine yapılan baskılara karşı haklı olarak tepki gösterirken yahut Suriye’de veya Irak’ta kendilerine nispeten daha yakın gördükleri Nusayrilere-Şiilere karşı uygulanan IŞİD terörüne lanet okurken, aynı IŞİD’in Rojava’da Kürtlere karşı giriştiği hunharca saldırılara sessiz kalabilmektedirler. Ve yine bu kesimler, AKP ve İslamcı çevreler bayraktarlığını üstlenmiş olduğu için Filistin halkının Gazze’de İsrail devleti tarafından katledilmesine yeterli duyarlılığı göstermemektedirler.
Kürtlere karşı sahip oldukları önyargılardan kaynaklı olarak, meselâ AKP’yi veya Erdoğan’ı destekleyen işçiler-emekçiler ise, Gazze’deki İsrail saldırılarına tepki duymakta ve Filistin halkıyla dayanışma göstermekten çekinmemekte, ama sıra (üstelik de Sünni-Müslüman oldukları halde) Rojava’da katledilen Kürt kardeşlerine geldiğinde duyarsız kalabilmektedirler. Hatta bu duyarsızlığın, AKP’yi destekleyen Kürtlerde de bulunduğunu ifade etmek mümkündür.
Tüm bu örnekler, Türkiyeli işçi-emekçilerde hâkim olan milliyetçi-devletçi zehrin ve önyargıların olumsuz sonuçlarıdır ve yıkılmayı beklemektedir. Fakat işçi ve emekçi sınıfların zihinlerini bu zehirden ve önyargılardan kurtarmakla mükellef sosyalistlerin de önemli bir kısmı küçük-burjuva solculuğundan muzdarip ve Kemalist milliyetçi-devletçi fikirlerle bulanıklaşmış bir zihin yapısına sahip olduklarından, tıkanıklık aşılamamakta ve açmaz devam etmektedir.
Sosyalist hareket içinde de, Kürtlerin özgürlüğünü sosyalizm sonrasına havale eden yaklaşımlar az değildir. Yahut AKP’yle müzakere ediyor diye Kürt hareketini küçümseyen ve eleştirenler, sırf bu yüzden Kürt halkının taleplerine yüz çevirenler az değildir.
Bu yüzden bazı doğruları ve gerçekleri hatırlatarak, alınması gereken Marksist tutumun altını çizmek gerekiyor. İşçi sınıfının bağımsız siyasetinin güçlü bir biçimde varlığını duyuramadığı günümüzde, Kürt hareketi Türkiye’deki demokrasi mücadelesinin ana bileşeni ve motor gücü konumundadır. Kürt halkının haklı taleplerini desteklemek, aynı zamanda Türkiye’deki demokrasi, hak ve özgürlük mücadelesini de desteklemek anlamına gelmektedir. Kürt hareketini AKP veya Erdoğan’la müzakere yürüttüğü için suçlamak da son derece yersiz ve temelsizdir. Kendilerini sosyalist olarak tanımlayan kimi ulusalcı sol kesimler Kürt hareketine “sosyalist” muamelesi yapmakta ve Kürtlerin sosyalistlerin görevlerini yerine getirmesini beklemekte, bu olmayınca da onu güya soldan eleştirmektedirler.
Yine aynı kesimler, politik mücadeleyi AKP karşıtlığına indirgediklerinden ve bu temelde CHP’nin kuyruğuna takıldıklarından, sırf AKP’ye karşı oldukları için yerel seçimlerde MHP’li adaylara oy vermekten rahatsızlık duymamakta ama örneğin şimdiki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Demirtaş’ı desteklemekten imtina etmektedirler. Bu tutumlarını türlü bahanelerle açıklamaya çalışsalar da, argümanları son tahlilde “oylar boşa gitmesin”den öteye gitmemektedir.
Oysa Kürt halkının tüm haklı talepleri koşulsuz olarak desteklenmeli, CHP kuyrukçuluğu bırakılmalı ve Rojava halkına sahip çıkılmalıdır. IŞİD sadece Alevi ve Şiileri katlettiği için değil, Kürtlere saldırdığı için de lanetlenmelidir. Kürtlerin gerek Türkiye’de, gerek Rojava’da, gerek İran’da ve gerekse de Irak’ta ayrı devlet kurma hakkının olduğu kabul edilmelidir. Bu hak sözde tanınıp, sonra da “ama”larla sulandırılmamalıdır. Rojava örneğinde olduğu gibi, Kürtlerin özerklik ve bağımsızlık taleplerinin Esad rejiminin elini zayıflattığı ve bunun da AKP’nin elini güçlendirdiği gibi söylemlerden vazgeçilmelidir. Kürtlerin birleşmesi ve birleşik bir Kürt devleti kurmalarında da sosyalistler açısından karşı çıkılması gereken bir şey yoktur.
Elbette ki sosyalistler, Kürt hareketine Barzani çizgisinin değil, daha ileri bir politik hattın hâkim olmasını ve hatta ulusal kurtuluş mücadelesinin toplumsal kurtuluş mücadelesine evrilmesini ister ve savunurlar. Zaten Kürt halkının da, Ortadoğu’nun diğer ezilen halklarının da, sömürülen sınıflarının da çıkarı bunu gerektirir.
Sonuç olarak, AKP hükümetinin eli kanlı gerici güçleri desteklemesini engelleyecek, İsrail’le sürdürülen gizli anlaşmaları ve Türkiye burjuvazisinin Ortadoğu’daki kanlı emperyal hesaplarını bozacak olan şey, Türkiye’deki Türk, Kürt vs. tüm işçi ve emekçilerin tepkilerini örgütlü bir şekilde yükseltmesidir. Bunun bir ayağı da hiç kuşkusuz Ortadoğulu işçi ve emekçi sınıfların enternasyonalist bir anlayışla ortak bir mücadele hattının örülmesidir. Bu enternasyonalizm ve ortak cephe anlayışı Türkiye’de AKP baskısına, Filistin’de katil İsrail devletinin zulmüne, Suriye ve Irak’ta IŞİD belâsının defedilmesine ve tüm Ortadoğu’da emperyalistlerin-kapitalistlerin planlarının bozulmasına son verebilecek mücadeleyi hayata geçirebilir. Tutulması gereken yol budur.
link: Kerem Dağlı, Ortadoğu’ya Barış, Kürtlere Özgürlük!, Ağustos 2014, https://marksist.net/node/3496
Kapitalizm, Beslenme Alışkanlıkları ve Sağlık