ABD emperyalizmi Büyük Ortadoğu Projesi kapsamına giren coğrafyanın tamamında, doğrudan ya da dolaylı olarak kendisine tehdit olarak gördüğü unsurların hepsine karşı ortak bir cephe oluşturmaya ve bu unsurları zayıf düşürerek, bölmeye, parçalamaya, yok etmeye uğraşıyor. Bu çerçevede Irak’ta direnişçi gruplara yönelik sert ve kanlı saldırılar öngörülürken, Filistin ve Lübnan’da da Hamas ve Hizbullah’ın gücünün kırılması hedefleniyor. Kanlı planlarının hayat bulabilmesi için her türlü mezhepsel, etnik ve siyasi ayrımı sonuna kadar körükleyen ABD emperyalizmi, tarafları el altından birbirine karşı kışkırtmayı da ihmal etmeyerek, özellikle Filistin ve Lübnan’da bir iç savaş ortamı yaratmaya uğraşmaktadır. ABD böylece hem Sünni-Şii cepheleşmesinin hem de yeni askeri saldırıların yahut işgallerin zeminini hazırlamaktadır.
ABD-İsrail ikilisinin Ortadoğu’ya yaptıkları bu pervasız müdahaleler ve neredeyse her yapılanı sessizce onaylayan AB’li emperyalistler yüzünden, Ortadoğu’da bulunan pek çok ülkede Ortaçağı hatırlatan manzaralar ortaya çıkmıştır. Bölgedeki mezhepsel ve etnik farklılıklar, emperyalist ve kapitalist güçlerin birbirleriyle giriştikleri kapışmanın araçlarına dönüştüğünden, Ortaçağın feodal beyliklerini ve siyasal dağınıklığını andıran bir yapı ortaya çıkmıştır. Afganistan’da olduğu gibi, Irak, Filistin ve Lübnan’da da onlarca örgüt veya savaş ağası, kendi “bağımsız” yahut “özerk” bölgelerinde hüküm sürmekte, bir kısmı küçük beyliklerini ilan etmekte ve böylece ortaya çıkan kaos ortamında hem ABD-İsrail karşıtı direnişin merkezileşmesinin hem de bağımsız bir işçi-emekçi cephesinin oluşmasının önünde engel oluşturmaktadırlar. Bu durum, Afganistan’dan Sudan’a kadar çok geniş bir coğrafya için geçerlidir.
Farkında olunmasa da bu süreç Ortadoğu’yu ciddi bir parçalanmaya doğru götürmektedir. 1967’deki İsrail-Arap savaşındaki yenilgiden sonra prestijini yitiren “Arap Birliği” fikrinin sağladığı birleştirici etkinin yokluğu ve bölgenin sahip olduğu muazzam çeşitlilikteki mezhepsel ve etnik yapı, sürecin gidişatını etkileyen nesnel zemini oluşturuyor. Ama daha da önemlisi, hem halkları hem de direniş hareketlerini birleştirip merkezileştirerek asıl hedef olması gereken emperyalist-kapitalist sisteme yöneltecek devrimci bir hareketin, alternatifin yokluğudur. Hamas ile El Fetih arasında yaşanan çatışmalarla Filistin’de ortaya çıkan tablo, bu duruma uygun bir örnek teşkil ediyor.
“İntifada”dan “Favda”ya…
Geçmişte El Fetih denildiğinde ilk akla gelen Filistin kurtuluş hareketi ve Filistin halkının haklı mücadelesiydi. Şimdi ise El Fetih’ten ya da şimdiki lideri Mahmut Abbas’tan bahsedildiğinde ilk akla gelen şey, gırtlağına kadar yolsuzluklara ve rüşvete batmış, Filistin halkına gönderilen dış yardımları kendi devasa güvenlik aygıtını kurmak ve yerini sağlamlaştırmak için harcayan bir yönetimdir. Bu yönetim, Filistin halkının kurtuluş mücadelesine önderlik etme vasfını yitirmiştir. Ulusal kurtuluş hareketlerinin neredeyse tamamında görülebilecek olan bu gelişme çizgisi, bu hareketlerin sınırlılıklarını ve burjuva özünü ortaya koyması bakımından önemlidir. Filistin kurtuluş hareketinin başını çeken siyasal önderlikler de bu sınırlılığa ve burjuva öze sahiptirler. Kimilerinin şaşkınlıkla izlediği ve “göz göre göre Filistin’i mahvediyorlar” dedikleri Hamas ile El Fetih arasında yaşanan çatışmalar, Marksist bakış açısıyla değerlendirildiğinde hiç de sürpriz değildir. Ulusal kurtuluş hareketlerine ısrarla boyundan büyük anlamlar yükleyenleri bir tarafa bırakırsak, bu türden hareketlerin işçi sınıfının devrimci önderliği altına girmedikleri sürece burjuva düzenin sınırları içinde kalmaları ve dolayısıyla burjuva kamplardan birine sırtlarını dayamaları son derece normaldir. Zaten aksi de beklenemez.
İran ve Suriye tarafından desteklenen Hamas 2006 Ocağında seçimleri kazandığından beri başta ABD ve İsrail olmak üzere tüm “uygar dünya”, Filistin halkını bu “yanlış demokratik seçimleri” yüzünden cezalandırmaya koyuldu. Derhal siyasi ve ekonomik ambargolar yürürlüğe konularak Filistin halkı açlıkla terbiye edilmeye çalışıldı. Amaç, radikal Hamas’ın yerine tekrar ılımlı El Fetih’in işbaşına gelmesini sağlamaktı. Çünkü El Fetih, bir parçası olduğu FKÖ ile birlikte düşünüldüğünde, 1993’teki Oslo görüşmelerinden bu yana emperyalistler nezdinde rüştünü ispat etmişti. Hamas ise daha militan ve mücadeleci çizgisiyle halkın “bağımsızlık” umutlarını yeşertiyor, ABD ve İsrail’e karşı direnmesine öncülük ediyordu. Hamas’ın tecrit edilerek gözden düşürülmeye ve yok edilmeye çalışılması bundandır.
ABD emperyalizmi kendisine kafa tutan halkları dize getirmek için bu tür ambargolara sıkça başvurmaktadır. Hatırlanacak olursa her iki Körfez savaşından önce de Irak halkı benzer biçimde “terbiye edilmeye” çalışılmıştı. İran ve Suriye’ye uygulanan ambargolar halen devam ediyor. Yakın zaman önce Venezuela’ya, geçmişte de Libya ve Küba gibi ülkelere –bu ülkeye uygulanan ambargo halen devam etmektedir– uygulanmıştı. Bugün de, Gazze ve Batı Şeria’ya hapsedilmiş olan Filistinlilerin en temel insani ihtiyaçlarını karşılamaları bile imkânsız hale getirilmiş durumda. Sağlık, eğitim vb. kamu hizmetleri sağlanamıyor. Elektrik, su, kanalizasyon gibi altyapı tesisleri de İsrail tarafından kasıtlı biçimde tahrip ediliyor. On binden fazla Filistinli, İsrail’in açık veya gizli hapishanelerinde en aşağılık işkencelere maruz kalıyorlar. Gazze ve Batı Şeria’da yaşayan Filistinlilerin durumu mülteciden farksız. Katil ve terörist İsrail devletinin kendini güvende hissetmesi için Filistin halkının açlıktan ölmesi, aşağılanması ve rezil durumdaki Gazze gettolarında İsrail tanklarınca ezilmesi gerekiyor.
Hamas’ın seçimleri kazanmasını bir türlü hazmedemeyen ABD ve İsrail, Hamas’ı tanımadıklarını ve terörist bir örgüt olarak gördüklerini ilan etmişlerdi. Tüm haksız saldırılara ve baskılara rağmen Hamas, ezici çoğunlukla elde ettiği iktidarı El Fetih ile paylaşmaya karar verdiğinde de, ABD ve İsrail “Birlik Hükümeti”ni tanımayacaklarını açıkladılar. Gerekçeleri ise Hamas’ın İsrail’i tanımaması, şiddet kullanmaya devam etmesi ve geçmiş anlaşmalara uymamasıydı. Oysa Ortadoğu Dörtlüsü’nün “barış ancak bu şartlar yerine getirilirse gerçekleşir” diyerek koyduğu şartları asıl kabul etmeyen ve baltalayan İsrail’dir. İşgal ettiği Filistin topraklarında onyıllardır haksız bir savaş yürüten terörist İsrail devleti, kendisinin veya hamisi ABD’nin imza koyduğu uluslararası anlaşmaların neredeyse tamamını ihlal etmiş, bıraktık Filistin devletini, Filistin Yönetimini bile kerhen ve sözde tanımış, barış anlaşmalarını her zaman ilk bozan taraf olarak barbarca bir şiddet uygulamaktan ve en rezil provokasyonları düzenlemekten kaçınmamıştır. Ve tüm bu yaptıklarına karşılık ne meşhur “uluslararası kamuoyu”ndan ne “uygar” dünyanın “bağımsız” medyasından ciddi tek bir kınama almıştır. Oysa Hamas, üstelik de söylendiğinin aksine İsrail’le görüşmeye hazır olduğunu beyan ettiği ve hâlihazırda bir ateşkesi tüm İsrail provokasyonlarına rağmen[1] sürdürdüğü halde, emperyalist Batı ülkeleri tarafından “terörist” ilan ediliyor.
Başlangıçta Mekke Zirvesi temelinde Hamas’la “Birlik Hükümeti” kuran ve ABD’ye bunun tek çıkar yol olduğunu anlatmaya çalışan Abbas ise kısa sürede geri adım attı. Bu kaçınılmazdı, çünkü Oslo anlaşmasından bu yana dış yardımlarla, özellikle de ABD’nin yardımlarıyla ayakta duran El Fetih/Filistin Yönetimi, dışarıdan gelen milyon dolarlarla beslenen bürokratik bir aygıta çoktan dönüşmüştür. Ve bu anlamda da ABD’ye göbekten bağlıdır. ABD’nin isteği de Hamas’ın etkisizleştirilmesidir. El Fetih’i Hamas’la çatışmaya iten bir diğer faktör de, iktidarını kaybetmek istememesidir. El Fetih, kendisi dışındaki tüm hareketleri kontrol altında tutmak istemekte ve Filistin davasının “resmi temsilcisi” sıfatıyla tüm uluslararası görüşmelere tek başına katılarak her türlü pazarlığı el atından yapabilmeyi arzulamaktadır. Gelen dış yardımlar üzerindeki tasarruf hakkını kimseyle paylaşmamayı isteyen El Fetih’in Hamas’a tepki duyması beklenen bir şeydi. ABD yönetimi de bu ikiliği kendi lehinde kullanarak, başından beri El Fetih’i Hamas’a karşı kışkırtmış ve silahlandırmıştır.
ABD ve İsrail “uluslararası kamuoyu”nun ikiyüzlü sessizliğinden de cesaret alarak, “Birlik Hükümeti”ni bozmak için ellerinden geleni yaptılar. Ancak Suudi Arabistan’ın önderliğindeki Arap devletlerinin biraraya gelerek hazırladıkları Arap Barış Planı, Mart ayının sonlarına doğru, Filistin meselesinin nihai olarak çözülmesi karşılığında İsrail devletinin tanınacağı biçiminde bir formülasyonla ortaya konulunca, İsrail tarafından da destek bulur gözüktü. Bu plan, İsrail’in 1967 sınırlarına çekilmesi, Gazze, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ü kapsayacak bir Filistin devleti kurulmasını, Filistinli mültecilere geri dönüş hakkının tanınmasını ve bunlara karşılık da Arapların İsrail devletini tanımalarını ve tam barışın sağlanmasını içeriyordu. İsrail, başlangıçta, mültecilerin geri dönüşü meselesi dışında planı kabul edilebilir bulduğunu ve görüşmelere hazır olduğunu açıkladı. Fakat ABD’nin müdahalesiyle hemen çark ederek, Filistin Yönetimi başkanı Abbas ile meseleyi özel olarak görüşeceğini duyurdu. Tabii ki bu görüşmeden hiçbir şey çıkmadı ve başlanılan noktaya geri dönülmüş oldu.
Pamuk ipliğine bağlı olarak yürüyen Hamas-El Fetih koalisyonu da böylece fiilen çöktü. Halkın desteğine sahip olmayan ve kendi içinde dahi çatlak seslerle karşı karşıya kalan El Fetih açısından tek çıkar yol fiili bir durum yaratarak tekrar güç kazanmaktı. Abbas, ABD-İsrail ikilisinin planlarına uyarak Hamas’a karşı saldırıya geçti ve çatışmalar tırmanmaya başladı. Bu çatışmalar Nisan ayından bu yana artarak sürüyor. Fakat onca ABD yardımına rağmen, ki 120 milyon dolara varan silah ve para yardımı yapıldığı söylenmektedir, Hamas ani ve beklenmedik bir hamleyle Gazze’nin tüm kontrolünü ele geçirmeyi başardı. Dolayısıyla coğrafi olarak ve fiilen zaten iki parça olan Filistin, siyaseten de ikiye bölündü. Her ne kadar Batı Şeria’da da Hamas’ın güçlü bir etkisinden bahsetmek mümkünse de, ABD ve İsrail’in desteklediği El Fetih şimdilik bu kısımda hâkimiyetini sürdürüyor. Son olarak Abbas olağanüstü hal ilan etti ve “Birlik Hükümeti”nin düştüğünü, yerine kendisinin bir kabine atayacağını açıkladı. Hamas ise bu açıklamaların pratikte hiçbir değerinin olmadığını beyan etti. Abbas’ın atadığı hükümet anayasaya göre 30 gün içerisinde meclis tarafından onanmak zorunda. Meclis çoğunluğu ise Hamas’ta olduğundan böyle bir şey ihtimal dâhilinde değil.
Ortadoğu’nun acılı ama direngen Filistin halkı iki ateş arasında kalmış vaziyettedir. Bir yandan Hamas ve El Fetih arasındaki çatışmalar yüzünden her gün onlarca insan ölüyor, diğer yandan durumu fırsat bilen İsrail’in saldırıları yeni canlar almaya devam ediyor. Gelinen noktada iki grup arasındaki çatışmaları önlemek için kendini araya atan ve gösteriler yapan halkın üzerine bile ateş açılması ise, intifada adı verilen direnişleriyle bir dönem tüm dünyada ezilenlerin sempatisini kazanan ve cesaretleriyle, kavgacılıklarıyla örnek teşkil eden Filistin halkının trajedisidir. Kısacası intifada yerini favdaya[2] terk etmiştir.
Tüm bu kargaşa ortamından ve kısırdöngüden kârlı çıkan taraf ise, her zamanki gibi İsrail ve ABD emperyalizmidir. Mevcut durum ABD ve İsrail planlarının başarıya ulaşmış olduğu anlamına geliyor. Önümüzdeki süreçte İsrail, Batı Şeria’da hâkimiyet kuran Abbas’la kendi şartlarını dayatarak “barış” anlaşmaları yapmaya ve yeni işgaller ve saldırılarla Hamas’ı ezmeye çalışacak. Batı Şeria’da yeni yerleşim yerleri inşa etmek, Kudüs’ün geri kalanını ele geçirmek ve Filistin topraklarını bölerek gaspeden duvarın inşasını tamamlamak için ihtiyaç duyduğu zamanı kazanmış olacak. Yine de işlerin İsrail’in istediği yönde aksamadan yürüyeceğini düşünmemek gerekir. Tüm desteğe rağmen El Fetih’in Gazze’den atılması, Batı Şeria’da da aynı şeyin tekrarlanabileceğinin göstergesidir. Bu durumda İsrail yeni bir topyekun saldırıya girişmekten çekinmeyecektir. Devam eden ekonomik ambargo ve baskı koşullarıyla birlikte düşünüldüğünde, bu durum tıpkı daha öncekiler gibi yeni bir intifadaya yol açabilir.
Ortadoğu genelinde kitlelerin ruh haline bakıldığında, oldukça yaygın bir ABD ve İsrail karşıtlığı olduğu rahatlıkla görülebilir. İslam coğrafyasının büyük bir kısmında ABD-İsrail ikilisine ve bunların işbirlikçisi olarak görülen yönetimlere karşı ciddi bir öfke söz konusudur. Bu öfke çoğunlukla radikal İslamcı akımlara kanalize olmakta ve çoğu yerde de direniş hareketleri olarak somutlanmaktadır. Afganistan’da, Irak’ta, Filistin’de, Lübnan’da, Sudan’da vb. pek çok yerdeki durum budur. Bu bağlamda Filistin halkının girişeceği yeni bir intifada hareketi için iç ve dış şartların uygun olduğu söylenebilir. Durumun farkında olan ABD emperyalizmi ise her yerde bu direnişleri ezmek ve/veya bölüp parçalamak, birbirinden koparmak için aynı oyunu tezgâhlıyor; Hamas’a karşı El Fetih’i, Hizbullah’a karşı Sünni grupları ve Lübnan hükümetini destekliyor. Her yerde direnişçilere komplolar kuruyor, onları karalıyor, işbirlikçilerinin yardımıyla toplumdaki iç çelişkileri de kullanarak hareketleri bölmeye ve kontrol altına almaya uğraşıyor.
Ortadoğu’da parçalanma süreci hız kazanmıştır
ABD emperyalizminin Ortadoğu’ya ilişkin stratejisinin uygulama alanlarından ikincisi de Lübnan’dır. Kışkırtılarak yaratılan iç savaş ortamından bunu anlamak kolaydır. Lübnan da Filistin gibi bölgesel ve uluslararası çekişmelerin arenasına dönüşen ülkelerden birisidir. Geçtiğimiz yıl yaşanan İsrail işgalinden sonra tam anlamıyla harabeye dönen ülkede, daha ABD destekli Sinyora hükümetiyle Hizbullah’ın başını çektiği muhalefet arasındaki çekişme durulmamışken ikinci bir çatışmanın patlak vermesi, bu tespiti pekiştiren bir gelişmedir. Lübnan ordusu geçtiğimiz haftalarda, banka soygunları ve çeşitli silahlı eylemler düzenledikleri gerekçesiyle peşine düştüğü Fetih-ül İslam[3] adlı örgütün militanlarını yakalamak için, ülkenin kuzeyinde bulunan Nahr el Bared adlı Filistin mülteci kampına operasyon düzenledi. Kampın top ateşine tutulmasına kadar varan şiddetli saldırıların ardından, 80’den fazla insanın hayatını kaybetmesi üzerine geçici olarak ateşkes ilan edildi. Adı sanı pek duyulmamış Fetih-ül İslam gibi bir örgütle Lübnan ordusu arasında bu denli şiddetli çatışmaların yaşanması, kampa yönelik operasyonun ardından örgütün Beyrut’ta çeşitli bombalama eylemlerine girişmesi ve sadece 400 kadar militanı olduğu söylenen bir örgütün bütün Lübnan’ı allak bullak edecek denli ortalığı karıştırması düşündürücüdür.
Başlangıçta örgütün El Kaide uzantısı olduğu ve Suriye tarafından desteklendiği iddia edilse de, Amerikalı bir gazetecinin açıklamaları olayın içyüzünün ve boyutlarının farklı olduğunu gösteriyor. El Kaide denilen örgütün ya da cephenin, ABD’ye ve onunla işbirliği yapan hükümetlere karşı her yerde direniş hareketlerini örgütlemeye çalıştığı ve desteklediği biliniyor. Bu mantıkla bakıldığında, ABD destekli Lübnan hükümetine karşı savaşan Fetih-ül İslam örgütünün de arkasında olabileceği düşünülebilir. Fakat gazeteci Seymour Hersh’in açıklamalarına göre Fetih-ül İslam, CIA ile Suudi Arabistan istihbarat servislerinin ortak bir projesi çerçevesinde, Lübnan’daki Şii Hizbullah’ın etkisini kırmak amacıyla ona karşı kurulan ve desteklenen paravan bir örgüttür ve faaliyetlerine yakın zamana kadar bizzat Lübnan ordusu tarafından da göz yumulmuştur. Ancak tam olarak denetim altına alınamayan örgüt militanları, kendilerine söz verilen para yardımlarının da aksaması üzerine banka soyma gibi eylemlere girişmiş, durum tamamen kontrolden çıkınca da Şiilerin ağırlıkta olduğu Lübnan ordusunun önüne atılmışlardır. Bu nispeten makul ve akla yatkın bir açıklamadır, çünkü ABD’nin bu konudaki sicili yeterince bozuktur. Örnek olarak, bugün baş düşmanı ilan ettiği Usame bin Ladin ve El Kaide’nin bile CIA-Pakistan ortak yapımı olduğu –ki bu örnek tek değildir– hatırlanabilir. Tabii ki bu durum, bugün için gözden düşmüş olan Fetih-ül İslam’ın, Suriye istihbarat servisi ve/veya El Kaide tarafından kullanılmadığı anlamına gelmez. Emperyalist-kapitalist güçlerin kendi aralarında giriştikleri it dalaşında her yol mubahtır.
Lübnan ordusu ile Fetih-ül İslam arasındaki çatışmalar halen devam ediyor. Bu çatışmalarda kullanılmak üzere Lübnan’a 8 uçak dolusu mühimmat ve silah gönderen ABD, geçen yıl güvenlik amaçlı yaptığı 40 milyon dolarlık yardıma ek olarak bu yıl da 30 milyon dolar göndereceğini duyurdu. Kuşatılmış olan Nahr el Bared kampından dışarıya göç devam ediyor. Kampta yaşayan Filistinliler ciddi sıkıntı içindeler. Ölenlerin çoğunluğunun kampta yaşayan siviller olduğu sanılıyor. İşin aslı, Lübnan’da bulunan toplam 12 Filistin mülteci kampından birisi olan ve 40 binden fazla insanın yaşadığı Nahr el Bared kampındaki durum, toplam 400 bin Filistinli mültecinin yaşadığı Lübnan’daki kampların durumuna da ayna tutmaktadır. Bu kamplarda yaşayan Filistinli mülteciler oturma, çalışma ve diğer sosyal-siyasal haklardan yoksunlar. Lübnan vatandaşı sayılmıyorlar ve daima potansiyel bir tehdit olarak görülüyorlar. 1947’den bu yana çevre ülkelere göç eden Filistinli mülteciler, Lübnan’ın en yoksul bölgelerine yerleştirilmiş durumdalar ve geleceğe dair hiçbir umutları yok. Kamplarda yaşayanlar uluslararası yardım kuruluşlarının ve Arap ülkelerinin desteğiyle ayakta duruyorlar. Filistin örgütleriyle Lübnan hükümeti arasında yapılmış anlaşma gereği kamplara Lübnan ordusu giremiyor ve güvenlik tamamen Filistinli örgütler tarafından sağlanıyor.
ABD emperyalizminin Lübnan’a yönelik müdahalelerinin ardında yatan ana sebep Hizbullah’ın etkisinin kırılmasıyken, ikinci bir faktör de Suriye’ye yönelik planlardır. Öteden beri Bush yönetiminin ajandasında yer alan projelerden birisi olan İsrail ile Suriye arasındaki bir savaşın kışkırtılması ve İran’ın da bu savaşın içine çekilmesi planına yönelik hazırlıkların bir parçası olarak ABD, Lübnan’ın kuzeyinde yeni bir askeri üs kurmayı düşünmektedir. İsrail’in geçtiğimiz yıl Lübnan’ı işgal ederek Hizbullah ile savaşmasının ardında yatan niyet buydu, fakat işler pek de istenildiği gibi gitmemişti. Yine de ABD’nin planını rafa kaldırdığı söylenemez. Halihazırda İsrail ile Suriye arasında sürmekte olan görüşmelerin çıkmaza girmesi ya da Suriye’nin Hariri suikastıyla ilgili olarak çıkartılmak istendiği uluslararası mahkemenin yaratacağı sonuçlar, ABD’ye böyle bir fırsat sunabilir. Bu savaşta İran’ın alacağı bir yenilgi yahut Suriye’de bir rejim değişikliğinin gerçekleşmesi, İran’ın Ortadoğu’daki etkisini zayıflatacaktır.
Durumun fazlasıyla farkında olan İran ise, bir yandan Filistin, Lübnan ve Irak’taki tansiyonu düşürmeye, diğer yandan da Riyad’ın başını çektiği Sünni cepheyle görüşerek ortamı yumuşatmaya ve ABD-İsrail ikilisinin hesaplarını boşa çıkarmaya çalışmaktadır. Ortadoğu coğrafyası içinde oldukça ciddi bir yer tutan Şii nüfusa ve gruplara oynayan İran’ın, Amerika’yı ve İsrail’i hedef tahtasına koyan çıkışlarının bölge halkları üzerinde önemli bir etki bıraktığı gerçektir. İran’ın bu yükselişi karşısında, başta Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkeleri (Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Bahreyn, Kuveyt) olmak üzere Mısır ve Ürdün de rahatsızdır. Filistin meselesini çözmek ve bu yolla bölgedeki otoritesini arttırmak için önemli adımlar atan Suudi rejiminin çabalarının boşa gitmesi ve Hamas’la El Fetih çatışmasının çığrından çıkması, Lübnan’daki gelişmelerle birlikte değerlendirildiğinde, Ortadoğu’da barışın bu güçlerin eliyle gelemeyeceği bir kez görülmektedir.
ABD emperyalizminin Şiilere karşı Sünni kartını oynamaya çalışması, bölgedeki siyasi kutuplaşmanın, güç çatışmalarının ve ekonomik-sosyal çöküşün giderek yayılmasına, derinleşmesine yol açmaktadır. Bu durum tüm Ortadoğu sathında toplumsal ve siyasal krizleri tetikleyerek yeni altüst oluşlara kapıyı aralamaktadır. Parçalanma eğiliminin güçlenmesi –ya da başka bir ifadeyle mevcut eğilimlerin ve gidişatın bölgeyi parçalanmaya götürmesi– son tahlilde bölgeyi kendi nüfuz alanlarına göre yeniden şekillendirmek isteyen ABD’ye hizmet etse de, radikal İslamın etkisini de önemli ölçüde arttırmıştır. Arap egemenlerinin bir kısmı tarafından da desteklenen El Kaide’nin halk kitleleri nezdinde popülaritesi oldukça yüksektir. Radikal İslamcı hareketlerin oluşturduğu bir cephe örgütlenmesi olarak nitelendirilebilecek bu örgütün, ABD’nin BOP kapsamındaki her yerde ona karşı savaşa tutuşmak üzere bir cephe oluşturmaya çalıştığı biliniyor. El Kaide, ABD’nin “terörle savaş”ından bu yana genişliyor, kök salıyor ve şubeler açıyor. ABD-İsrail ikilisinin tüm barış girişimlerini boşa çıkaran tutumları ve ABD’den yana saf tutmuş mevcut Arap iktidarlarının uzlaşma içeren planlarının her seferinde başarısızlıkla sonuçlanması da, ABD ve İsrail’le asla barış yapılamayacağını söyleyen El Kaide’nin işine yaramaktadır.
* * *
Ortadoğu halklarının genelinde yaygın olarak bulunan ABD-İsrail karşıtlığı, bu emperyalist ve işgalci güçlere karşı savaşanlara sempati duyulmasını da beraberinde getiriyor. Ortadoğu’nun yoksul ve ezilen halkları, ABD emperyalizminin ve katil İsrail devletinin politikaları yüzünden acılarının kat be kat arttığının farkındalar. Farkında olmadıkları ise, ABD ve İsrail’e karşı savaşan İslamcı grupların ya da burjuva iktidarların, onların acılarını dindirecek niyete ve niteliğe sahip olmadıklarıdır. Dolayısıyla teşhir edilmesi gereken gerçeklik budur. Aksi takdirde, öfkesi giderek biriken kitlelerin patlamasıyla açığa çıkacak devrimci enerjinin, bu burjuva kamplardan birine akması kaçınılmazdır.
ABD’ye karşı olan tüm hareketlerin anti-emperyalist olarak ilan edilmesi, kitlelerde uyanacak devrimci enerjinin heba olmasına yol açacaktır. Ortadoğu meselesine ilişkin klasik sol yaklaşımın her türlü direnişin “kayıtsız şartsız” desteklenmesi anlayışına dayanıyor oluşu, bu tehlikeyi yaratan temel faktördür. Bu direniş hareketlerine, onları “desteklenebilir” kılmak için “anti-emperyalist” gömlekler giydirilmeye çalışılması ciddi yanılsamalara yol açmakta ve yukarıda koyduğumuz gerçekliğe ters düşmektedir. ABD’ye ve İsrail’e karşı savaşan yahut karşı çıkan İslamcı ve/veya milliyetçi akımların bu temelde olumlanması, ABD ve İsrail ile sınırlandırılan emperyalizme karşı en güçlü alternatifin de İslamcılık veya milliyetçilik olduğu yönünde yanlış bir algılamaya yol açıyor. Oysa bu akımlar güçlerini, emperyalist-kapitalist sisteme gerçek bir alternatif oluşturmalarına değil, aksine bu sisteme ve sosyalist hareketin yarattığı boşluğa borçludurlar. ABD emperyalizmine ve işgaline, İsrail’in estirdiği teröre karşı direnen halkların desteklenmesi tabii ki gereklidir, ama direnişin içinde yer alan yahut başını çeken hareketlerin otomatik olarak anti-emperyalist ilan edilmesi yanlıştır.
Devrimci enerjinin yanlış yollara yönlendirilmesi tehlikesinin önlenebilmesi ve çıkabilecek devrimci fırsatların değerlendirilebilmesi, işçi-emekçi kitlelerin bugün için ABD ve İsrail karşıtlığında somutlaşan öfkelerinin doğru yöne kanalize edilebilmesine bağlıdır. Bunun için de, meselenin ABD veya İsrail ile sınırlı olmadığının, sorunun emperyalist-kapitalist sistemin doğasından kaynaklandığının kitlelere anlatılması, işçi-emekçi sınıfların bu temelde örgütlenip mücadeleye sevk edilebilmesi gerekiyor.
[1] İsrail, ateşkesi bozmaya zorlamak için Hamas’ın birçok üst düzey liderine suikastlar düzenlemiş ve sık sık işgal ettiği Gazze şeridinde rasgele katliamlara girişmiştir.
[2] Favda sözcüğü Arapçada “kaos” ya da “kargaşa, keşmekeş” anlamına geliyor.
[3] Kendisini Eylül 2006’da Fetih-ül İslam adıyla ilan eden örgütün, 1992 yılında kurulan Suriye yanlısı Filistinli grup Fetih-ül İntifada’nın içinden ayrılan bir grup tarafından kurulduğu belirtilmektedir. Fetih-ül İntifada ise Arafat’ın El Fetih’inden ayrılmıştı. Örgütün lideri Şakir el Absi, Hamas’ın Filistin ruhunu sattığını ve kendilerinin El Kaide’ye yakın olduklarını ifade etmektedir.
link: Kerem Dağlı, Filistin’de İç Savaş ve Kaynayan Ortadoğu Kazanı, Temmuz 2007, https://marksist.net/node/1541
“Tam Bağımsız Türkiye” Değil Sosyalist Bir Dünya
Ekim Devrimi ve Enternasyonalizm