Ekim ayının başından beri Türk medyası, tam anlamıyla savaş düzeni almış durumda. Şimdilerde, yine Genelkurmay’ın talimatıyla “kırmızı alarm” durumundan “sarı alarm” durumuna geçilmişse de, gazeteciler, muhabirler, haber spikerleri hâlâ teyakkuz halindeler. Bu durum, burjuvazinin topluma karşı yürüttüğü psikolojik savaş harekâtının bir parçasıdır. Amaç, yoğun bir şovenizm ve savaş kışkırtıcılığı propagandası ile toplumu yakın bir savaş psikolojisinde tutmaktı. Yazılı ve görsel medyada estirilen ırkçı ve şovenist rüzgâr sayesinde halk, özellikle asker cenazeleri üzerinden Kürt halkına karşı kışkırtıldı. Böylece işçi-emekçi kitlelerin burjuvazinin çıkarları doğrultusunda girişilecek bir emperyalist savaşa ikna edilmeleri sağlanmaya çalışılmıştı.
MGK’nın talimatları doğrultusunda seferber olan burjuva medya, gazetesiyle, radyosuyla ve televizyonuyla, geçen iki ay boyunca toplumun bilincini teslim almaya dönük topyekûn bir taarruz düzenledi. Savaş kışkırtıcısı köşe yazarları ve televizyon kanallarının demirbaşları olan “kaşarlanmış” haber sunucuları üzerinden burjuvazi, istediği her türlü yalan dolan kampanyasını, üstelik de en bayağı biçimde uygulayabildi. Halkın örgütsüzlüğünden ve bilinçsizliğinden faydalanarak en kokuşmuş “dolmaları” bile yutturabildi, kelimenin tam anlamıyla bir “beyin yıkama” operasyonunu rahatlıkla gerçekleştirdi. Yalan ve uydurma haberlerle, eksik bilgilerle, olayların tek taraflı ve yanlı verilmesiyle ve daha pek çok yöntemle toplum manipüle edildi, oluşturuldu ve MGK’nın istediği kıvama getirilmek istendi.
Perde açılıyor…
Üzerinde durduğumuz son süreç 29 Eylülde Şırnak’ın Beytüşşebap ilçesinde gerçekleşen ve bir minibüsün taranması sonucu 7’si korucu 12 kişinin ölümüyle sonuçlanan olayla başlamıştı. Olayın aslını astarını araştırmadan istisnasız bütün burjuva medya olayı sürmanşetten vermiş ve PKK’nin ne kadar acımasız, sivilleri hedef alan kanlı bir “terör örgütü” olduğu yolundaki haberler ardı ardına dizilmeye başlanmıştı. Bu gelişmelerin ardından Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’ın Harp Akademilerinin açılış töreninde yaptığı konuşması geldi. Burjuvazinin statükocu kanadının sözcüsü olan Büyükanıt, bu konuşmayla, adeta girişilecek psikolojik savaş operasyonunun ana hatlarını çiziyordu; “PKK’ya karşı mücadelede kararlılığımız devam edecektir. DTP’liler, terör örgütünün Türkiye’deki siyasi uzantılarıdır. Irak’ın kuzeyinde oluşabilecek federatif bir devlet Türkiye için büyük risk oluşturacaktır. Irak’ın kuzeyinde oluşabilecek bağımsız bir devlet, hem siyasi hem de güvenlik boyutuyla Türkiye Cumhuriyeti için birinci dereceden risktir.”
Büyükanıt’ın burada, sadece, kendisinin temsil ettiği burjuva kanadın kırmızı çizgilerini bir kez daha çizmekle kalmadığı ve bu konuşmanın bir “düğmeye basma” olduğu ise daha sonraki gelişmelerden anlaşılacaktı. Genelkurmaya “akredite” olan 12 basın kuruluşunun temsilcileri, önceden aldıkları belli olan talimatlar doğrultusunda hep bir ağızdan, TSK’nın basın sözcüsü gibi, bu çizginin propagandasını yapmaya başladılar. Bu çıkış, bir gün sonra (1 Ekim 2007), Bahçeli’nin mecliste yaptığı tezkere önerisiyle desteklendi. CHP de Bahçeli’nin bu önerisini canı gönülden destekliyordu. Statükocu güçler ve emrindeki medya “sınırötesi bir operasyon”un gerekliliği konusunda, AKP’nin tereddütlerini kırarak üzerinde baskı oluşturmaya çalışıyorlardı. Şırnak’taki saldırıdan birkaç gün sonra, 6 Ekimde yine Şırnak’ta, Gabar dağlarında 13 askerin ölümüyle sonuçlanan çatışma gerçekleşti. Savaş çığırtkanlığına zaten başlamış olan koro, sesini iyice yükseltti ve kamuoyunda öyle bir hava yaratıldı ki, haftalardır tezkere önerisine ayak sürüyen AKP’nin süngüsü düştü ve 8 Ekimde hükümet tezkereyi meclise göndermeyi kararlaştırdı. Böylece oyunun ilk perdesi tamamlanmış, AKP’nin direnci kırılmış ve işler “yoluna girmeye” başlamıştı.
Medya, ölümlerden sorumlu tuttuğu PKK’yi “şerefsizler, hainler” diye suçlarken, olayın aslının pek de öyle “kahraman Türk medyası”nın yansıttığı gibi olmadığı, sonradan anlaşılacaktı. Birincisi PKK, ilk gerçekleşen saldırıyı üstlenmemişti ve bu katliamı kontr-gerilla birliklerinin, JİTEM’in gerçekleştirdiğini söylüyordu. Nitekim mecliste kurulan araştırma komisyonunda yer alan Akın Birdal da, bunu doğrular bir şekilde, köylülerin kendisine verdiği yazılı bilgi notlarında (çünkü köylüler gerçekleri direkt olarak jandarmaya söylemeye cesaret edemiyorlardı) olayın yansıtılanlardan farklı gerçekleştiğinin anlatıldığını açıkladı. Buna göre, olayı gerçekleştiren, zaten belirli bir süreden beri bölgede dolaşan ve PKK gerillalarının kıyafetlerini giyip, onların silahlarını kullanan JİTEM’e bağlı kontr-gerilla birliğiydi. Tabii ki emir eri burjuva medya olayın bu yönünden asla bahsetmedi. Onun yerine, 30 yıldır sürmekte olan bir savaşı sanki yeni başlamış gibi gösterdi.
Bu arada, Büyükanıt’ın konuşmasındaki hedef göstermenin ardından DTP’ye yönelik ciddi bir karalama kampanyası başlatılmış, devletin savcıları, polisi de boş durmayarak ardı ardına DTP’li belediye başkanlarını, parti yöneticilerini tutuklamaya, gözaltına almaya, soruşturma açmaya başlamıştı. Irkçı-şoven propagandanın etkisiyle ve faşist çeteler aracılığıyla Kürtlere yönelik saldırılar düzenlenmeye, DTP binalarına saldırılmaya başlandı ve medya da bunları “halk tepkisini sokağa taşırıyor” diyerek meşrulaştırmaya çalıştı.
Tezkerenin 19’a karşı 507 oyla mecliste kabul edildiği 15 Ekime kadar geçen sürede, burjuvazi tüm kurum ve temsilcileriyle adeta coştu. Çünkü içerde yaratılacak “kurtuluş savaşı” havasıyla ve dış dünyaya verilecek “Türkler kafasına koydu mu dediğini yapar” imajıyla, ABD’ye kafa tutma havasına girildi. Gazetelerin köşe kadıları, burjuvazinin kalemşorları, sanki geçmişte 1 Mart tezkeresinin çıkması için salya sümük yalvaran Amerikan yalakaları kendileri değilmiş gibi, en büyük anti-Amerikancı kesilmişlerdi. Medya, Erdoğan’ın “Kasımpaşa tarzı” açıklamalarıyla dolup taşıyordu, “inceldiği yerden kopsun”, “kimse bize akıl vermesin, Amerika Irak’a girerken bize sordu mu?” vs.
“Tezkere çıkardık dünya tutuştu”
Ancak henüz ABD’den olumlu bir sinyal alınamamıştı. Aksine tezkerenin geçmesinin ardından Bush, bizzat kendisi bir konuşma yaparak, “Türkiye’ye açıkça söylüyoruz ki, Irak’a daha fazla asker göndermeleri, çıkarları açısından iyi olmayacaktır. Bölgede zaten bir kısım asker bulunduruyorlar. Sorunun çözülebilmesi için, Türklerin de bu ülkeye yığınla asker göndermesinden daha iyi yollar var” demiş ve burjuvazinin “sınırötesi” hevesini kursağına tıkmıştı. Yine de medya “sınırötesi” sevdasından vazgeçmedi. İstediği alınmayınca ağlamaya başlayan küçük çocuklar gibi, burjuva medya da, “sınırötesi operasyon”un gerekliliği ve faydaları üzerine zırvalıyor, ama bu “sınırötesi” ile neyin kastedildiğini kimse anlatmıyor ve sormuyordu. Oysa Bush’un da pek açık bir şekilde belirttiği gibi sınırötesinde zaten Türk askerleri mevcuttu (ki sonradan Talabani de bir açıklamasında Kürt federe bölgesinde Türkiye’nin 4 adet üssü olduğunu ve buralarda 1200-2000 civarında askeri bulunduğunu söylemiştir) ve daha önce 20’den fazla operasyon düzenlenmişti. Kastedilen PKK kamplarına yönelik “sınırlı” bir harekât ise, bunun için icazete gerek olmadığını ABD zaten söylüyordu. Yok, eğer Irak Kürdistanı’nın işgali isteniyorsa, o zaman “kusura bakmayın” diyordu Bush, “herkes haddini bilsin”.
Bu durum, kuşkusuz, burjuvazinin bilmediği yahut öngörmediği bir şey değildi, fakat yine de burjuvazi, Güney’e yönelik baskının dozunu arttırarak ve ABD’yi “ya Kürtler ya biz” şeklinde bir tercihle karşı karşıya getirerek, en azından pastadan daha fazla pay almayı umuyor ve Güney’deki Kürt yönetiminin güçlenmesini ya da bağımsızlığa doğru gitmesini engellemeye çalışıyordu. Genelkurmay’ın “fahri sözcüsü” Ertuğrul Özkök, 16 Ekim tarihli yazısında, Barzani’yi ve Kürt yönetimini uyararak, ABD’nin birgün oradan çekileceğini, o zaman baş başa kalacaklarını ve ABD ile işbirliği yapmanın kendilerine bir şey kazandırmayacağını söylüyordu. Barzani’yi açıkça tehdit eden yazısını, “çok iyi biliyorum ki, biz Türklerin bugün millet olarak çektiği üzüntü, duyduğu infial, onların çekeceği acıların, yaşayacakları trajedilerin yanında mütevazi kalacaktır” diyerek bitiriyordu. Bu tehditkâr ve saldırgan tutum karşısında Kürt yönetiminin yaptığı açıklamalar ise basında dalga geçilerek, küçümsenerek veriliyor, “aşiret reisi yine konuştu”, “peşmerge PKK el ele” gibi manşetlerle toplum nezdinde de aynı düşmanlık yayılmaya çalışılıyordu.
Tüm çırpınmalara rağmen ABD belirgin ve tatmin edici bir açıklama yapmadıkça, güneydeki Kürt yönetiminin de sesi gür çıkmaya devam ediyordu. Bunun üzerine MGK, artık hükümeti de yedeğine almış olarak, ikinci perdeyi sahnelemeye başladı. “Kahraman Türk medyası”, tezkerenin dünya basınındaki yansımalarını “tezkere çıkardık dünya tutuştu” gibi tamamen uçuk ve kendini dev aynasında gören bir tarzda veriyor, “sınırötesi operasyon”un artık farz olduğunu, ABD gerekeni yapmazsa “aslan Mehmetçik”in işi bitireceğini ileri sürüyordu. Bizzat MGK’nın açıklamaları yoluyla, her an “sınırötesi operasyon” başlayacakmış havası yaratıldı. Gazeteler sürekli olarak “sınırda gergin saatler”, “Mehmetçiğin eli tetikte” türünden manşetler atıyor, sınırda mevzilenmiş birliklerin en küçük hareketleri bile “aha operasyon başladı” diye veriliyordu. Sınırdaki birlikleri izlemekle görevlendirilmiş muhabirler, sürekli olarak şişirme ve yalan haberler üretiyorlardı. Yıllar önce terkedilmiş harabe binalar “PKK’nın barındığı karakollar” olurken, F-16’lar sınırötesine geçip bu “barınak”ları bombalıyor, rutin uçuşunu yapan meteoroloji uçakları ABD’nin casus uçakları diye fotoğraflanıyordu. Birliklerin dağı taşı bombalarken yahut kışlada eğitim yaparken çekilmiş görüntüleri, hatta yıllar öncesindeki operasyonlardan kalma görüntüler “PKK’lı teröristler işte böyle vuruldu” diye televizyon ekranlarında izlettiriliyordu. Gazı alan başbakan bile, “biz sınırötesi operasyona başlıyoruz” diye Rice’ı aradığını, onun da “kendisinden birkaç gün süre istediğini” açıklamaktan çekinmedi. Hatta bazı gazeteciler, “sınırötesi harekâtın” zaten başlamış olduğunu, sınırın artık bir önemi olmadığını, Türkiye’nin kendi güneyi ile Irak’ın kuzeyinde büyük bir savaşın içinde olduğunu söylüyorlardı. Böylelikle Kürt yönetiminin ve ABD’nin üzerindeki basınç arttırılmaya çalışılıyordu. Medyasından hükümetine, emekli generalinden MGK’sına kadar herkes, tezkerenin “dolapta dursun diye” çıkartılmadığını, zamanı gelince kullanılacağını, “sınırötesi”nin eli kulağında olduğunu söylüyordu.
Tabloyu tamamlamak ve Barzani-Talabani ikilisi nezdinde Kürt yönetiminin “iyi bir köteği hak ettiğine” halkı inandırmak için de, Barzani ve Talabani hakkında uydurma haberler yapılmaya başlandı. Hesapta Kürt yönetimi büyük telaşa kapılmıştı ve Türkiye’ye tehditler savuruyordu. Türkiye, “sınırötesi operasyon” yapmamaya karşılık Talabani’den PKK’li yöneticileri istemiş, o da “Türkiye’ye bir kedi bile teslim etmeyiz” diyecek kadar ileri gitmişti! Basında yer alan haberlere göre Barzani ve Talabani, PKK’ye açıkça sahip çıkıyor, Türkiye ile alay ediyordu. Hadlerini bildirmek, boynumuzun borcu olmuştu! Oysa gerçekte, Talabani’den teslim etmesi istenen kişiler arasında –ki yaklaşık 150 kişilik bir listeydi bu– PKK’yle hiçbir alakası olmayan insanlar bulunduğu gibi, listede Kürdistan parlamentosunda milletvekili olan Mahmud Othman, Barzani’nin oğlu ve güvenlik servisinin şefi Masrür Barzani, Türkmen liderlerden Abdülkadir Bezirgân gibi isimler de yer alıyordu. İşte bu listeyi görünce Talabani, gayet doğal olarak kızmış ve “hiçbir Kürdü, hatta bir Kürt kedisini bile teslim etmeyiz” demişti.
Tam bu esnada, yani 20 Ekimde, Şırnak’taki Dağlıca taburundan çıkarak sınırı geçmeye çalışan birkaç askeri timin, kalabalık bir PKK grubu tarafından kuşatılarak zayiata uğratılması, tüm bu gelişmelerin üzerine tuz biber ekti. Resmi rakamlara göre 12 asker öldürülmüş, 8 askerle de “irtibat kesilmiş”ti. Oysa PKK, ölü sayısının çok daha fazla olduğunu ve “irtibat kurulamayan” 8 askerin de ellerinde esir olduğunu duyurmuştu. Askerlerin isimlerinin Roj TV’de yayınlanmasıyla bu bilgi doğrulanmış oldu. Ancak MGK bunu kabul etmiyor, çatışmaların sürdüğünü, PKK’ye ağır kayıplar verdirildiğini, 30’dan fazla PKK’linin öldürüldüğünü, bu 8 askerle de hâlâ “irtibat kurulamadığı”nı iddia ediyordu. Kavramlarla bu şekilde oynanması, tastamam psikolojik savaş taktiğinin bir gereğiydi. Bu tansiyonu yüksek hava, Bush-Erdoğan görüşmesine kadar sürdü. Görüşmeye bir gün kala, tüm ırkçı-şoven koro bir anda ses tonunu düşürmüş, Bush-Erdoğan görüşmesinin sonucunu beklemeye başlamıştı.
İkinci perde: yelkenler suya iniyor
Erdoğan’la birlikte giden askeri heyetin alınmadığı görüşmeden sonra, her iki taraf da pek fazla açıklama yapmazken, gazete köşelerinde kalemşorlar, söylenen birkaç cümleden yola çıkarak tahliller yapma konusunda şiddetli bir yarışa tutuştular. Burjuvazinin görüşmenin sonuçlarını ve detaylarını kendi içinde değerlendirdiği birkaç günlük süre boyunca medya da, tüm enerjisini rehin durumdaki 8 askerin serbest bırakılması olayına harcadı.
Bu olay medyada ciddi ölçüde yankı buldu. Serbest bırakılan erlerin teslim alınmasından sonra ise, bakan Mehmet Ali Şahin’in “kurtulmalarına sevinemedim” açıklaması kamuoyunda tepkiyle karşılandı. Bu olaydan sonra medyada, orduya daha kuşkulu ve sorgulayıcı tarzda sorular sorulmaya başlandı. “Irak’ın bir ucundan girer, öbür ucundan çıkarız” gibi söylemlerin yerini, artık meselenin sadece askeri yöntemlerle çözülemeyeceği, sınır ötesi harekâtla bir şey elde edilemeyeceği gibi söylemler aldı. Bu değişim hükümetin söyleminde de belli bir yumuşama yaratmış, Erdoğan “silahları bırakın siyaset yapın” türünden açıklamalar yapmaya girişmişti.
Savaş şakşakçısı medyanın ve statükocu-milliyetçi kesimin bu yumuşamaya tepkisi çok büyük oldu. Hükümetten gelen en küçük itidal çağrıları bile “AKP, PKK ile uzlaşıyor” türünden suçlamalara maruz bırakıldı. Kürt düşmanlığı ve Barzani karşıtlığı iyice azdırıldı. Barzani de babası gibi hain ilan edildi. Tehditler ardı ardına sıralanmaya başlandı; “sizi Amerikanız bile kurtaramayacak”, “artık söz, Türk F-16’larına doğru gitmektedir”, “bölücü örgütün başı artık İmralı değil Barzani denilen çete reisidir”, “onlarla tek ilişkimiz, kalleşliklerinin hesabını sormaktan ibaret olacaktır”, “o adamlar bizim için düpedüz katil sürüsünün yatakçısıdır”. Özkök’ün Barzani’yi hedef gösteren yazısına “teşhis budur” diyerek destek çıkan Büyükanıt, “onlara hayal bile edemeyecekleri acılar yaşatmaya kararlıyız” diye beyanlarda bulunuyor, ABD’nin arkasına sığınmalarının fayda vermeyeceğini iddia ediyordu. AKP hükümeti ise iki arada bir derede kalmıştı. Bir yandan hamasi nutuklarla kamuoyunun gözünde puan kaybetmemeye çalışıyor, diğer yandan da sınırın öte yanında ABD’nin olduğunu pekiyi bildiğinden, dışarıya karşı diplomatik bir dil kullanmaya özen gösteriyordu.
Bu 8 asker, “cenazeleri gelse daha iyiydi” sözleriyle karşılandıktan sonra, derhal sorgulamaya alındılar ve kısa süre sonra da askeri mahkemede yargılanıp, “emre itaatsizlik ve izinsiz olarak sınırı geçmek” gibi trajikomik gerekçelerle tutuklanıp cezaevine kondular. Askerlerin aileleri şok içinde ne olduğunu anlamaya çalışırken, medya da devletle elbirliği içinde, askerleri teslim alanlardan DTP milletvekili Fatma Kurtulan’a karşı ağır bir karalama kampanyasına girişti.
Önce Kurtulan’ın eşinin PKK’li olduğu ve halen dağda bulunduğu haberleri, “terörist vekil”, “eşi dağda, kendi mecliste”, “Fatma’yla evlendi dağa kaçtı” gibi düzeysiz başlıklarla yayınlandı. Ardından da Akşam gazetesinin üstün gazetecilik yeteneğine sahip (!) muhabirleri sayesinde üretilen tamamen uydurma bir haberle, bizzat kendisi “terörist” ilan edildi. Akşam gazetesi, bu konuda uzmanlaşmış Amerikan medyasını bile gölgede bırakacak bir şekilde, eski bir itirafçının sözde ifadesine dayanarak ve tamamen uydurma bir fotoğrafla (bu, Kurtulan’ın güya PKK kampındayken çekilmiş bir fotoğrafıydı), tam anlamıyla bir iftira kampanyası başlattı. Cumhuriyet başsavcısı da bu düzmece fotoğrafı delil sayarak, Kurtulan hakkında soruşturma başlattı. Oysa sadece fotoğrafa bakmak bile, resimdeki kişinin Fatma Kurtulan’la alakası olmadığını anlamaya yetiyordu.
Bu arada apoletli medya, yavaş yavaş Bush-Erdoğan görüşmesinin “şifrelerini çözmeye” başlamıştı. Pek zeki köşe yazarları, çok hevesli oldukları “sınırötesi”nin suya düştüğünü görmüşlerdi! Medyadaki savaş düzeni yerini yavaş yavaş, ABD’nin vereceği istihbarat doğrultusunda gerçekleştirilecek “sınırlı bir sınırötesi harekât” söylemine bırakıyordu. Barzani’ye bağlı kuvvetlerin, Kandil dağına giden yolları kontrol altına almasına yönelik adımları, medyada “Kuzey Irak’ta PKK’ya abluka”, “PKK’ya büyük kuşatma” gibi iddialı ve abartılı başlıklarla yer buluyordu. Medyanın abartılı yaklaşımının sebebi ise, şimdiye kadar yürüttükleri psikolojik savaş harekâtının sonuç verdiğini ispatlama kaygısıydı. İşi, Erdoğan’ın ağzından “sınırötesi yakın, kış başlamadan bu iş olur” biçiminde yalan haberler vermeye kadar vardırdılar. Bu olay, adeta bardağı taşıran son damla işlevi gördü. Önce Erdoğan “sınırötesine herhangi bir operasyon söz konusu değildir” diye açıklama yaptı. Ardından Org. İlker Başbuğ “medya, karar alıcıları rahat bıraksın” diye talimatı verdi ve basında yer alan “sınırötesi” haberleri kayda değer ölçüde kesildi. Savaşa girilmesi için canını vermeye hazır olan “komando gazeteci” Özkök bile, “Türk hükümetinin bütün diplomatik yolları sonuna kadar tüketmeye çalışması, herkesi ikna etme gayreti, bir zaman geçirme taktiği değildir” diye yazmak zorunda kaldı.
Vurun abalıya!
Bu noktadan sonra devletin taktik değiştirdiğini söyleyebiliriz. ABD’nin Barzani’nin de kulağını çekerek PKK’yi yalıtmaya yönelik birtakım adımlar atacağı beklentisi hâkim olmaya başladı. Dolayısıyla da buna uygun bir yöntem izlenmeliydi. Hükümet, Kürt sorununa ilişkin bir şeyler yapmaya çalıştığı izlenimi yaratıyor, Genelkurmay da MHP-CHP-medya korosu eşliğinde DTP’yi olabildiğince köşeye sıkıştırarak, vebayı gösterip sıtmaya razı etmeye uğraşıyordu. Bunun anlamı DTP’ye yönelik linç kampanyasının dozunun iyice arttırılması ve ABD ile AB “dur” deyinceye kadar Kürt hareketini olabildiğince teslim almaktı.
DTP milletvekili Fatma Kurtulan’a yönelik karalamalarla tırmanmış olan kampanya, Diyarbakır’da yapılan “Demokratik Toplum Kongresi”nde çıkan Sonuç Bildirgesinin, DTP kongresinde de kabul edilmesiyle son noktasına ulaştı. Karalama kampanyası, adeta DTP’nin imha edilmesine yönelik bir sürece dönüştü. DTP’nin düzenlediği demokrasi mitinglerine polis türlü bahanelerle saldırırken, “fahri polis” medyaya göre her miting DTP’nin PKK’nin uzantısı olduğunun bir kanıtıydı. Öcalan’a Kürt halkının önderi denmesi ya da DTP’nin PKK’ye “terörist örgüt” demekten kaçınması yeterli delil kabul ediliyordu! Büyükanıt DTP’nin ismini ağzına bile almak istemediğini beyan ediyor ve Kürtlerin toplumda bir çatışma ortamı yaratmak istediklerini söyleyecek kadar ileri gidebiliyordu. Ankara cumhuriyet başsavcılığı DTP başkanı hakkında “askere gitmemek için sahte çürük raporu aldığı” gerekçesiyle dava açıyor, Diyarbakır başsavcılığı da ABD’deki bir müzik festivalinde Diyarbakır Belediyesi çocuk korosunun güneydeki Kürt yönetiminin milli marşını söylediğini iddia ederek soruşturma başlatıyordu. İş o denli çığırından çıkartılmış ve komediye dönüştürülmüştü ki, bir grup faşist, Irak devlet başkanı Talabani hakkında İstanbul cumhuriyet başsavcılığına suç duyurusunda bulunmuş, ama savcılık “bir başka ülkenin devlet başkanının yargılanamayacağı” gerekçesiyle takipsizlik kararı vermişti. Ancak bu hezeyanın ve saçmalıklar komedyasının tepe noktası, 15 Kasımda açılan DTP’yi kapatma davası oldu.
Kapatma davası, başlı başına bir saçmalıktı ve ilginç gerekçelerle, taleplerle doluydu. Savcılık, özeti “DTP, PKK’nin uzantısıdır” diyebileceğimiz tam 141 nedenden kapatma isteminde bulunmuştu. Savcılığın iddianamesinde hukuki dayanaklardan çok siyasi değerlendirmelerin yer alması, kapatma davasının asıl sebebini de son derece açık bir biçimde ortaya koyuyordu. İddianameye göre DTP’liler, PKK’yi desteklemek suretiyle “şiddeti siyasal amaçlarına ulaşmak için benimsemiş”, takiyye yapan “gizli teröristler”di. Öcalan’ın talimatlarıyla kurulmuş bu parti (bu iddianın dayanağı, bir gazetenin bunu vaktiyle haber yapmış olması ve DTP’den hiçbir yalanlama ya da düzeltme gelmemiş olmasıydı), parti içi muhalefete olanak tanımamış ve adında yer alan “demokratik toplum” ifadesine yakışır davranmamıştı! Bir diğer gerekçe de, partinin kuruluşuna katılmayan (ve bu yüzden muhalif olduğu varsayılan) Hikmet Fidan’ın PKK tarafından gerçekleştirildiği iddia edilen ölüm olayını hiçbir DTP’linin kınamamış olmasıydı. Cenazenin kaldırılması için Diyarbakır belediyesinin cenaze arabası göndermemiş oluşu bile iddianamede yer alabilmişti. İşin vahim yanı, hukuk tarihinde ilk kez, daha yargılama sürerken dahi, üye kayıtlarının dondurulmasının, tüm üye ve yöneticilerin ve seçilmişlerin seçimlere katılmalarının engellenmesinin ve yasaklanmasının istenmesidir. İddianamede, 8’i milletvekili olmak üzere 221 yönetici hakkında ve yaklaşık 150 bin DTP üyesi için asgari 5 yıllık siyaset yasağı isteniyor. İşin abartısını AKP bile anlamış olacak ki Erdoğan, “parlamento dışı kalırlarsa dağa gönderirsiniz” derken, bakan Şahin de “Türkiye’nin siyasi parti mezarlığı görüntüsünden kurtulması gerekir” açıklaması yapmak zorunda kaldı.
Linç kampanyası öylesine kudurgan bir biçimde yürütüldü ki, geriye dönüp baktığımızda, gözaltıların, tutuklamaların ve hak ihlallerinin 1993 yılının bile üzerine çıktığını görüyoruz. Ocak ayından bu yana Kürt basın-yayın organlarına defalarca kapatma cezası verilmiş durumda. Şu anda tüm Kürt gazeteleri yasaklı. İnternet sitelerine erişim engelleniyor. Roj TV’nin kapattırılması için de çabalar sürüyor. 2007’nin sadece ilk beş ayında 500’ün üzerinde DTP’li tutuklanmış, binden fazlası da gözaltına alınmıştı. Gazeteler DTP’yi “vatan haini” ilan etmiş durumda. DTP’nin Kürt sorununa ilişkin siyasi açılımları medyada asla gündeme getirilmiyor ve tartışılmıyor. Sadece yafta yapıştırılıp, damgalanıp, “bunlar zaten bölücü, takiyye yapıyorlar, söyledikleri her şey mutlaka bölücülüğe hizmet ediyordur” yaklaşımıyla dışlanıyorlar.
Öte yandan ortalıkta gizli bir reform paketinin varolduğu söylentileri bolca dolaşmaktadır, ama paketin kendisinden henüz bir haber yoktur. Hükümetin şimdilik tek icraatı, Kürt köylerine helikopterlerle atılan “teslim ol” çağrılı bildirilerdir: “Özgürlüğe giden yol! Karar ver örgütten ayrıl! Yandaki numarayı ara, sevgiyle karşılanacaksın!” Bu yazıların yanında da, teslim olurken gülümseyen itirafçı fotoğrafları yer alıyor. Bu bildiriler neticesinde kaç PKK’li teslim olur bilemeyiz, ama ellerine aldıklarında hepsinin yüzünde bir gülümseme olacağı kesin…
Aynı AKP, 2003 yılında da “PKK terörünün bitirilmesi” maksadıyla benzer bir paket hazırlamıştı. Tıpkı bugün olduğu gibi, af tartışmalarına yol açan Topluma Kazandırma Yasası çıkartılmış ve bununla PKK militanlarının dağdan inmesi hedeflenmişti. Üstelik yine bugünkü tartışmalara benzer şekilde yasa, Köye Dönüş Projesi ve geri kalmış bölgelerdeki yatırımlardan vergi alınmaması gibi önlemlerle desteklenmişti. Dönemin İçişleri Bakanı Aksu, CHP’nin ve MHP’nin itirazları üzerine, bunları psikolojik savaşın bir parçası olarak tarif etmişti. Yine aynı yıl, ABD ve Türk heyetleri, Irak’ta teröre karşı yürütülecek eylem planlarını belirlemek için biraraya geliyor, Bush aynı kararlılıkla “PKK elimine edilecek” diye söz veriyordu. ABD’yle birlikte, örgüte karşı psikolojik savaş yürütülecek, nokta operasyonlar yapılacaktı. Örgütün mali bağlantıları kesilecek, diplomasi hızlandırılacak ve baskı kurulacaktı. Gerisi malumunuz…
Diyeceğimiz odur ki, ne psikolojik savaş yöntemleri ne de sınırötesi operasyonlar, Kürt sorununun çözümünde yol alınmasını sağlayabilir. Görünen o ki, Türkiye burjuvazisinin derdi Kürt sorununu gerçekten çözmek değil, hâlâ Kürtleri kandırarak, çok çok ağızlarına bir parmak bal sürerek, ama daha ziyade onlara acı çektirerek, zulmederek, bir şekilde ulusal hareketi bertaraf etmeye çalışmaktır. TC burjuvazisi açısından Kürtlerin sorunu değil, Kürtlerden kaynaklı bir sorun söz konusudur. Dolayısıyla da yaklaşımlar Kürtleri hizaya getirmek üzerine kuruludur. Ve bu dar kafalı burjuva anlayış sürdükçe Kürt sorununun çözümü mümkün olmayacaktır.
link: Kerem Dağlı, Apoletli Medya İftiharla Sunar - Bir Psikolojik Savaş Klasiği, Aralık 2007, https://marksist.net/node/1678
Burjuvazinin İmhacı Geleneğini Unutma!
Kürt Sorununda Büyüyen Açmaz