Gerek rakibinden iki milyon daha az oy almasına rağmen başkan seçilmesiyle, gerek bir oligarklar ve generaller kabinesi oluşturmasıyla, demokrasi aldatmacasının ve plütokratik sistemin üzerindeki şalı kaldıran Trump, görevi Obama’dan devralarak işbaşı yaptı. Koltuğuna oturur oturmaz seçim kampanyasını dayandırdığı faşizan“vaat”leri yerine getirmeye koyulan Trump, derin bir tarihsel krizin ve üçüncü dünya savaşının göbeğindeki kapitalizmin, emekçi kitlelere baskıdan, hak gasplarından, ırkçılık zehrinden, kanlı savaşlardan ve doğanın kâr uğruna talan edilerek korkunç bir yıkıma sürüklenmesinden başka bir şey veremeyeceğinin canlı tezahürü olarak karşımızda duruyor artık. Elbette sadece o değil. Kapitalizmin içinde bulunduğu tarihsel kriz, tüm dünyada burjuva rejimlerin azgın bir şekilde otoriterleşmesine ve faşist ya da Bonapartist nitelikler taşıyan rejimlerin ve liderlerin giderek çok daha yaygın bir şekilde boy göstermesine yol açıyor.
Bunlardan birisi olan Trump da, o çok eleştirdiği “serveti paylaşmayı reddeden ayrıcalıklı grubun” dışındaymış pozları keserek, “unutulmuş çoğunluğun” sesi olduğu iddiasıyla ortaya çıkmıştır. İşçilerin, işsizlerin, emekçilerin hoşnutsuzluklarını, zenginlere ve kapitalizme duydukları öfke ve tepkiyi istismar ederek bunu faşist demagojik söyleminin malzemesi yapmakta, “Wall Street”e, “kendi zenginliklerinden başka hiçbir şeyi umursamayan ayrıcalıklı kesim”e yüklenmekte ve toplumun ezilen, aşağılanan kesimlerini ülkenin egemeni yapmaktan söz etmektedir. Oysa Amerikan müesses nizamının parçası olduğu halde sözde ona kafa tutarak iktidara gelen Trump, dünyanın en zengin 400 kişisinden biri olarak o “ayrıcalıklılar” kastının tepesinde bulunmaktadır ve kabinesi de tam bir zenginler kulübü niteliğini taşımaktadır. Dünyanın en büyük tekellerinden biri olan Exxon Mobil’in CEO’sunu Dışişleri Bakanı, en büyükfastfood şirketlerinden birinin CEO’sunu Çalışma Bakanı yapmıştır. O Çalışma Bakanı ki, küçük işverenlere zarar verdiğini ve işsizliğe yol açtığını iddia ederek asgari ücretin artmasına karşı olduğunu dile getirmekten çekinmemektedir. Felluce kasaplarından “Kuduz Köpek” lakaplı bir emekli generali Savunma Bakanı, azgın bir özelleştirme savunucusunu Eğitim Bakanı, İslamofobik bir Hıristiyan köktendinciyi CIA başkanı yapanTrump, diğer bakan ve danışmanlarını da benzer özellikler taşıyan kişilerden seçmiştir.
Trump’ın ilk icraatları
Trump başkanlık koltuğuna oturur oturmaz, ayağının tozuyla, anti-demokratik ve işçi düşmanı icraatlara girişti. Obamacare diye anılan sağlık sigortası sisteminin lağvının ilk adımı olarak bir kararname yayınladı. İşçi ve emekçilerin en yakıcı taleplerinden biri olan kamusal genel sağlık sigortasından uzak durmaya devam ederken, ayyuka çıkan sağlık sorununda bir şey yapar görünmek için getirilen, gerçekte sigorta şirketlerini ve ilaç firmalarını zenginleştirmek üzere yapılandırılan Obamacare, bu nedenlerle işçi ve emekçiler tarafından da eleştirilmektedir. Ne var ki Trump ve temsilcisi olduğu Cumhuriyetçi kesimlerin eleştirisi tümüyle sağ uçtandır. Bu kesimler, söz konusu sistemi getiren Obama’yı sosyalistlikle “suç”layacak kadar zıvanadan çıkmış işçi düşmanlarıdır.
Trump için, insan hakları, demokrasi gibi şeyler, bir an önce kurtulunması gereken ayakbağlarıdır. Tam da bu yüzden, yemin töreninin hemen ardından, Beyaz Saray’ın internet sitesinden insan haklarıyla ilgili sayfa kaldırılmıştır. Yerine koyulan sayfada ise, faşizan bir dille, güvenlik toplumu adı altında polis devleti savunulmaktadır:
“Her Amerikalının en temel haklarından biri güvenli bir toplumda yaşamaktır. Trump Yönetimi, işlerini yapmaları ve sokaklarımızı suç ve şiddetten arındırmaları için güvenlik görevlilerimizi güçlendirecektir. Başkan Trump üniformalı kadın ve erkeklerimizi onurlandıracak ve halkı koruma görevlerini destekleyecektir. Amerika’daki polis karşıtı tehlikeli atmosfer yanlıştır. Trump Yönetimi buna son verecektir. … Ülkemizin daha fazla güvenliğe, daha fazla birbirine kenetlenmeye ve daha etkin polis gücüne ihtiyacı var. Bizim işimiz isyancılar, yağmacılar ya da azılı bozgunculara daha rahat bir hayat sağlamak değildir…”
Bir başka sayfa ise “Ordumuzu yeniden güçlü kılalım” başlığını taşımakta ve burada da aynı şekilde militarizmin tırmandırılacağı mesajı verilmektedir.
Trump, icraatlarıyla ve konuşmalarıyla ırk ayrımcılığını ve yabancı düşmanlığını körüklemeye devam etmektedir. Koltuğuna oturduğu ilk hafta, İran, Irak, Suriye, Yemen, Libya, Sudan ve Somali’den gelenlerin vizelerinin askıya alınmasını, kayıtdışı göçmenlerin sınırdışı edilmesini ve Meksika sınırına duvar örülmesini öngören bir kararname imzalamış, Beyaz Saray’ın internet sitesinden İspanyolca (35 milyon Amerikalının konuştuğu bir dil) bölümünü kaldırtmıştır. Keza 11 Eylülü “Ulusal Yurtseverlik Günü” ilan ederek, milliyetçiliği azdırma çabalarına bir yenisini eklemiştir.
Bir televizyon kanalında yaptığı söyleşide, işkencenin işe yaradığını ve CIA ve Savunma Bakanlığı isterse yasaklanan işkence yöntemleri üzerindeki yasakları kaldıracağını, 11 Eylül’den sonra CIA’in çeşitli yerlerde açtığı ve bu durum ortaya çıktıktan sonra yükselen tepkiler üzerine kapatılan gizli işkence merkezlerini de yeniden açacağını söylemekten de çekinmemiştir. Trump’ın bu faşizan pervasızlığı, sadece Amerikan halkını değil tüm dünya halklarını bekleyen büyük tehlikenin aleni bir işaretidir.
İsrail-Filistin meselesine yaklaşımı da bunun somut bir örneğini oluşturmaktadır. ABD büyükelçiliğini Tel Aviv’den Kudüs’e taşımaktan söz ederek İsrail’in Kudüs üzerindeki iddialarına güç veren Trump, Filistin halkının kadim topraklarının kalan bir avuç kısmını da ellerinden alması konusunda Siyonist devlete açık çek sunmaktadır.
Trump yönetimi insanlık düşmanlığını doğa düşmanlığıyla pekiştirmektedir. İklim Eylem Planı vb. Trump’a göre enerji endüstrisinin önünde büyük engel oluşturan zararlı ve lüzumsuz politikalardır. Bu yüzden bunların en kısa sürede lağvedileceği söylenmektedir ve şimdiden iklim değişikliğiyle ilgili tüm yayınlar Beyaz Saray’ın internet sitesinden kaldırılmıştır. Amerikan yerlilerinin yaşadıkları bölgelerden geçen, su kaynaklarına zarar verdiği için büyük tepkilere neden olan ve bu yüzden de geçtiğimiz aylarda iptal edilmek zorunda kalınan Dakota ve Keystone petrol boru hattı projeleri Trump’ın ilk icraatlarından biri olarak yeniden onaylanmıştır. Karbon salımını arttırarak küresel ısınmayı hızlandıran fosil yakıt kullanımını sınırlamak bir yana, kömüre, kaya gazı ve petrolüne ağırlık verilmesi Trump yönetiminin enerji politikasının temel ayaklarından birini oluşturmaktadır.
Emperyalizm, geldiği aşamada, şimdiye dek görülmedik ölçüde bir akıldışılığı egemen kılarken, insanlık, gerçekten de bir avuç denebilecek azınlığın kâr uğruna tüm gezegenin yıkıma sürüklenmesi gerçeğiyle yüz yüze. Dünyanın en zengin 8 kişisinin en yoksul 3,5 milyar insanın sahip olduğu toplam varlıktan (409 milyar dolar) daha büyük bir servete (426 milyar dolar) sahip olması, bu akıldışılığın en çarpıcı göstergelerinden biridir. Bu “en zengin”lerin büyük bir bölümünün Amerikalı olması ise, ABD’nin bu tahakkümde ne derece önemli bir rol oynadığını göstermektedir. İşte gerek Trump, gerekse kabinesindeki diğer asalaklar, bu tahakkümün çıplak sembolleri olarak işbaşındadırlar ve hep vurgulayageldiğimiz gibi, içinden geçtiğimiz dönemde bu tip adamların işbaşına gelmeleri bir tesadüf değildir.
Amerika’yı yeniden büyük yapmak!
Kapitalizmin içinde bulunduğu tarihsel kriz, sistemin tüm ekonomik ve siyasi dengelerini yerinden oynatırken, ciddi bir hegemonya krizini de beraberinde getirmektedir. İkinci Dünya Savaşını takip eden dönemde emperyalizmin hegemon gücü olarak öne çıkan ABD, SSCB’nin yıkılmasının ardından, dünyanın tek süper gücü olarak hegemonyasını çok daha rahat bir şekilde devam ettirebileceğini düşünüyordu. Ancak işler hiç de ABD emperyalizminin hayal ettiği gibi yürümedi ve bir zamanlar “üzerinde güneş batmayan imparatorluk” olarak anılan İngiltere’den gasp ettiği tahtı ciddi bir şekilde sallanmaya başladı.
1945’te dünyanın toplam gelirinden %50 pay alan ABD, bugün %25’in altına düşmüş bulunuyor. Asya’dan Afrika’ya büyük bir atılım yaparak emperyalist bir güç konumuna yükselen Çin, ekonomik büyüklüğüyle ABD’yi geçmeye hazırlanıyor. 1,5 milyar nüfusa sahip olan bu dev, dünyanın en büyük üretim merkezine dönüşmesinin yanı sıra, Asya’dan Afrika’ya geniş bir alanda siyasi nüfuzunu da arttırarak ABD için dişli bir rakibe dönüşmüş bulunuyor. Keza Rusya da, çöküşün getirdiği yıkımın ardından toparlanarak, dünyanın en önemli enerji kaynaklarının üzerinde yer aldığı Asya ve Ortadoğu bölgesinde ciddi bir rakip haline gelmiş durumda. Tüm bunlar, yaşanan tarihsel krizle de birleştiğinde, ABD’nin sarsılan hegemonyasını yeniden eski konumuna getirmek için egemen sınıfın elinde savaş silahından başka bir araçkalmıyor. Şoven bir milliyetçilikle yoğrulan “Amerika’yı yeniden büyük yap” söylemi de, yürüyen hegemonya savaşının çok daha kanlı ve yıkıcı biçimler alarak devam edeceği önümüzdeki döneme, savaşçı, ırkçı politikaların daha azgın biçimde damgasını basacağına işaret etmektedir.
90’larda “demokrasi, barış, özgürlük” gibi yalanlarla ambalajlanan “yeni dünya düzeni”, artık açıktan izolasyonist, faşizan, ırkçı, savaşçı söylem ve politikalarla cicili bicili ambalajından sıyrılmış bir emperyalizm olarak kendini göstermektedir. “Amerikan malı al, Amerikalı çalıştır” söylemiyle izolasyonizmi ve milliyetçiliği tırmandıran bir ABD ve yıldızları birer birer dökülüp sönen AB gerçeği, yirmi yıl boyunca burjuva mahfillerce tartışmasız doğru olarak pompalanan globalizm ideolojisine de bir tekme daha indirmiş bulunmaktadır. ABD Trump’la yürümeye başlarken, AB’nin iki temel direğinden biri olan Fransa’da, faşist Le Pen, “AB’nin öldüğünü ama bunun farkında olmadığını” ilan etmektedir. İngiltere bu cesedi terk etme rampasına giren ilk ülke olmuştur ve önümüzdeki dönemde onu başkalarının da takip etmesi şaşırtıcı olmayacaktır.
Trump’ın Trans-Pasifik Ortaklığı (TPP) anlaşmasından çekilme ve NAFTA’yı (Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması) gözden geçirme kararı da mevcut kriz koşullarından bağımsız değerlendirilemez. Şimdiye dek ABD sermayesinin tahakkümüne yol açacağı gerekçesiyle bu anlaşmalara taraf olan diğer ülkelerde kimi durumlarda milliyetçi tepkilere neden olan TPP ve NAFTA gibi serbest ticaret anlaşmalarının bizzat ABD başkanı tarafından feshedilmesi kimilerine bir çelişki gibi görünebilir. Ancak çelişkili olan, tepkileri kapitalizm yerine onun bu tür sonuçlarına yönelten küçük-burjuva zihniyettir. Mücadelenin odağına kapitalizmi değil, neoliberalizmi, serbest ticareti vb. koyarak milliyetçi ve izolasyonist bir karşı çıkış hattı örenler, bugün Trump’ın attığı adımlar karşısında şaşkınlık geçirebilmektedir. Oysa Trump, Amerika’da fabrikaların kapanmasının, işçilerin işsiz kalmasının, ücretlerinin düşmesinin sorumlusunun, serbest ticaretten faydalanan diğer ülkelerin işçileri ve göçmen işçiler olduğunu söyleyip, işçileri milliyetçilik temelinde birbirine düşman ederek, gerçek sorumluyu gizlemeye ve sermayenin gemisini sorunsuzca yürütmeye çalışmaktan başka bir şey yapmamaktadır.
Trump atacağı adımlarla Amerika’yı yeniden eski kudretine kavuşturacağını söylerken, emekçi kitlelerin zihninde, işin, aşın ve geleceğin garanti altında göründüğü 1945 sonrası yükseliş döneminin anılarını canlandırmaktadır. 25 milyon iş yaratacağını, emekçilerin toplam gelirden alacakları payı arttıracağını söyleyerek, yarattığı yanılsamalarla onları paralize etmeye çalışmaktadır. Oysa Keynesyen politikalarla devreye giren burjuva devlet belli bir miktar yeni iş alanı yaratabilse de, tarihsel bir kriz sarmalı içindeki kapitalizmin bu vaatleri yerine getirme potansiyeli çoktan tükenmiştir. Üstelik işsizliğin belli bir miktar aşağı çekilmesi, işsiz işçilere yaşanabilir bir ücret ve güvenceli işler sağlanarak olmayacaktır. Çeşitli kamusal programlarla yarı-zamanlı, geçici işler yaratılarak işsizlik kâğıt üzerinde azaltılmış görünecek, fakat işçi ve emekçi sınıfların yaygın sefaleti ve kronikleşen işsizlik sorunu baki kalmaya devam edecektir.
Trump, işsizliğin nedeni olarak, ABD sermayesinin diğer ülkelere kaymasını göstermekte ve yurtdışındaki sermaye yatırımlarını geri dönmeye zorlayarak bu sorunu çözeceğini iddia etmektedir. Oysa sermayeyi işgücünün ve diğer üretim faktörlerinin daha ucuz olduğu yerlere yönelmekten alıkoymaya çalışmak kapitalizmin genel eğilimine ters bir çabayken, Amerikan işçi sınıfının karşı karşıya olduğu işsizliğin sebebi sadece ucuz işgücü nedeniyle yatırımların Meksika’ya, Çin’e vs. kayması değildir. Kapitalizm, hızla gelişen teknoloji nedeniyle de işçiyi işinden etmekte, eskiden binlerce işçinin çalıştığı fabrikalarda artık birkaç yüz işçiyle çok daha büyük miktarlarda üretim yapılmaktadır.
Aynı şekilde, sermayenin üretici yatırımlardan ziyade finans oyunları alanına daha fazla kayarak kısa yoldan para kazanmaya yönelmesi de, Trump’ın iddialarının aksine, tepeden emirlerle önüne geçilebilecek bir durum değildir. Bu kapitalizmin, Marx’ın net bir şekilde altını çizdiği gerçekliğidir. Kapitalizm, sermaye sahiplerinin işçilere iş yaratmak ya da toplumsal ihtiyaçları karşılamak için değil, kâr için üretim yaptıkları bir sistemdir. Hiçbir kapitalist toplumsal çıkarlar uğruna kârsız gördüğü bir alana yatırım yapmaz. Üstelik kriz dönemlerinde, kendine sığınacak güvenli limanlar arayarak, yatırım yapmaktan köşe bucak kaçar. Sermayenin kâr güdüsünü hiçbir güç dizginleyemez. Bu güdü ancak sermaye düzeniyle birlikte ortadan kalkabilir.
Çelişkiler keskinleşiyor
Böylesine çalkantılı dönemlerde doğal olarak egemen sınıf içindeki çatlaklar da derinleşiyor. Son bir yıllık süreçte ABD’de yaşananlar bunun tipik bir göstergesidir. İstihbarat örgütlerinin, Pentagon’un ve diğer devlet kurumlarının içindeki yarılmalar, savaşlar, şimdiye dek görülmedik ölçüde şiddetlenmiş, ancak Trump tüm karşı koyuşlara meydan okuyarak başkanlık koltuğuna oturmuştur. Elbette bu söz konusu çatışmanın bittiği anlamına gelmemektedir. Aksine, atmaya başladığı adımlar, sadece işçi sınıfıyla sermaye arasındaki değil, sermayenin kendi içindeki çelişkileri de keskinleştirecek bir nitelik taşımaktadır. Egemen sınıfın bir kesimi, kafasının dikine giden Trump’ın sonuçları öngörülemez politikalarıyla ve belirli sermaye kesimlerinin kısmi çıkarları uğruna bütünün çıkarlarını gözardı edecek adımlarıyla sistemi bu kritik süreçte iyice istikrarsızlaştıracağından ve tepkileri büyüterek sisteme yönelik tehditleri güçlendireceğinden endişe duymaktadır. Ne var ki, sistem krizinin derinleştirdiği emek-sermaye çelişkisi ve bundan doğacak potansiyel tehlikelerden duyduğu korku, muhalif burjuva kesimleri de bekle-gör politikasına itmektedir.
Üretimi anarşik bir faaliyete indirgeyen ve zenginliği asalak bir azınlığın elinde toplayıp, üretenleri işsizliğe, düşük ücretlere ve nihayetinde sefalete iten bu sistem, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet deli gömleğiyle %99’u uçuruma sürüklemektedir. Bu durum, dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi ABD’de de toplumsal hareketleri tetiklemekte, en küçük bir kıvılcım, beklenmedik bir şekilde milyonların ayağa kalkmasına yol açabilmektedir.
Trump yemin törenini beklediği kalabalıklarla gerçekleştirememekle kalmayıp, o haftasonunun ABD tarihindeki en geniş katılımlı protesto gösterilerine sahne olması da içinden geçtiğimiz dönemin karakterine uygun bir gelişme olmuştur. Başta Washington, New York, Los Angeles, Chicago, Boston olmak üzere 500’den fazla kent ve kasabada gerçekleştirilen “Kadın Yürüyüşleri”ne, aralarında ünlü sanatçıların, politikacıların, aydınların da olduğu 4 milyondan fazla Amerikalı katılmıştır. İngiltere, Kuzey İrlanda, Meksika, Fransa, Almanya, Avustralya, Japonya’nın da aralarında bulunduğu çok sayıda ülkede de yüz binler Trump’ı protesto etmiştir.
Yedi ülkenin vatandaşlarının daha önce vize almış olsalar dahi ABD’ye girişini yasaklayan kararnamenin uygulanmaya başlanmasından sonra da çeşitli protestolar gerçekleştirilmiş ve bunun özellikle havaalanlarında bir kriz durumu yaratmasının ardından Federal Mahkeme Trump’ın bu kararını geçici olarak askıya almak zorunda kalmıştır. Faşist söylemlerle kadınlara, LGBT’lere, göçmenlere, Müslümanlara, işçi haklarına, demokratik haklara pervasızca saldıran Trump’ın icraatları ve savaş politikalarının, önümüzdeki dönemde sadece ABD’de değil dünya çapında çok daha kitlesel bir tepkiyi ateşleme potansiyeli taşıdığına şüphe yoktur.
Bu noktada, mesele dönüp dolaşıp, kitlelerin haklı tepkilerini doğru bir bakış açısıyla gerçek soruna, kapitalizme yöneltecek bir devrimci önderlik sorununda düğümlenmektedir. Son protesto örneklerinde de görüldüğü üzere, düzen güçleri, medyadan akademiye, siyasi partilere, ellerindeki tüm olanakları seferber ederek, kitlelerin tepkisini yanlış yerlere kanalize ederek sönümlendirmeye çalışıyorlar. Bunlar, Trump’ın yerine Clinton’un ya da bir başka düzen aktörünün geçmesiyle sorunun halledileceği yanılsamasını yayıyorlar. Oysa mesele kişiler ya da onların izlediği politikalar değil başlı başına bir sistem sorunudur. Kapitalist sistem, bir burjuva liderin yerine daha “demokrat” bir başkasının getirilmesiyle, kısmi dokunuşlarla, reformlarla, vergi düzenlemeleriyle vb. iyileştirilemez. O köklü bir devrimle temellerinden yıkılmak zorundadır. İşçi ve emekçi kitleler bunu bizzat yaşayarak göreceklerdir; ayağa kalkarak, düşerek, yenilerek, ama sonrasında tazelenmiş bir güçle ve gözü açılmış bir şekilde yeniden kavgaya atılarak... Ve yarım bıraktıkları işi devrimci önderliklerinin yol göstericiliğinde nihayetinde tamamlayacaklardır.
Alabildiğine keskinleşen çelişkilerin yarattığı gerilimlerle yüklü, köhne kapitalizm treni raydan çıkmıştır. Efendileri çaresiz bir şekilde bir oraya bir buraya saldırsalar da bu trenin eninde sonunda devrileceği açıktır. Belli olmayan ancak bunun tam zamanı ve aradaki süre boyunca yaratacağı tahribat olabilir.
link: İlkay Meriç, Trump’la İcraatın İçinden, 30 Ocak 2017, https://marksist.net/node/5475
Gecenin Karanlığından Başka Karanlık Kalmayacak!
Totaliter Diktatörlüğe HAYIR!