Tunus’ta başlayıp Mısır’a sıçrayan halk isyanları, günler süren kitlesel gösterilerin ardından Bin Ali ve Mübarek’in iktidardan alaşağı edilmesiyle önemli bir dönemeç noktasına geldiler. Tunuslu emekçiler, ordunun desteklediği ve eski rejimin unsurlarından oluşan bir geçici hükümet eşliğinde seçimlere gitmeyi ve yeni bir anayasanın hazırlanmasını beklemeye itilmiş durumdalar. Mısır’da ise Mübarek rejiminin temel direklerinden olan ordu, kurtarıcı havalarında yönetime el koymuş ve kitlelere kendi kontrolünde bir geçiş sürecini dayatmış bulunuyor. Sağlı sollu çeşitli burjuva muhalefet kesimlerinin de desteğiyle ilerleyen bu sürecin nasıl bir seyir izleyeceğiyse henüz belli değil. Ancak şurası unutulmamalıdır ki, askeri darbelerle işbaşına gelen diktatörler önderliğindeki totaliter rejimlerin tarihsel bir gelenek oluşturduğu bu coğrafyada, ordu her daim siyasi iktidarın en güçlü parçası olmuştur ve iktidarını sarsacak muhalif hareketlere önümüzdeki süreçte nasıl yaklaşacağı da merak konusudur.
Mısır gerek Kuzey Afrika gerekse Ortadoğu açısından, pek çok bakımdan kilit önemde bir ülkedir. Bu ülkedeki ordu destekli burjuva iktidar, 1970’lerden bu yana ABD emperyalizminin bölgedeki en önemli müttefiklerinden biridir. Bölge ülkeleri arasında kapitalizmin gelişmişlik düzeyi bakımından sivrilen Mısır’ın, gelişkin bir işçi sınıfına sahip bulunması ve bu sınıfın son yıllarda belirgin bir hareketlilik içinde olması ise onu devrimci potansiyelleriyle ön plana çıkarmaktadır. Ne var ki Mısır işçi sınıfı, son yıllarda yükseliş gösteren tüm dinamizmine rağmen, gerek sendikal gerekse siyasal olarak alabildiğine örgütsüz durumdadır. Ordunun rolü ve siyasal yapılanmaların mevcut durumu dikkate alındığında, bunun devrimci durumların proleter devrimle taçlanması açısından hayati öneme sahip bir eksiklik olduğu çırılçıplak ortadadır.
Mısır’da Mübarek rejimine karşı gelişen kitle hareketinin yüz yüze olduğu tehlikeleri değerlendirmek açısından, bu ülkenin bugününü de etkileyen siyasal geçmişine göz atmanın yararlı olacağını düşünüyoruz.
1923-1952: Monarşi dönemi ve İhvan
1922’de İngiliz himayesinden çıkan Mısır, 1923’ten itibaren meşruti monarşi haline gelmişti. Ancak bu, ipleri İngiltere’nin elinde olan kukla bir krallıktı. Bu durum gerek İngiltere’ye gerekse bu kukla yönetime karşı halkta giderek büyüyen bir tepkiye yol açıyordu. Bu tepkiyi rejim muhalifi bir harekete dönüştürmek üzere örgütlenen siyasi oluşumların başını ise Müslüman Kardeşler (İhvan-ı Müslimin) çekecekti.
1928’de, 23 yaşında genç bir öğretmen olan Hasan el-Benna önderliğindeki 6 kişi tarafından kurulan ve kısaca İhvan olarak anılan Müslüman Kardeşler, 1930’lu ve 40’lı yıllarda hızla büyüyerek İslamcı bir siyasal harekete dönüşmüştü. İhvan ilk başlarda eğitimli küçük-burjuvazinin ve üniversite öğrencilerinin ağırlıkta olduğu bir yapıydı. El-Benna, bir yandan İslamla milliyetçiliğin birbirini tamamladığını ileri süren, ancak öte yandan İslamın coğrafi sınır tanımadığını ve ümmetçi olduğunu vurgulayan bir pan-İslamizm kuramı eşliğinde, Müslüman toprakların bağımsızlığını ve İslami bir düzeni savunuyordu. Yaşanan tüm sorunların ilacı olarak, laik ve Batılı düşüncenin ve kültürün etkilerinden arınmış, şeriatın tam uygulandığı bir İslami devlet ve toplum modelinin hayata geçirilmesi gerektiğini ileri sürüyordu.
Toplumsal dönüşümün aşamalı reformlar aracılığıyla gerçekleştirilmesini öngören İhvan, bunun için yaygın bir yazılı ve sözlü propaganda eşliğinde kitlelere ulaşmayı hedefliyordu. Propaganda aracı olarak kullanılan kitap, gazete ve dergilerin yanı sıra, hastaneler, okullar, yardım kuruluşları, dernekler, finans kuruluşları vb. de bu amaca hizmet etmek üzere başvurulan yaygın araçlardı. Yoksullukla boğuşan halkın eğitim, sağlık gibi olanaklardan alabildiğine yoksun olduğu ülkede, bu yardımlaşma ve dayanışma kurumları büyük bir ilgiyle karşılanacak ve bir cemaat örgütlenmesi olarak görülen İhvan hareketinin etki alanı giderek büyüyecekti. El-Benna’ya göre, bu tür araçlarla İslami bir toplumun prototipi oluşturulacak ve İhvan’ın savunduğu fikirler geniş kitleler tarafından benimsenip uygulamaya geçirildiğinde toplumsal dönüşüm de sağlanmış olacaktı. İlerleyen süreçte, barışçıl ve reformist söylem, yerini daha militan bir dile bırakacaktı. Örgüte bağlı askeri bir kanadın oluşturulması gerektiği, şiddet kullanmaya mecbur olunduğu takdirde ya da iktidarı ele geçirme noktasında şiddete başvurulabileceği söylenmeye başlanacaktı. Ancak bunda, düzen dışı arayışlara giren daha radikal unsurların kaybedilmemesi çabası da önemli bir rol oynamıştı.
İhvan’ın politik bir parti olmadığını ve politik partilerin toplumu ve politik yaşamı çürüttüğünü savunan el-Benna, 1940’larda, krala tüm politik partileri yasaklaması çağrısında bulunuyordu. Ona göre, devlet başkanının ümmet tarafından seçildiği ve ümmetin kendi seçtiği temsilciler aracılığıyla siyasal işleyişe katıldığı İslami sistem zaten demokratik bir sistem olacaktı ve partilere gerek olmayacaktı.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında İhvan’ın söyleminin önemli bir bölümünü anti-komünist propaganda oluşturacaktı. İhvan bu konuda rejimin egemen unsurlarıyla hemfikirdi ve rejim tarafından komünizme karşı mücadelede kullanılmaya çalışılıyordu. İhvan, milliyetçi-liberal bir parti olan Vafd ile birlikte iki temel muhalefet örgütünden biri haline gelmişti. Meşruti krallık rejiminin İngiliz işbirlikçiliği, halkta büyük bir öfke birikimine yol açarken, bu iki muhalefet örgütü, rejim karşıtı kitlesel milliyetçi gösteriler ve grevler örgütlüyordu.
1948-49 Arap-İsrail Savaşında militanları Filistin’de fiilen savaşan, gerilla taktiklerini öğrenen, muhalif söylemi iyice sivrilen ve toplumsal desteği sıçramalı bir şekilde artan İhvan’ın faaliyetleri, ilan edilen sıkıyönetimle birlikte yasaklandı ve bunun ardından örgüt yeraltına indi. Bu yasak kararını veren dönemin başbakanı Nukraşi Paşa, 1948 yılı sonlarında İhvan üyesi bir genç tarafından öldürüldü. Bu suikast ve şiddet eylemleri el-Benna tarafından kınanmasına rağmen, yaklaşık iki ay sonra, Şubat 1949’da, Hasan el-Benna devletin organize ettiği bir suikastle öldürüldü. Binlerce İhvan üyesiyse tutuklandı. Bu sırada İhvan’ın üye sayısı 1 milyona, şube sayısı 1500’e yaklaşmıştı. Suriye, Sudan ve Ürdün’de de şubelere kavuşan hareket, kısa süre içinde İran, Pakistan, Endonezya, Malezya gibi Arap olmayan İslam ülkelerinde de önemli bir güce ulaşacaktı.
El-Benna’nın öldürülmesinin ardından yerine deneyimli bir yargıç olan ve şiddete keskin bir dille karşı çıkan Hasan İsmail el-Hudeybi geçti. Ancak lider kadroda fikir ayrılıkları baş göstermekte gecikmeyecekti. 1950’de Vafd partisi yeniden hükümete girerken sıkıyönetim kaldırıldı ve İhvan tekrar yasal hale geldi. Bu arada halkta işbirlikçi monarşiye karşı öfke giderek büyüyordu. Bu öfke kendini kitlesel eylemlerle ve protesto gösterileriyle de dışa vuruyordu. 1952 yılına gelindiğinde bu eylemler iyice yayılmaya başlamıştı. Benzer bir tepki, Arap-İsrail savaşından itibaren ordu içindeki milliyetçi genç subaylar arasında da yükselmişti. Başlarını Cemal Abdülnâsır ve Enver Sedat’ın çektiği bu subaylar, 1949 yılında, gizli bir oluşum olan Hür Subaylar örgütünü kurmuşlardı. Arap-İsrail Savaşı sırasında önemli bir güç kazanmış olan Hür Subaylar örgütünün üyeleri arasında İhvancı subaylar da vardı. Yükselen kitle hareketini arkasına alan Hür Subaylar, izlediği işbirlikçi çizgiden dolayı eleştirdikleri ve İsrail yenilgisinden sorumlu tuttukları Kral Faruk’u 1952 Temmuzunda gerçekleştirdikleri bir darbeyle devirdiler. Monarşinin yıkılışı tüm Mısırlılar tarafından coşkuyla karşılanmış ve İhvan da bunu desteklemişti.
1952-1970: Nâsır dönemi
O sırada yarbay olan Cemal Abdülnâsır’ın asıl lider olmakla birlikte geri planda durduğu ve general Necip’in başkanlığını yaptığı yeni hükümet, tüm politik partileri feshederken, dinsel bir cemaat olduğu gerekçesiyle bir süreliğine İhvan’a dokunmayacaktı. General Necip’in kısa süreli başbakanlığı döneminden sonra başbakanlık koltuğuna oturan Nâsır, popülist politikalara hız vererek tek adam olarak sivrilecekti. Bu dönemde SSCB ile ilişkiler güçlendirilmiş ve Mısır Bağlantısızlar Grubu'na dahil olmuştu.
1956’da Süveyş Kanalının millileştirilmesinin ardından Fransa, İngiltere ve İsrail’in saldırısıyla karşılaşan Mısır, kısa süreli bir savaşın ardından Kanalın egemenliğini ele geçirdi. Bütün bunlar Nâsır’ın itibarını tüm Arap âleminde daha da pekiştirecekti. 1956’da cumhurbaşkanı seçilen ve tüm Arapların tek bir devlet altında birleşmesini savunan Nâsır, 1958 yılında Suriye ile Mısır’ın birleşerek Birleşik Arap Cumhuriyetini kurmasına öncülük etti. Fakat bu birleşik devlet 1961’de dağılarak son buldu.
Mısır’da 1961’de toprak mülkiyeti sınırlanırken, büyük toprak sahiplerinin el konulan topraklarının üçte biri tarım kooperatiflerine dönüştürüldü, üçte ikisi ise az topraklı köylülere dağıtıldı. Bu arada SSCB’nin desteğini de alan Nâsır’ın sosyalizan söylemi hız kazanmış, mülk sahiplerine ağır vergiler getirilmiş, millileştirme ve devletleştirme dalgası eşliğinde büyük bir kalkınma hamlesi başlatılmıştı. Nâsır’ın Milli Birlik Partisinin adı Arap Sosyalist Birliği’ne dönüştürülürken, her türlü muhalefet de bastırılmıştı. Nâsır’ın bir Bonapart olarak sivrildiği bu tek parti diktatörlüğünde, sosyalizm kılıfı altında bir devlet kapitalizmi hayata geçirilecek ve burjuvazi güçlendirilecekti.
Nâsır, Arap devriminin ve mücadelesinin üç temel amacını “sosyalizm, birlik ve özgürlük” olarak ortaya koyuyordu. Bu üç tema, ideologluğunu Nâsır’ın yaptığı “Arap sosyalizmi”nin temel şiarlarını oluşturuyordu. Bizzat Nâsır tarafından Marksizmden ve materyalizmden ayrılığının önemle altı çizildiği bu “sosyalizm” anlayışı, İslama yönelik sıcak vurgularıyla halkın sempatisini güçlü kılmayı hedefliyordu ve bunu büyük ölçüde de başaracaktı. Kapitalizm ve komünizm dışında üçüncü bir yol, kapitalist olmayan bir yol olarak tarif edilen Arap sosyalizminin özel mülkiyetin varlığıyla herhangi bir problemi yoktu. Şöyle diyordu Nâsır: “Biz özel mülkiyete değil, sömürüye karşıyız. Eğer özel mülkiyete karşı olsaydık ona derhal el koyar ve tazminat da ödemezdik, özel mülkiyeti yasaklardık. Fakat biz özel mülkiyetin toplumsal bir işlevi olduğunu söylüyoruz. Özel mülkiyet, ancak sömürüye yöneldiği zaman bu işlevin ötesine geçmiş olur.”[1]
Demagojik söylemlerle donatılan bu anlayış kısa süre içinde tüm bölgede büyük bir ilgiyle karşılandı. Sosyalizmi, tepedeki bir devlet partisinin işçi sınıfının hiçbir dahli olmaksızın uygulayacağı bir kalkınma stratejisi olarak gösteren ve yücelten bu melez ideoloji, 50’li yıllardan itibaren Suriye ve Irak’taki Baas rejimleri de dahil olmak üzere geniş bir etki alanına kavuşacaktı. Mısır Komünist Partisi ise kendini feshederek Nâsır’ın Sosyalist Birliğine katılacaktı. Bu adım, hatırı sayılır bir gücü olan KP’nin Mısır tarihinden silinmesini de beraberinde getirecekti.
Bu dönemde Müslüman Kardeşler de yoğun bir baskıyla karşı karşıya kalmışlardı. Geriye dönecek olursak, Hür Subaylar’ın gerçekleştirdiği darbeyi alkışla karşılayan İhvan, kısa süre sonra yeni oluşturulan anayasanın Kuran temelinde bir anayasa olması yolundaki talebi reddedilince hükümet karşıtı bir tutum takınmaya başlamış ve yeni hükümetin İslam karşıtı olduğu söylemiyle muhalefetini arttırmıştı. El-Benna’nın ardından liderlik koltuğuna geçen Hubeydi, daha önce de belirttiğimiz gibi, uzlaşmacı bir çizgi izlese de, hükümeti çeşitli politikaları yüzünden eleştiriyordu. Hubeydi’nin bir süre önce feshettiği gizli askeri örgüte bağlı bir İhvan üyesinin 1954 Ekiminde Nâsır’a suikast düzenlemesi, rejim açısından bardağı taşıran son damla oldu. İhvan yasaklanırken, 6 lideri asıldı, Hubeydi ömür boyu hapisle cezalandırıldı, binlerce üyesi tutuklandı, binlercesiyse Suriye, Lübnan, Ürdün ve Suudi Arabistan’a sürgün edildi.
Dışarıda kalan İhvan üyeleri uzun süre yeraltı faaliyeti yürüttüler. Hapiste bulunan fakat içerdeyken yazdığı yazılar ve kitaplarla görüşleri hızla yayılan Seyyid Kutub’un ünüyse iyice yayılmıştı. İhvan’ın en önemli ideologlarından biri olan Kutub’un radikal fikirleri özellikle genç kadrolara esin veriyordu. 1964’te ilan edilen genel afla İhvan üyeleri serbest bırakılırken, örgütle Nâsır arasında kısa süreli bir yakınlaşma dönemi yaşanacaktı. Bu noktada Nâsır’ın asıl amacı, ülkede yükselen komünist harekete karşı İhvan’ı yanına çekebilmekti. Ancak bu bahar fazla uzun sürmeyecekti. 1965 yazında İhvan, Nâsır’a yönelik suikast planlarının açığa çıkarıldığı söylenerek yeni bir operasyon dalgasına maruz kalacaktı. Yüzlerce kişi tutuklanırken, aralarında Seyyid Kutub’un da bulunduğu üç örgüt lideri ölüm cezasına çarptırılacak ve idam edilecekti.
1970-1981: Enver Sedat dönemi
Nâsır 1970’te öldükten sonra başa geçen Enver Sedat kısa süre içinde politika değişikliğine giderek özel sektörü canlandırmış ve SSCB’yle yapılan askeri ve ekonomik işbirliği anlaşmalarını feshederek Mısır’ı ABD’nin bölgedeki yakın ortaklarından biri haline getirmişti. Burjuvazinin alabildiğine palazlandığı bu dönemin yükselen değeri “Arap sosyalizmi” değil, serbest piyasa ekonomisiydi! İhvan da bu değişime fazlasıyla uyum gösterecekti. Sedat döneminde hapisteki İslamcılar serbest bırakılıp İhvan’a yönelik baskılar önemli ölçüde azalırken, asıl düşman sosyalizm olacaktı.
1976’da, Nâsır’ın kurduğu Arap Sosyalist Birliği içinde üç kürsü oluşturuldu ve bir yıl sonra bunlar ayrı partilere dönüştürüldü. Bunlardan ikisi bugün de varlığını sürdürmektedir: Mısır Sosyalist Arap Partisi ve Ulusal İlerici Birlik Partisi (Tagammu). 1978’de kurulan Ulusal Demokratik Partinin (UDP) başkanı ise bizzat Enver Sedat olacaktı.[2] 1979’da yapılan seçimlerde, devlet partisi niteliğindeki UDP parlamentonun yüzde 90’ına hâkim oldu. Anayasada cumhurbaşkanının üst üste iki dönemden fazla seçilmesini yasaklayan maddenin de kaldırılmasıyla Sedat’a ömür boyu başkanlık yolu açıldı. Ne var ki bunun meyvesini yemek Sedat’a değil Mübarek’e nasip olacaktı!
Komünist solu yok etmek için İslami söylemin önemli bir araç olarak kullanıldığı bu dönemde Sedat yönetimi İhvan’a alabildiğine toleranslı davranacaktı. 1981 Anayasasına, “şeriat tüm yasaların temel kaynağıdır” maddesi eklenecek, ancak, dini temellere dayanan partileri yasaklayan partiler kanunu gereğince, İhvan’ın yasal parti kurmasına izin verilmeyecekti. Bununla birlikte İhvan bir cemaat örgütü olarak kabul görmeye devam edecekti. İhvan’ın 1976’da yayınlamaya başladığı Dava (davet) adlı aylık yayının tirajı 100 bine çıkacaktı.
70’lere gelinceye kadar, İhvan’ın seslendiği taban esas olarak kentli ve eğitimli küçük-burjuvaziydi. Ancak 70’li yıllarda IMF ve Dünya Bankası politikalarıyla yüz yüze gelen ve devlet kapitalizmini terk etmeye ve dışa açılmaya başlayan Mısır’da muazzam bir toplumsal dönüşüm yaşanmaya başlanacaktı. İş bulmak ümidiyle köyden kente akan yüz binlerce köylü, bir yandan işsizlik girdabında yoksulluğun pençesine sürüklenirken, öte yandan kentin korunaksız yabancı ortamıyla yüz yüze kalacaktı. Bu kitlenin önemli bir bölümü, camiler, aşevleri, yardım kurumları, okullar, hastaneler gibi kuruluşlarla büyük bir dayanışma ağı oluşturan İhvan’a sığınacaklardı. Böylece İhvan yoksul kır ve kent kesimleri arasında etki alanını genişletecekti.
Sedat hükümetinin Dünya Bankası’yla işbirliği içinde, kamu çalışanlarının ikramiyelerini kesmesi, ücretlerini dondurması ve temel gıda ürünlerine yapılan sübvansiyonları kaldırması sonucunda gıda fiyatlarının fırlaması, 1977’de yüz binlerce emekçinin sokaklara dökülmesine yol açtı. Mısır tarihine “Ekmek Ayaklanması” olarak geçen bu isyan, kanlı bir şekilde bastırıldı. 18-19 Ocak tarihlerinde gerçekleşen bu iki günlük isyanda, ordu sokağa dökülen halka saldırmış, 79 emekçiyi katletmiş, 800’den fazlasını yaralamıştı.
Yoksul emekçilerin daha derin bir sefalete sürüklendiği bu dönemde, içlerinde çok sayıda İhvan üyesinin de bulunduğu kapitalistlerse “serbest piyasa ekonomisi”nin nimetlerinden faydalanarak ceplerini dolduracaklardı. İhvan üyeleri arasında da, büyük otellerin, holdinglerin, bankaların sahibi olanların sayısı artacaktı. Mısır’dakilerin yanı sıra, Suudi Arabistan ve diğer petrol zengini Ortadoğu ülkelerine sürgün gidip buralarda kârlı işlerle iştigal eden İhvan üyeleri de alabildiğine zenginleşmiş ve Mısır’daki örgütün önemli finans kaynakları haline dönüşmüşlerdi.
Bu durum, tepeyle taban arasındaki çelişkileri de keskinleştirecekti kuşkusuz. Müslüman Kardeşler’in tepesindekiler artık “kapitalist kardeşler” haline gelirken, İhvan’ı düzenle işbirliği yapmakla, uzlaşmacılıkla, hatta kâfirlikle suçlayan ve ondan ayrılanlar tarafından kurulan çeşitli radikal İslamcı örgütler de ortaya çıkmıştı. Özellikle de üniversite gençliğine dayanan bu örgütlerin önemlice bir bölümü silahlı mücadele çizgisini benimsemişti. Bunlar, kurucu önder el-Benna’nın ılımlı görüşlerini eleştirip, radikal görüşleriyle öne çıkan Seyyid Kutub’u sahipleniyorlardı. İhvan, mevcut düzenin tümüyle bozulmadığı görüşünden hareketle, sistemin ıslah edilebileceğini savunan reformist bir anlayışa sahipti. Kutubçular ise düzenin bütünüyle bozulduğunu, ıslahının mümkün olmadığını, şiddete başvurarak gerçekleştirilecek bir devrimin zorunlu olduğunu savunuyorlardı.
Radikal İslamcı örgütlerin üniversitelerde taban edinebilmelerinin nesnel bir zemini vardı kuşkusuz. 70’lerin ikinci yarısında üniversitelerin kapasiteleri sıçramalı bir şekilde artarken, ekonomik zorluklardan mustarip olan ve üniversite sonrasında işsizliğe mahkûm edilen emekçi çocuklarının öfkesi de bir o kadar yükselmişti. Bu yıllarda İslamcı öğrenci dernekleri üniversitelerde önemli bir güce ulaşmıştı. Sosyalistlerin büyük bir saldırı altında olduğu bu dönemde, yoksul ve sistemden ümidini kesmiş gençliğin yönelebileceği bir tek adres vardı: İslamcı radikal örgütler. Bu örgütlerden ikisi, Cihadcı İslami Cemaat ve Cihad, işbirliği yaparak Enver Sedat’ı öldürecek kadar ileri gideceklerdi.
1981’den bugüne: Mübarek dönemi
Enver Sedat’ın öldürülmesinin ardından, yerine o sırada cumhurbaşkanı yardımcısı olan, eski hava kuvvetleri komutanı Hüsnü Mübarek geçti. Onun döneminde ABD ile ilişkiler daha da sıkılaştı ve Mısır İsrail’den sonra ABD’den en çok yardım alan ikinci ülke haline geldi. Her yıl 1,3 milyar dolar askeri yardımın yanı sıra 1 milyar dolara yakın da ekonomik yardım aldı. Bunun karşılığında Mısır, bölgede ABD politikasını kayıtsız şartsız destekleyen ve yanı başındaki Filistin halkının İsrail tarafından katledilmesine göz yuman bir ülke olacaktı.
30 yıl boyunca uygulanan sıkıyönetimle ve devlet terörüyle karakterize olan Mübarek döneminde izlenen neo-liberal politikalar ve ABD’ye biat politikası geniş emekçi kitlelerde büyük bir öfke birikimine yol açacaktı. Devletin ekonomideki ağırlığını azaltmak üzere devreye sokulan özelleştirme politikası bu dönemde doruğuna ulaştı ve pek çok kamu kuruluşu özelleştirildi. Tarımdaki yıkım politikaları da benzer bir etkiye kırda yol açacak ve işsizliği kronik hale getirecekti. Artan hoşnutsuzluktan en çok faydalanansa İhvan olacaktı. Meslek odalarında, birliklerde, üniversitelerde önemli bir güce kavuşan İhvan, her ne kadar yasal bir politik partiye dönüşemese de, diğer partilerle yaptığı seçim ittifakları sonucunda parlamentoya milletvekillerini göndermeyi başaracaktı. 1984 seçimlerine Vafd partisi ile ittifak halinde giren İhvan 10 milletvekilliği kazanırken, bu sayı 1987 seçimlerinde 34’e yükselecekti. 2005’e gelindiğindeyse, İhvan 88 milletvekili ile mecliste yüzde 20’lik bir ağırlığa sahip olacaktı.
Özellikle 90’lı yıllardan itibaren güç kazanan radikal İslamcı örgütlerle hesaplaşmaya girişen Mübarek, ılımlı ve reformist bir politika izleyen İhvan’a karşı daha yumuşak bir tutum takındı. Ancak özellikle seçim dönemlerinde, İhvan, kitlesel tutuklama operasyonlarına maruz kalmaktan ve medya kampanyaları eşliğinde Mübarek’in hışmına uğramaktan kaçınamayacaktı. Zira Mübarek İhvan’ı güçlü bir rakip olarak görüyor ve “terörist” vb. ithamlarıyla her fırsatta bu gücü tırpanlamayı kendi iktidarı açısından zorunlu görüyordu.
Mısır’ın en örgütlü muhalif siyasi gücü haline gelen İhvan, çeşitli organizasyonlar ve uluslararası ölçeğe yayılan bağış kampanyaları sayesinde büyük bir ekonomik güç haline de gelmiştir. Bu açıdan İhvan’ın yöntemleri, Türkiye’de Fethullah Gülen cemaatinin ya da Milli Görüşçülerin izlediği yöntemlerle büyük bir benzerlik taşımaktadır.
Şimdilerde İhvan, gerek yerli gerekse uluslararası burjuvazinin İslami bir devlet kurmaya çalışacağı yolundaki korkularını gidermek üzere sık sık açıklamalar yapıyor ve demokratik bir cumhuriyetten yana olduğunu, radikal bir örgüt olmadığını beyan ediyor. Cunta karşısında ılımlı bir politika izlemekle birlikte, yönetimin bir an önce sivillere terk edilmesi talebini yükseltiyor.
Şimdiye dek büyük bir siyasi baskının ve UDP’nin fiili tek parti diktatörlüğünün hüküm sürdüğü Mısır’da, sosyalistlerin yanı sıra irili ufaklı burjuva partiler de önemli bir güce sahip değillerdi. Aralarında Vafd, Gad, Tagammu, Nâsırcı Parti gibi partilerin de bulunduğu burjuva partiler, aslında Mübarek rejimine entegre olmuşlardı. Devlet baskısıyla tarumar edilen siyaset arenasında, en büyük muhalif gücü, lider kadroları yurt dışında bulunan, yarı-illegal durumdaki Müslüman Kardeşler oluşturuyordu. Mübarek devrilmeden önce, İhvan’ın yüzde 20 ilâ 30 arasında değişen bir oy oranına sahip olduğu tahmin ediliyordu. Ne var ki, serbest seçimlerin gerçekleştirildiği bir ortamda burjuva siyaset arenasının nasıl şekilleneceği henüz belli değil. Müslüman Kardeşler, geçtiğimiz günlerde Özgürlük ve Adalet Partisi adında bir parti kurarak bundan böyle bu parti aracılığıyla siyasete katılacaklarını duyurdu. Ordunun[3] olağan bir parlamenter işleyişe geçit vermesi durumunda, siyasette yeni bir harmanlanmanın yaşanacağı ve başka siyasi oluşumların ortaya çıkacağı da açıktır.
Son yıllarda işçi hareketi
Ocak ayından bu yana bir devrimci sürecin yaşandığı Mısır’da, bizi asıl ilgilendiren kuşkusuz, devrimci bir örgütlülükten yoksun olan işçi sınıfının kısa vadede böyle bir örgütlü güce kavuşup kavuşamayacağıdır. Mısır işçi sınıfı, 2004’ten[4] bu yana gerçekleştirdiği kitlesel grevlerle uzun süren sessizliğini bozmuştu. Yükselen işçi hareketini ciddi bir tehdit olarak gören Mübarek rejimi, baskı ve şiddetle bu hareketi sindirmeye girişti. Ancak uygulanan devlet terörüne, tutuklamalara, işkencelere rağmen hareketin yayılmasını engelleyemedi. 2006 yılı sonlarında patlak veren grev dalgası 2007 sonbaharında on binlerce işçiyi kapsayacak şekilde yeniden yükselişe geçti. Mahalla El Kubra kentindeki 20 bine yakın tekstil işçisinin başlattığı grev, işgale dönüşerek kazanımla sonuçlandı. Grev dalgası diğer sektörlere de sıçrayacaktı. Bu dalganın bir parçası olarak yükselen 55 bin vergi memurunun üç ay süren coşkulu grevi de, Mısır işçi sınıfının silkinip ayağa kalktığının bir göstergesiydi. Bu grev sonucunda Mısır, on yıllar sonra ilk bağımsız sendikayla tanıştı: Emlak Vergisi İşçileri Sendikası. Bu sendika, 2011 Ocağında Tahrir Meydanında kuruluşu duyurulan Bağımsız Sendika Federasyonunun da kurucu üyesi olacaktı.
2008 Nisanında tekstil işçileri arasında bir grev dalgası daha patlak verdi. Asgari ücretin yükseltilmesini, ödenmeyen ikramiyelerinin ödenmesini, fabrika yöneticilerinin görevden alınmasını ve çalışma koşullarının düzeltilmesini isteyen Mahalla tekstil işçileri, 6 Nisanda greve gideceklerini duyurdular. İrili ufaklı muhalif kesimler, aydınlar, meslek odaları ve gençlik grupları, genel grev çağrısı yaparak bu grevi destekleyeceklerini açıkladılar. Mübarek diktatörlüğü, baskı ve şiddetle, grevin genel greve dönüşmesinin önüne geçti. Fabrikaların etrafı polis tarafından kuşatıldı, yüzlerce işçi gözaltına alındı, ancak buna rağmen kadınlı erkekli binlerce tekstil işçisinin greve çıkması engellenemedi. 7 Nisanda Mahalla tekstil işçileri, eşlerinin, çocuklarının ve bölgedeki emekçilerin katılımıyla 40 bin kişinin katıldığı büyük bir protesto gösterisi düzenlediler. Üstelik bunu polisle çatışarak yaptılar.[5]
2009’da greve çıkan öğretmenlerin örgütlediği ikinci bağımsız sendikayı, kısa bir süre sonra bağımsız sağlık işçileri sendikasının örgütlenmesi izleyecekti. Her iki sendika da yeni oluşturulan Bağımsız Sendika Federasyonunun kurucuları arasında yer almıştır.
Mısır’da halk ayaklanmasını takiben başlayan grevler, Mübarek’in devrilmesinin ardından sönümlenip yok olmadı. Tekstil işçileri, banka ve borsa çalışanları, çimento işçileri, elektrifikasyon işçileri, telekomünikasyon işçileri, kimya işçileri ve irili ufaklı pek çok işyerindeki işçiler, haftalardır grevdeler. Onbinlerce işçinin katıldığı bu grevlerde daha çok ekonomik talepler öne çıkıyor. Bununla birlikte işçiler ordunun tehditlerine kulak asmıyorlar ve hareket devam ediyor.
2004 yılından itibaren yükselişe geçen işçi hareketi, Mısır’da 25 Ocakta patlak veren isyanın ipuçlarını o zamanlardan veriyordu. Bu mesajı Mübarek diktatörlüğü de almış ve baskı yasalarıyla, işkencelerle, gözaltılarla bunu bastırmaya çalışmıştı. Ne var ki, tüm bu tedbirler Mübarek’in devrilmesinin önüne geçemedi. Şimdi ordu, yaşanan devrimci sürecin düzeni alaşağı etmesinin önüne geçmek için çırpınıyor. Şimdilik şiddete başvurmak yerine burjuva muhalefeti de ikna edeceği bir geçiş dönemiyle burjuva düzeni raydan çıkmaktan kurtarmaya çalışıyor. İşçi sınıfının politik bir örgütlülükten yoksunluk koşullarında bunu başarması büyük ihtimal olsa da, yaşanan devrimci durum burjuvaziyi yine de tedirgin ediyor.
Tunus’tan başlayan halk isyanı bugün tüm bölgeyi etkisi altına almış, Libya’da 42 yıllık Kaddafi rejimi yıkılmaya yüz tutmuş, Bahreyn’de, Yemen’de ve pek çok bölge ülkesinde çıplak diktatörlük rejimleri yayılan hareketi bastırmanın telâşı içine düşmüşlerdir. Bütün bunlar, örgütlü bir işçi hareketinin olması durumunda işçi devrimlerinin nasıl sınır tanımaksızın tüm dünyayı etkisi altına alacağının da ipuçlarını vermektedir. On yıllardır burjuva propagandanın etkisiyle, işçilere, emekçilere olamazmış gibi görünen şey, artık zihinlerde olabilirlik kazanmıştır. Bu tarihsel öneme sahip büyük bir dönüşümdür. Bu moral dönüşümü maddi bir dönüşüme çevirmek içinse komünistlere büyük iş düşmektedir.
[1]Bkz. İlkay Meriç, Nâsır'dan Chavez'e Bonapartizm Çeşitlemeleri, MT, Nisan 2006
[2] Ulusal Demokratik Parti 1989’da Sosyalist Enternasyonal’e üye oldu ve bu üyelik, devrimci ayaklanmanın patlak vermesinin ardından, 31 Ocak 2011’de Sosyalist Enternasyonal’in “sosyalistliği” tutup onu üyelikten ihraç edinceye devam etti. Tıpkı Tunus’taki Bin Ali’nin partisi gibi.
[3] Mısır’da ordu üst bürokrasisi tekelci sermayenin organik bir parçasıdır. Savaş sanayiini bir yana bırakacak olursak, ordu, banka ve finans sektöründen çelik sanayine, çimentodan petrole, inşaattan turizme, tarım çiftliklerinden elektrikli ev aletleri üretimine, içme suyundan zeytinyağı tesislerine, sütten ekmeğe varıncaya kadar pek çok sektörde büyük yatırımları olan bir holding konumundadır. Bu ekonomik güç siyasi vesayetle bütünleştiğinde, karşımıza çok güçlü bir iktidar odağı çıkmaktadır.
[4] 2004 yılında tekstil fabrikalarında başlayan grevler sonrasında, 2005’teki başkanlık ve parlamento seçimlerine bir güç birliğiyle girilmesi hedefiyle örgütlenen Kifaya (Yeter) Hareketi, Nâsırcılardan İslamcılara, liberallerden Marksistlere geniş bir yelpazeye sahip çeşitli kesimlerden oluşmaktadır. Hareket o dönemden itibaren Mübarek’in iktidardan çekilmesi talebini yükseltmiştir. Ancak ilerleyen süreçte farklı görüşler arasındaki anlaşmazlıklar nedeniyle hareket giderek güç kaybetmiştir.
[5] Geçtiğimiz aylarda patlak veren halk ayaklanmasına katılan gruplar arasında yer alan 6 Nisan Hareketi, bu grev sürecinde, gençler tarafından internet üzerinden örgütlenen bir harekettir.
link: İlkay Meriç, Nâsır’dan Bugüne Mısır, Mart 2011, https://marksist.net/node/2616
Sivil İtaatsizlik Eylemleri
Kapitalist Cinayet: Nükleer Santraller