Türkiye resmi rakamlara göre şu ana dek 40 bini aşkın insanımızın hayatını kaybettiği, 100 bine yakın insanımızın ise halen enkaz altında olabileceğinin tahmin edildiği bir felâket yaşıyor. Milyonlarca insanın bulunduğu yerleşim yerlerinin enkaz yığınına döndüğü, hayatta kalanların sokakta soğukla, açlıkla ve her türlü zorlukla boğuştuğu bu felâket çok şiddetli bir deprem fırtınası sonucunda oluşmuştur ama yaşanan korkunç yıkımın nedeni, muktedirlerin dillendirdiği gibi ne kaderdir ne de doğal bir afet. Bu yıkımın tek sorumlusu 20 yıldır işbaşında olup, göz göre göre gelen bu depremler karşısında hiçbir önlem almadığı gibi deprem sonrası için de hiçbir hazırlığı olmayan, var olan olanakları bile seferber edemeyen AKP iktidarıdır. Tüm bunlar yetmezmiş gibi, her türlü toplumsal inisiyatifi, yardım çabasını, sivil organizasyonu boğmaya çalışarak felâketin şiddetini katlayan da bu iktidardır.
Bu toprakların yüzlerce yıllık despotik egemenlik geleneği, halka siyaset başta olmak üzere en ufak bir bağımsız hareket alanı bırakmama, halka hikmetinden sual olunmaz yarı tanrısal bir güç olarak kutsanan bu devlete sorgusuz sualsiz boyun eğdirme anlayışı üzerinde şekillenmiştir. Bu anlayışı Cumhuriyet döneminin bütün iktidarları da aynen muhafaza etmiştir. Fakat Türkiye tarihinde ilk kez sivil faşist bir rejim inşa eden mevcut iktidarın özgün bir durumu da söz konusudur. Zira 2016 Temmuzunda bir OHAL darbesiyle inşa edilen bu Türk-İslam tipi sivil faşizm, devlet kurumlarını şimdiye dek görülmedik ölçüde arpalığa çevirip, tepeden tırnağa liyakatsiz ve kifayetsiz kadrolarla doldurmuştur. Yolsuzlukla beslenen bu rejim, bunlar yetmezmiş gibi din, mezhep ve etnik köken ayrımcılığına dayanan son derece gerici bir ideolojiye sahiptir. İşte devleti sadece militarist bir aygıta dönüştürüp kamusal hizmet ayağını tümüyle çökerten bu faşist rejim bir de toplumsal inisiyatifi, halk dayanışmasını boğmaya giriştiğinde ortaya dört başı mamur bir felâket tablosu çıkmıştır.
Bu “yüce” devletin sözde afet koordinasyon birimi olan fakat depremin ilk üç gününde ortada görünmeyen AFAD, birincil derecede sorumlu olduğu arama-kurtarma çalışmaları için gereken teçhizatı ve ekipleri koordine etmekten bile aciz kalmıştır. Ama sıra toplumsal dayanışma ağlarının, emek ve meslek örgütlerinin yardım çalışmalarını engellemeye, yardım kamyonlarına, malzemelere el koymaya geldiğinde o da dâhil tüm devlet birimleri en kısa sürede koordine olmuştur. Nitekim deprem bölgesine sivil dayanışma ağları üzerinden halen yardım akmaya devam ederken, devletin bunların iletimi, depolanması ve dağıtımı konusundaki tek fonksiyonu söz konusu faaliyetleri “her şey AFAD’ın elinde toplanıp tek elden dağıtılacak” bahanesiyle baltalamaktır.
Yaşadıkları dram karşısında, koruyucu, kollayıcı ve kurtarıcı bir devlet görmeyi bekleyen emekçiler, öfkeyle sordukları “devlet nerede” sorusuyla aslında yaşadıkları hayal kırıklığını dile getirmektedirler. Oysa varlık nedeni emekçileri zapturapt altında tutarak sermayenin çıkarlarını savunmak olan bu devlet, sivil örgütlenmelerin sahada boy göstermemeleri ve hiçbir organizasyona öncülük etmemeleri için hemen emekçilerin tepesinde bitivermiştir. Despotik devletin genlerine işleyen bu tipik davranışına ve icraatlarına 1999 Kocaeli depreminde[1] de çarpıcı bir biçimde tanık olmuştuk:
“O günlerde devlet; dökülen timsah gözyaşları, hiçbir karşılığı olmayan «her şey kontrol altında» açıklamaları, bakan geliyor diyerek yolu kesilip bekletilen yardım konvoyları, kendisi bir iş yapmadığı gibi emekçilerin seferberliğini engelleyen ve ulaştırdıkları yardımları çöp dağlarına dönüştüren «kriz merkezleri», deprem bölgesinde yaşayan halkın oluşturduğu sivil inisiyatifin dağıtılması, AKUT gibi sivil toplum örgütlerinin itibarsızlaştırılması, bazı sosyalist inisiyatiflerin oluşturduğu çadır kentlerin yıkılması idi! Depremin üzerinden neredeyse bir ay geçmesine rağmen ortalarda görünmeyen devletin eli, örgütlenmeye ve kendi inisiyatifini ortaya koymaya başladığı anda yumruk olup halkın tepesine inmişti. Söz konusu olan devletin ve düzenin bekası olduğunda elbette gerisi, yani işçi-emekçi halkın canı ve malı teferruattı.”[2]
Kocaeli depreminin üzerinden 23 yılı aşkın bir zaman geçmesine rağmen, çok acı bir şekilde görüldüğü gibi bugün de hiçbir şey değişmemiştir. Faşist rejim kendi çapsızlığının, çürümüşlüğünün, acizliğinin ortaya çıkmaması, tüm bunların sorgulanmaması, emekçilerin tepki ve öfkesinin kendisine yönelmesinin engellenmesi için yolları kesmiş, gelen yardımlara el koymuş, gönüllü ekiplerini bölgeden uzaklaştırmaya çalışmıştır. On binler enkaz altındayken, insanların yakınlarıyla haberleştikleri, gerçek durumu anlamaya çalıştıkları, her türlü yardımı organize ettikleri, daha da ötesi enkaz altındakilerin yardım çığlıklarını duyurdukları Twitter’ı bloke etmiştir. Halkın gerçekleri görmesini engellemek için, muhalif medyayı susturmak için RTÜK’ün devreye sokulması için de gün sayıldığı anlaşılmaktadır. Zaten çıkarılmış olan “dezenformasyon” yasası da böyle zamanlar için değil midir?! “Bizi yalnız bıraktınız” diyerek devlete, ama elbette en çok da devletin başına öfkesini haykıranların polisle “buluşturulması”nda da hiçbir gecikmeye mahal verilmemiştir! Daha da acısı, yüzlerce enkazın yanına bile gelmemiş olan AFAD, madencilerin ya da dünyanın çeşitli bölgelerinden gelen ekiplerin yaptıkları başarılı kurtarma çalışmalarını kendi hanesine yazmak için elinden geleni yapmıştır. Enkaz altındakiler tam çıkarılırken bu ekipleri zorla bölgeden uzaklaştırıp kameralara kurtarma işini sanki kendileri yapmış gibi pozlar verdirilmiştir AFAD ekiplerine. Faşist rejimin en iyi çalışan aygıtı olan reklâm-propaganda birimi böylece alçalmanın dibine vurmayı da başarmıştır!
Depremle ilgisi olmayan Mardin, Hakkâri ve Siirt’te 15 gün süreyle eylem ve etkinlik yasağı getirilmesi de bu devletin “afet yönetimi”nin bir parçasıdır. Valiliklerden yapılan yazılı açıklamalarla, toplantı, yürüyüş, basın açıklaması, oturma eylemi, bildiri dağıtma, protesto eylemi, kitlesel cenaze merasimi, anma töreni gibi eylem ve etkinliklerin yanı sıra, bu eylem ve etkinliklere destek vermek amacıyla gelen kişi ve araçların il sınırlarına girişinin de 13 Şubattan 27 Şubat gecesine kadar yasaklandığı duyurulmuştur. Bu yasakların, her türlü protestonun yanı sıra yardım konvoylarının ve organizasyonlarının engellenmesi için de kullanılacağına şüphe yoktur.
Devletin boğmaya çalıştığı yardım çabaları içinde, muhalif belediyelerinki de vardır, sendikaların, meslek örgütlerinin, sosyalistlerin, HDP’ninki de. Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay, deprem bölgesine İstanbul, İzmir ve Ankara’dan yardım ekipleri, yardım malzemeleri, araç ve teçhizat gönderen, İskenderun Limanındaki yangına müdahale eden, Hatay Havalimanını tekrar faal hale getiren CHP’li belediyelere şöyle öfke kusmuştur: “Devletin yapamayacağını bir belediye mi gelecek yapacak? Siz kimsiniz?” Oysa gönderdikleri iş makineleri yollarda durdurulan, yardım talepleri “ihtiyaç yok” diye reddedilen muhalif belediyeler, bu engellemelere rağmen çok ciddi faaliyetlerde bulunmuşlardır.
Keza tabip odaları, diğer meslek örgütleri, sendikalar vb. hiçbir şekilde koordinasyona dâhil edilmediği gibi yardım talepleri de reddedilmiştir. TTB’nin, deprem bölgesindeki sağlık çalışanlarının artık tükenme noktasına geldiklerinden biraz dinlendirilmesi için diğer kentlerden gelmek isteyen gönüllü sağlık çalışanlarının devreye sokulması yönündeki somut önerilerine Sağlık Bakanlığı hiçbir yanıt vermemiştir. Üstelik bölgeye gitmek isteyen sağlık çalışanları “burada size ihtiyaç yok” diye pek çok yerden geri çevrilmektedir.
HDP’nin kamyon kamyon gönderdiği yardım malzemelerine, teçhizata, çadırlara el koyan devlet, son olarak Pazarcık’ta oluşturulan Kriz Koordinasyon Merkezini dağıtarak buradaki tüm yardım malzemelerine çökmüştür. Üstelik jandarma gücüyle gelen kaymakam, söz konusu merkezin oluşturulduğu Pazarcık Hasankoca Cemevine kayyum atadığını söyleyerek gerçekleştirmiştir bu gaspı. Benzer durumlarla sosyalistlerin yaptığı yardım organizasyonlarında da sıkça karşılaşılmaktadır. Yardım dağıtan 10 TKP’li gencin onlarca polis eşliğinde gözaltına alınması bunun örneklerinden biridir.
Bıraktık HDP ve sosyalistlerin yardım çabalarını, rejim unsurları AHBAP’a bile nefret kusmaktadır. Halkın devlet kurumlarından çok daha fazla güvendiği ve itibar ettiği bir organizasyon olarak sivrilen AHBAP bu yüzden devletin şimşeklerini üzerine çekmekten kurtulamamıştır. Öyle ki, 1 milyar liraya ulaşan bağış miktarından sonra Haluk Levent “bize bağışları durdurun, hedefimize ulaştık” açıklaması yapmak zorunda kalmıştır. Çünkü AHBAP’a çökmek için fırsat kollayan devletin soluğunu ensesinde hissetmeye başlamıştır. Nitekim faşist parti-devlet rejiminin küçük ortağı MHP’nin şefi, on binlerce insanın enkaz altında kalan cansız bedeni üzerinde tepinmekten hiç çekinmeden AHBAP’ı hedef alırken resmen zehir saçmıştır:
“Devleti bir kenara itip, ahbap çavuş ilişkileriyle yardım toplanması, bu kapsamda paralel bir hat kurulması devletin inandırıcılığını bir nevi gölgelemektir, bizim nazarımızda da itibar edilmemesi gereken bir yanlıştır. … Devletin yapamadığı, yatıştıramadığı ve yetişemediği ne vardır da Ahbapçılar ve Babalacılar akbaba gibi kanat çırpmaktadır? Bu sahtekârların Türk televizyonlarında artık yer almaması lazımdır. Devleti acz içinde gösterircesine sosyal medyaya üşüşenler bindikleri dalı kestiklerini ne zaman anlayacaklardır? Yardım ve desteklerin AFAD aracılığıyla yapılması en doğru, en sağlıklı yoldur, kaldı ki beklentimiz ve çağrımız da budur.”
İçişleri Bakanı sıfatlı Soylu gibilerin de aynen tekrarladıkları bu dil aslında devletin gerçek yüzünü alenen ortaya sermektedir. Kadim devlet güzellemeleriyle birlikte kusulan öfkeyle gerçek korku da itiraf edilmektedir: Devletin inandırıcılığına gölge düşürülmesi, devletin acz içinde gösterilmesi ya da daha sık duyduğumuz bir ifadeyle devletin itibarının sarsılması! On binlerce insanın hayatını kaybetmesiyle itibarı sarsılmayan devlet, bu insanlara yardıma koşanlar yüzünden kendini itibar kaybına uğramış hissetmektedir. Bu yüzden, yüzlerce yıllık kadim refleks bu depremde de kendini göstermiş ve ilgili tüm devlet kurumları her türlü sivil inisiyatifi engellemek üzere derhal harekete geçmiştir. Gelen tüm yardımları AFAD’ın elinde toplamaya çalışan bürokratik mekanizma, yardımların ihtiyaç sahiplerinin eline ulaşmasını engellemekte ya da en iyi ihtimalle geciktirmektedir.
Bu arada Erdoğan’ın depremin üzerinden bir hafta geçtikten sonra, “Devletimizin ilgili kurumları yanında sivil toplum örgütlerimiz ve gönüllülerimiz afetzedelerimize yardım etmek için yoğun çaba harcıyor” diyerek “sivil toplum örgütleri”ni ve “gönüllüler”i taltif etmesi tabii ki kimseyi şaşırtmamıştır! Zira rejimin şefinin sözünü ettiği “sivil toplum örgütleri”nin ne olduğu apaçık bellidir: Depremden sonra çeşitli organizasyonlarla bölgeye yığınak yapan dernek, vakıf ya da başka adlar altındaki tarikat yapılanmaları ve rejimin paramiliter güçleri… Faşist parti-devlet rejimin doğrudan uzantısı olan bu yapıların sivilliğinden söz etmek elbette mümkün değildir!
Devletin her fırsatta “büyük güç” şovu yaptığı ama kendi kontrolü dışındaki tüm toplumsal örgütlenmelerden de bir o kadar korktuğu topraklarda yaşıyoruz. Öte yandan bir hukuk devleti olmaktan son derece uzak olan bu devlete halkın büyük çoğunluğunun da zerrece güveni yoktur. Üstelik milliyetçilik ve devlet tapıncının yaygınlığına rağmen bu böyledir. Bu güvensizliğin elbette derin tarihsel kökleri vardır. Emekçilerin elindeki her şeye hukuksuzca çökebilen bir despotik devlet altında yüzyıllar boyunca yaşayan bu halk, burjuva Cumhuriyete geçildiğinde de her türlü hukuksal güvenceden yoksun, otoriter-bürokratik bir devlet altında yaşamaya mahkûm edilmiştir. Asyatik despotik bir imparatorluğun tarihsel mirası üzerinde kurulan TC’nin egemenleri de tıpkı ataları gibi, “insandan önce devlet” diyen ve insanın yaşatılmasının da esasen devletin yaşaması için gerekli olduğuna inanan “kadim devlet” geleneğinin sürdürücüleridir.[3] Mehmet Sinan’ın kapsamlı çalışmalarında dile getirdiği gibi, bu anlayışın veciz ifadesi, Erdoğan’ın da sıkça tekrarlamaktan pek hoşlandığı “insanı yaşat ki devlet yaşasın” sözüdür ve bu söz Osmanlı’nın kuruluş ideolojisinin temelini oluşturmuştur. Onun külleri üzerine kurulan ve daha baştan demokratik değil otoriter-bürokratik bir rejim olarak kurulan TC’nin öncelikli görevi de, yurttaşların demokratik hak ve özgürlüklerini koruyup güçlendirmek değil, yurttaşlar karşısında modern despotik devletin, yani yönetici bürokrasinin kolektif çıkarlarını korumak olmuştur.[4]
Devleti halkla buluşturma adına iktidara gelen AKP’nin 2016 Temmuzunda bir OHAL darbesiyle şekillendirdiği faşist koalisyon da bilindiği gibi “iç ve dış tehditler altındaki devletin bekasının korunması” söylemi etrafında oluşturulmuştur. Kürt halkının Suriye’de verdiği mücadeleyle elde ettiği kazanımlar ve Fethullahçı sermaye fraksiyonunun Erdoğan’la ipleri koparması, faşist rejim tarafından “beka sorunu” olarak kodlanıp demagojik bir propagandanın malzemesi haline getirilmiştir. Bu temelde gerçekleştirilen faşist darbenin ardından yüz binlerce insan işinden edilmiş, hapse atılmış ya da sürgünde yaşamak zorunda bırakılmıştır. Öte yandan tüm devlet kaynakları bu koalisyon etrafında konumlanan sermaye gruplarına peşkeş çekilirken, yolsuzluk, liyakatsizlik alıp başını giderken, emek ve doğa talan edilirken, emekçiler bir kez daha ağır bir ekonomik krizle, onyıllardır görülmedik bir enflasyonla, arşa çıkan bir adaletsizlik ve hukuksuzlukla korkunç bir yıkıma sürüklenmiştir. İşte karşımızdaki rejim, halkına karşı böylesine kıyıcı ve yıkıcı bir faşist rejimdir. Bu rejimi yıkmanın emekçiler için ölüm-kalım meselesi olduğunu nicedir üstüne basa basa yineliyoruz. Bu gerçek, yüz binlerce canın hayatını kaybetmesi, yaralanması, hayatlarının altüst olması pahasına kendini acı bir şekilde göstermiştir.
Depremin canlandırdığı dayanışma ruhu ve toplumsal silkiniş
Yaşanan felâketin boyutları, devletin aczi, büyükbaşların sinirleri zıplatan tutum ve açıklamaları, karşımızdaki rejimin gerçekliğini çok daha geniş bir kitleye gösterdiği gibi toplumsal bir silkiniş de yaratmıştır. Umutsuzluk içindeki milyonların rejime karşı öfkeyle ve dayanışma ruhuyla canlandığı açıkça görünüyor. Emekçiler yaşanan acıyı yüreklerinin en derinlerinde duyuyorlar ve ellerinden gelen her türlü yardımı yapmak istiyorlar. Sendikalar, emek örgütleri, sosyalist örgütler ve Kürt siyasi hareketi seferber olmuş durumda. Ayrıca deprem bölgesine her meslekten binlerce insan yardıma koşuyor. Öğrenciler İstanbul ve diğer kentlerde “ne yapabiliriz” diye kendilerini paralıyor. Tüm bunlar, “bu halktan bir şey olmaz, bu gençlerden bir şey olmaz, herkes bencil, kendisini düşünüyor” yollu şikâyetlenmelerin ne kadar içi boş olduğunu gösteriyor. Yılgınlık, bezginlik içindekiler kendi düşkünlüklerini bu söylemlerle örtmeye çalışırken umutsuzluk ve kötümserlik saçıyorlar. Oysa bizler kolektif ihtiyaçların doğduğu her durumda işçilerin, emekçilerin sınıfsal vicdanlarının harekete geçtiğini çok iyi biliyoruz: Afetlerde, felâketlerde, grevlerde, direnişlerde… Hayatında ilk kez greve çıkan neredeyse her işçinin, işçi dayanışmasının sıcaklığı karşısında şaşkınlık yaşadığını, bundan sonra kendisinin de greve çıkan işçilerin yanında olacağını ifade ettiği nice örneğe tanık olmuşuzdur. Bu depremde de aynı sınıf güdüsü işlemiştir. Göçük altında kalmanın ne demek olduğunu çok iyi bilen maden işçileri, enkaz altında kalan emekçileri kurtarmak için deprem bölgesine akmışlardır. Daha önce deprem yıkımlarını yaşamış olan çok sayıda emekçi de Kocaeli’den, Gebze’den, Van’dan, Bingöl’den ve diğer pek çok ilden depremzedelerin yardımına koşmuştur.
Dayanışma sadece bölgeye dışarıdan gelen türlü yardımlarla sınırlı değildir elbette, deprem bölgesindeki emekçiler de kendi aralarında büyük bir dayanışma ağı örmüşlerdir. Sağlam evlerde onlarca kişinin toplanıp bir arada yaşamaya başlaması, elde ne varsa paylaşılması, insanların enkazlardan çıplak elle kazılarak kurtarılmaya çalışılması ve daha niceleri… Elbette burada da sınıfsal tepkiler öne çıkmaktadır. Adana’nın kalburüstü mahallelerinden birinde depreme yakalanan bir kadının kendi yaşadığı deneyimi anlatırken dile getirdikleri bunun çarpıcı bir örneğini sunmaktadır:
“Bu deprem dünyaya bakışımı değiştirdi. Daha yoksulların yaşadığı Fatih Mahallesi’nde yaşayanlar ki onlar da aynı depremi yaşadı, onlar bizi hiç yalnız bırakmadı. Normal hayatımda giymeyeceğimiz kıyafetler arasında kıyafet ararken bulduk kendimizi. Yemekler getirdiler. Onların evleri hasar görseydi, çadırda yaşamak zorunda kalsalardı biz aynı şeyi yapar mıydık diye düşündüm.” [5]
Hatırlayalım, 1999 depreminde de devlet haftalarca sadece kolluk güçleriyle boy gösterirken, emekçiler çok güçlü bir dayanışma ağı örgütleyerek yaralarını sarmaya çalışmışlardı:
“… insanlar kendi imkânlarıyla enkaz kaldırmaya, arama-kurtarma çalışmalarını yürütmeye, hayatlarını sürdürmeye ve iyi kötü bir düzen sağlamaya çalışmışlardı. Depremin hemen sonrasında iletişim ve ulaşım sistemi tamamen çökmüş, meşhur «kriz merkezleri» tabelâdan ibaret kalmıştı. İstanbul başta olmak üzere çevre illerden gelen ve adeta doğal bir seferberlik başlatan emekçiler sayesinde yıkıntıların arasından nice canlar kurtarılabilmiş, her şeylerini kaybetmiş olan, bir damla içecek su bile bulamayan depremzedelerin hayatta kalması sağlanmıştı. Asayişin sağlanmasından koordinasyon sağlanmasına kadar her şey uzunca bir süre halkın kendi inisiyatifiyle mümkün olmuş, koca çadır kentler bile devletin el atmasından haftalarca önce bir çırpıda kuruluvermişti. Deprem sonrası için de örgütlü olmanın ne denli hayati ve zaruri olduğu, yardıma koşan ve günlerce tüm sosyal düzeni sağlayan sendikaların ve çeşitli sivil toplum örgütlerinin yaptıklarından rahatlıkla anlaşılabilecektir.”[6]
Türkiye işçi sınıfının en büyük açmazı, 12 Eylül 1980 faşist darbesinden bu yana gerek siyasal gerekse sendikal olarak son derece örgütsüz oluşudur. Ama var olan sınırlı örgütlülüğün bile ne derece hayat kurtarıcı olduğu defalarca görülmüştür. Son depremde de örgütsüzlük, organizasyonsuzluk ve koordinasyonsuzluk ölüm getirirken, yardıma ilk koşanlar sosyalist örgütlerin ve sendikaların harekete geçirip organize ettiği örgütlü işçiler, emekçiler olmuştur. Tüm emekçilere bu gerçeği döne döne göstermek gerekmektedir. Yukarıda belirttiğimiz gibi, bu felâket aynı zamanda toplumsal bir silkiniş yaratmıştır. Bu silkinişi güçlü bir dirilişe çevirmek, depremzede emekçilerin yaralarının en kısa zamanda sarılması için yapılması gerekenlerin takipçisi olmak ve bu rejimden hesap sorulmasını sağlamak da emek cephesinin görevidir.
[1] Kocaeli depreminin hemen ardından bölgeye gönüllü olarak giden bir Marksist Tutumcu işçinin çabalarını ve gözlemlerini dile getirdiği mektubu, bugün yaşadığımız duruma da pek çok açıdan ışık tutmaktadır: Dokuzuncu Yılında 17 Ağustos Depreminin Anımsattıkları, 17 Ağustos 2008, marksist.net/node/6752
[2] Kerem Dağlı, Emekçiler Can Derdinde, Rejim Düzeni Koruma ve Rant Derdinde, 4 Ekim 2019, marksist.com
[3] Mehmet Sinan, Ulus-Devletten Emperyalistleşen Ulus-Devlete ve AKP/2, marksist.com
[4] Mehmet Sinan, Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar /III, 30 Mart 2008, marksist.com
[5] Candan Yıldız, T24, 11 Şubat 2023
link: İlkay Meriç, Faşist Rejimin Toplumsal İnisiyatifi Boğma Çabası, 18 Şubat 2023, https://marksist.net/node/7867
EYT ve Burjuva İdeolojisinin Dayanılmaz Hafifliği