İsrail’in 33 gün süren katliamını kınamaktan bile çekinerek izlemekle yetinen Birleşmiş Milletler, İsrail’in “benim işim bitti sıra sizde” demesinin ardından bir ateşkes çağrısı yaptı. Ateşkese kadar geçen süre zarfında Lübnan’da çoğu sivil yaklaşık 1200 kişi ölmüş ve iç savaşın yarattığı korkunç yıkımın yeni yeni üstesinden gelmeye başlayan bu ülke 15 yıl öncesine geri dönmüştü. Savaşta fosfor bombalarının yanı sıra 1,2 milyondan fazla misket bombası kullanan İsrail, bu bombaların yüzde 90’ını ateşkesten önceki son 72 saatte atmıştı. Temizlenmesinin 15 ayı bulabileceği belirtilen patlamamış haldeki 100 bin misket bombası ise, sivillerin yaşadığı, çocukların oynadığı yerlerde ölüm saçmaya devam ediyor.
Günler süren aralıksız bombardımana rağmen Hizbullah’ı kısa sürede yok edemeyeceğini, aksine ona duyulan sempatiyi daha da arttıracağını anlayan İsrail’in ateşkesi kabul etmesinin ardından, bu kez devreye Birleşmiş Milletler girdi. Tüm sahtekârlığıyla ve ikiyüzlülüğüyle sözde barış koruyuculuğuna soyunan bu emperyalist birlik, İsrail’in yapamadığı şeye, yani Hizbullah’ı silahsızlandırmaya soyundu. Böylece Hizbullah’ın Lübnan’daki gücünü kırmayı görev belleyen bir “Barışı Koruma Gücü” oluşturmaya girişti. Bölgede doğrudan işgalci güç durumunda bulunan ABD ve İngiltere’nin asker vermesi bu “barış” gücünün meşruiyetine halel getireceğinden, esas sorumluluğu AB’li emperyalistler üstlendi. Bölgeyi tümüyle ABD’ye kaptırmamak ve bölgedeki varlıklarını güçlendirerek daha büyük bir rol oynayabilme olanağı yakalamak isteyen Avrupalı emperyalist devletler, “Barış Gücü”nü bunun için bir fırsat olarak görüyorlar.
“İnsani” maske takınmış bu sözde “Barış Gücü”ne katılmak isteyenler elbette sadece emperyalist AB burjuvazisiyle sınırlı değildir. Aynı güdülerle hareket eden Türk burjuvazisi de, ölen Lübnanlılar için akıttığı timsah gözyaşlarıyla av partisine dahil olmak istemektedir. Burjuva siyaset arenasında Lübnan’a asker gönderme tezkeresi bağlamında yaşanan tartışmalarda bir tarafını AKP’nin, diğer tarafını ise onun dışındaki burjuva partilerin ve Cumhurbaşkanının oluşturduğu bir kutuplaşma yaşandı. Ama bu kutuplaşmayı, burjuvazi içinde emperyalist amaç güdenler ve gütmeyenler arasındaki bir yarılmanın yansımasıymış gibi görmek yanlış olacaktır. Çünkü bu burjuva partilerin hiçbirinin genel tutumu emperyalist niyetlerden bağımsız değildir ve hepsi de bunu “ulusal çıkarlar” söyleminin arkasına gizliyorlar. Meselâ bunların çoğunun tutturduğu “Lübnan’a değil Kandil’e” söylemi bunun çarpıcı bir göstergesidir. Bu söylemin Musul ve Kerkük konusundaki niyetlerle de bağlantılı olduğu aşikârdır. Türkiye şimdiye kadar Balkanlar’dan Somali’ye kadar pek çok ülkeye BM şemsiyesi altında asker göndermiştir. Ne var ki, kapsamı ve niteliği farklı olan 1 Mart tezkeresi haricinde, hiçbir asker gönderme vakasında böylesine geniş ölçekli bir tartışma ve kutuplaşma yaşanmamıştır. Burada ortaya çıkan aksi durumda ise açıktır ki yaklaşan cumhurbaşkanlığı ve meclis seçimlerinin çok belirleyici bir rolü bulunmaktadır. Burjuva muhalefet partilerinin çoğunun tezkereye “hayır”da ısrarlı tutumları, esas olarak AKP’yi yıpratma operasyonunun bir parçasıdır ve seçimlere dönük bir politik manevradır. Tezkere konusunda ordunun sessiz kalmayı, Cumhurbaşkanınınsa açıktan karşı çıkmayı tercih etmesi de yine seçim düzlemine giren burjuva siyaset arenasındaki bu manevraların bir parçası olarak yorumlanmalıdır.
Menfaatler ve riskler
Dikkat edilecek olursa Lübnan’a asker gönderilmesini savunan AKP de, karşıt kutupta yer alan “Lübnan’a değil Kandil’e asker”ci cenah da emperyal niyetlerini “ulusal çıkarlar” maskesi ardına gizlemektedirler. Bu klişe, emekçi yığınları egemen sınıfın çıkarlarına boyun eğdirmek için pek sık kullanılır. Oysa sömüren sınıfla sömürülen sınıfları aynı paydada birleştiren bir ortak “ulusal çıkar” söz konusu olamaz. Dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de burjuvazi attığı her adımı son tahlilde ekonomik menfaatlerinin bir bilançosunu çıkararak atar. Yapılan artı-eksi karşılaştırmasında pozitif taraf ağır basıyorsa, her türlü “risk”e girilir. Ve çok açıktır ki “menfaatler” daima burjuvazinin, “riskler” ise emekçi kitlelerin payına düşer. Paralar egemenlerin kasasına, ölümler emekçi çocuklarına!
Başta hükümet olmak üzere Lübnan’a asker gönderilmesinden yana olanların, tezlerini inandırıcı kılmak için öne çıkardıkları ilk nokta, “ulusal çıkarlara” endekslenmiş bir “barışın korunması” meselesiydi. Bunlar, ortada bir barıştan ziyade İsrail’in ne zaman sona erdireceği belli olmayan ve aslına bakılırsa daha ilk günlerde ihlal edilen bir ateşkes olduğu gerçeğinin üzerini tümüyle örttüler. Televizyonlardan “ulusa seslenen” Erdoğan, “Ortadoğu’da barış ve adalet tesis edilmedikçe dünyanın istikrara kavuşması mümkün değildir. Yanı başımızda yaşanan çatışmalar, başımızı diğer tarafa çevirsek de etkilerinden kurtulamayacağımız bir tehdit oluşturmaktadır. Kapılarımızı kapatarak etrafımızı saran alevlerden kurtulamayız” derken, emperyalist savaşı tüm Ortadoğu’yu içine alacak şekilde genişletip yaymayı amaç edinen BOP’un eşbaşkanı olduğu gerçeğinden nedense söz etmiyordu. Bu kanlı projede Amerika’nın stratejik ortağı olmak için çırpınanlar, “etrafımızı saran alevleri” daha da körükleyecek planların parçası olmak için hiçbir fırsatı kaçırmak istemezlerken, insanlık dışı projelerine işçi ve emekçilerin ses çıkarmaması için onların her türlü insani duygularını sömürmeyi de ihmal etmediler.
“Çocuklar ağladığı zaman, anneler orada şehit olurlarken, o bombalanan yerleri gördüğün zaman ağlayacaksın ama onların korunmasına, bu sürecin sona ermesine yönelik fiili müdahalenin içinde yer almayacaksın. Bunun akılla izahı yok” diyen Erdoğan, bu duygusal girizgâhın ardından sadede geliyordu:
Bizden başka kimse menfaatlerimizin bekçiliğini yapmayacaktır. O sebeple içe kapanmacı, “bana ne”ci yaklaşımları Türkiye’nin geleceği için son derece tehlikeli buluyorum. Bazı muhalefet çevrelerinde görülen bu tür izolasyonist yaklaşımlar, iyi niyetle yorumlandığında bile ya hükümetin her yaptığına karşı çıkma hastalığından ya da bölge ve dünya gerçeklerinin iyi kavranmamasından kaynaklanmaktadır. “Bize ne”ci bir anlayışla sorumluluklarımızdan geri durmak, tarihimize, geleceğimize ve milletimizin yüksek menfaatlerine ihanet olacaktır. Unutmayalım ki riskler ve menfaatler ikiz kardeş gibidir. Riskin olmadığı hiçbir faaliyet söz konusu olamaz. Hayat risktir, siyaset risktir, ticaret bir risktir.
Tüccar Erdoğan “menfaatlerimizin” ne olduğunu açıkça söylemese de, bunların meşhur “bir koyup üç alma” hayalleriyle doğrudan ilintili olduğu çok nettir. İçe kapanmayın, dışa açılın! Tıpkı ABD’nin yaptığı gibi.
Tarihine ihanet etmemek ve atalarına layık olmak (!) için yanıp tutuşanlar kuşkusuz Erdoğan’la ve AKP’lilerle sınırlı değildir. “Sorumluluk” sahibi Osmanlı torunlarından biri de Hasan Celal Güzel’dir. Özal’ın bu pek sevgili bakanı, ilk Körfez savaşında da bir koyup üç almaya çok meraklıydı. Sonuçta ne alındığını hepimiz biliyoruz! Lübnan tezkeresinin Meclis’te oylandığı gün yazdığı makalesinde özetle şunu söylüyordu Güzel: “Toprakları üzerinde haritalar çizilen değil, harita çizen bir ülke olmak istiyorsak; tarihimize ve emperyal verasetimize layık bir dış politika uygulamalıyız.” (Radikal, 5.9.2006)
Hükümetin sesi Yeni Şafak gazetesi de söz konusu verasete layık bir politikanın uygulanmasını savunanlar arasındaydı. 6 Eylül tarihli Yeni Şafak, tezkerenin geçtiği haberini sevinç naraları atarak şöyle duyuruyordu: “Mehmetçik 86 yıl sonra yine Lübnan’a dönüyor. Lübnan’a asker gönderme tezkeresi Meclis’te sert tartışmalar sonucunda kabul edildi. (…) Türk askeri 400 yıl hükmettiği ve 1920’de çekildiği Lübnan’a 86 yıl sonra dönüyor.”
Böylece, 400 yıl “hükmedilen” bu topraklara 86 yıl sonra gönderilecek askeri birliğin ne tür “barışçıl” ve “insani” amaçlar güdülerek gönderilmek istendiği de ifşa edilmiş oluyordu.
Bu insanlık ve barış sevdalısı Osmanlı varislerinden bir başkası ise, aymazlığı doruğa tırmandırarak ve burjuvazinin özlemlerine gayet güzel tercüman olarak şunları yazıyordu, aynı kafa yapısına sahip Zaman gazetesinde:
Kendi “arka bahçesi” içinde yer alan Lübnan konusunda Türkiye’nin kabuğuna çekilmesi beklenemez. (…) Türkiye neresidir? Kimin mirasçısıdır? Geçmişte nasıl bir rol oynamıştır ve bu rol günümüze ne tür miraslar bırakmıştır? (…) Öncelikle Türkiye, Osmanlı’nın varisidir. Osmanlı ise Lübnan’ın da içinde bulunduğu (…) toprakları 300-400 yıla varan uzunca bir süre yönetmiş, hakim olmuştur. (…) bu bölgeler Türkiye’nin bir bakıma bakımsız da olsa, içinde yabani otlar, dikenler çıkmış da olsa “arka bahçesi”dir. (…) ABD’de bazı çevreler Ortadoğu’da sınırların tekrar çizilmesinden bahsetmektedir. Böyle bir durumda kabuğuna çekilmek Türkiye’yi yazılan senaryoda belirleyici değil figüran rolü oynamaya hatta seyirci kalmaya mahkum edecektir. (…) Özetle Türkiye bölgeyi uzunca süre yönetmiş, tarihsel, etnik, kültürel bağları olan, bölgedeki gelişmelerden güvenlik, ekonomik ve siyasi olarak birinci derecede etkilenen ve etkilenecek, Osmanlı’nın mirasçısı, küresel olmasa bile bölgesel bir güçtür. (…) ulusal çıkarlarınızı korumak, dünyada dik durabilmek için “başınızı kuma sokmak” yerine, bölgede ve dünyada büyük devlet olarak ben de varım diyerek risk alınmalı ve Türkiye askeriyle temsil edilmelidir. Unutulmamalıdır ki, Türkiye 1974’te risk almış ve Cumhuriyet döneminin en büyük başarısı olarak Lozan’la haklarımızdan vazgeçmek zorunda kaldığı Kıbrıs’ta tekrar şu veya bu şekilde söz sahibi olmaya başlamıştır. (Doç. Dr. İdris Bal, 6.9.2006, abç)
Hatırlanacağı gibi 1974’te Kıbrıs’ta “risk alan” Türkiye, “Barış Harekâtı” adıyla gidip işgalle adanın kuzeyine çöreklenmişti. Burjuvazinin benzer hayallerinin zaman zaman örneğin Musul ve Kerkük için depreştiğini de biliyoruz. Ama anlaşılıyor ki, iştahlar sadece Musul-Kerkük için kabarmıyormuş, “arka bahçe”nin her metrekaresi yeterince ağız sulandırıyormuş. Yeter ki fırsat doğsun!
Sınır tanımayan BM budalalığı
Burjuvazinin asker gönderme niyetinin ardında yatan gerçekler bu kadar nettir. Ama bu netlik BM budalası sol liberallerin perde inmiş gözleri ve beyinleri için yeterli değildir. Onlar, kapitalizmin her türlü insani değeri ayaklar altına alıp çiğnediği ve parayı en yüce değer ilan ettiği bir dünyada, “uluslararası topluluk” olarak kutsadıkları BM’nin her sorunu çözebileceğini vazederek, burjuva ordulara ideolojik levazımcılık yapıyorlar:
Uzun yıllardır her durumda savunduğum çizginin devamı olarak, dünyada Birleşmiş Milletler iradesinin egemen olmasını sağlayacak adımları destekliyorum. Lübnan’a Barış Gücü gönderilmesi bir BM kararı (Rusya ile Çin’in de desteği var). BM’nin yürüttüğü işlerde Türkiye’nin rol almasını da hep destekledim, çünkü bu dünyada var olan herkesin bu dünyayı bunaltan bütün sorunlarda bir sorumluluk alması gerektiğine inanıyorum. … Ortadoğu keşmekeşi içinde şimdiye kadar gördüğümüz en ciddi AB müdahalesi olduğu için Barış Gücü’ne bu düzeyde önem veriyorum. (Murat Belge, Radikal, 8.9.2006, abç)
Öncülü olan Milletler Cemiyeti’ni Lenin’in “haydutlar çetesi” olarak değerlendirdiği emperyalist BM, bu sol liberaller için, dünyayı insanileştirecek, barışı güvence altına alabilecek kutsal bir birliktir. Ah bir de iradesi egemen olabilse!
Ortadoğu’yu keşmekeşe sürükleyen ABD emperyalizmine karşı “insanlık” ve “barış” aşkıyla dolu olan AB emperyalizminden medet uman bir solculuk! Ve ne yazık ki bu solculuk yukarıdaki satırların yazarıyla sınırlı kalan tekil bir örnek teşkil etmemektedir. Gerek BM’ye gerekse AB’ye yönelik bu yanılsamalar, reformist burjuva ve küçük-burjuva sosyalizmini de içine alan geniş bir sol yelpaze içinde her vesileyle yeniden ve yeniden üretilmektedir. Murat Belge’den alıntı yapmamızın tek nedeni onun bu görüşleri oldukça derli toplu bir şekilde özetlemiş ve çekincesizce yazmış olmasıdır.
AB emperyalizminin bölgeye barış götürmek üzere asker gönderdiğini söyleyenleri bizzat İtalyan dışişleri bakanı D’Alema yalanlıyor: “Bu [Lübnan’a asker gönderilmesi], Ortadoğu’da asla büyük bir varlığa sahip olmayan, her şey için en fazla bedel ödeyen ama başoyuncu olarak kabul edilmeyen Avrupa için büyük bir fırsattır.”
Başka bir demecinde, “BM ya da AB’nin Irak senaryosunda bir rolü yoktu, şimdi bu fırsatı kaçırmamamız gerekir” diyen D’Alema, Irak’ta Ortadoğu cephesi açılan emperyalist savaşın ABD ve İngiltere’ye sunduğu “fırsat”ları kaçırmış olmanın pişmanlığıyla dövünen AB’li emperyalistlerin hislerine tercüman oluyor böylece. Fransa’nın, Almanya’nın, İtalya’nın ve bilumum AB’li emperyalistlerin, D’Alema’nın yukarıda özetlemiş olduğu niyetlerle asker gönderdikleri çok açıktır.
Şurası çok açık ki, ne Birleşmiş Milletler denen emperyalist örgüt insani amaçlar güden bir oluşumdur ne de çeşitli bölgelere “Barış Gücü” adı altında gönderilen birlikler insani amaçlarla gönderilir. Yine aşikâr ki, emperyalist savaşları çıkaranların da, sonrasında sözümona yaraları sarmak amacıyla yıktıkları yerlere çeşitli türden birlikler gönderenlerin de niyetleri aynıdır: emperyalist paylaşım kavgasında, başka bir deyişle pastadan pay kapma yarışında şanslarını arttırmak! Bu pasta bazen türlü nedenlerle nüfuz alanı olarak cazip görülen bir bölge olabilir, bazen kapitalist şirketler için yaratılacak iş alanı olabilir, bazen bir orduyu eğitmek bahanesiyle ilgili ülkede üslenme şansı olabilir, vs. vs. Ama şundan emin olunmalıdır ki, hiçbir kapitalist ya da emperyalist ülke, savaşta kırılmış bir halkın yaralarını sarmak gibi “insani” ve “ahlâki” bir niyet taşıyarak bu tür bölgelere askeri ya da sivil birlikler göndermez.
Ama bu gerçeklere rağmen BM budalaları, sınıfsal meşrepleriyle de doğrudan ilişkili biçimde, bu kurumu burjuva devletlerin emperyalist hiyerarşideki yerlerine göre söz sahibi oldukları bir emperyalist örgüt olarak değil, barış ve insanlık yanlısı sınıflarüstü bir kurum olarak değerlendirirler. Onlara göre BM ne eylerse güzel eyler. Onlar ki, Irak savaşına destek vermemelerinin ilk gerekçesi olarak BM içinde konsensüs sağlanamamasını göstermişlerdir. Kendi devletlerinin de verdiği destekle bu konsensüs sağlansaydı, hiç kuşkumuz yok ki, Avrupa’da milyonları sokağa döken sosyalist, sosyal demokrat ya da sözde komünist partiler tereddütsüz kendi burjuvalarının peşine takılacaklardı. İsrail saldırılarına ya da Lübnan’a asker gönderilmesine karşı gösterilen tepkinin cılızlığı bunun en güzel kanıtıdır. Bunların Türkiye’deki meşrep kardeşlerinin kaygıları, tutumları ve fikirleri de zerre kadar farklı değildir.
Bugün kendilerine Sosyal Demokrat, İşçi, Sosyalist ya da Komünist adını verseler de, gerçekte egemen sınıfın emperyalist politikalarının kuyrukçuluğunu yapan reformist sol partiler işçi ve emekçi kitlelere ihanet içindedirler. Yakın ve uzak tarih bunun sayısız örneğiyle dolu. Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sırasında kendi burjuvalarını desteklemekten çekinmeyen o koskoca Alman Sosyal Demokrat Partisinin açtığı ihanet yolu, bugün uçsuz bucaksız bir otobana dönüşmüş durumdadır.
TC’nin doğrudan taraf olmasının gündeme geldiği bir emperyalist savaşta, solun hatırı sayılır bir kesiminin bu topraklarda da benzer tutumlar sergileyeceğinden kimsenin şüphesi olmamalı. Emperyalist savaşın her geçen gün daha patlamalı bir şekilde yayılmaya başladığı bugünlerde, gerçek komünistlerin en önemli görevlerinden biri de, milliyetçi sahtekarlığa, şovenizme, çeşitli kılıklara bürünen emperyal heveslere karşı amansızca mücadele etmektir. Milliyetçiliğe verilen en ufak bir primin, böylesi tayin edici anlarda kudurgan bir şovenizmi beslemek anlamına geleceği unutulmamalı.
link: İlkay Meriç, Burjuvazinin Emperyal Hesapları ve Lübnan, Ekim 2006, https://marksist.net/node/1008
Fındık Sorunu
Sendikal Mücadelede İlkeli Tutum /2