Senaryosu incelikle yazılmış bir korku filmini beş ay boyunca ustalıkla yöneten AKP, 1 Kasımda 4,6 milyonluk bir oy artışıyla yeniden iktidar koltuğuna oturdu. Bu süreçte, Kürt halkına yönelik kirli savaş bilinçli bir şekilde tırmandırıldı; doların fırlaması, piyasalarda belirgin bir durgunluğun yaşanması gibi kötüleşen ekonomik faktörlerin yanı sıra beş ay boyunca bir koalisyon hükümeti kurulamaması çıkışsızlık ve belirsizlik hissini alabildiğine güçlendirdi ve tüm bunların katkısıyla halkta ciddi bir kaos algısı oluşturuldu. Bu algıyla geniş kitleleri felçleştiren AKP, nihayetinde kendisinin bile beklemediği bir oy artışıyla tek başına iktidar oldu. Seçimlerin ardından özellikle AKP medyasının öne çıkardığı “seçmen istikrarı seçti”, “milletimiz istikrarı seçti”, “Türkiye istikrarı seçti” türünden manşetler, aslında yürütülen algı operasyonunun dayandığı temel argümana da işaret ediyordu: İstikrar!
Peki, emekçi kitleler için “istikrar” beklentisi ne ifade ediyor ve bunun gerçeklikle ilişkisi nedir? Bu meseleye çeşitli yönlerden bakmaya çalışalım.
“Siyasi istikrar”
Gerek 7 Haziran seçimlerine giderken, gerekse 7 Haziranda ortaya çıkan tablonun yeni bir seçime doğru ilerlediği beş aylık süreçte, AKP seçim propagandasının eksenini esas olarak “beni tek başına iktidara getirmezseniz siyasi kriz, ekonomik kriz ve savaş süreklileşir” çığırtkanlığı üzerine oturttu ve her üç meselede de istikrarı ancak kendisinin sağlayabileceğini iddia etti. Sonuçta, sınıf bilincinden yoksunluğun ve örgütsüzlüğün bir kez daha hükmünü icra ettiği bu süreçte, emekçi yığınların çoğunluğu bu yakıcı sorunlara düzenin dar penceresinden bakmaktan kurtulamayıp buna uygun tepkiler verdiler ve ekonomik, sosyal ve siyasal koşulların yarattığı hoşnutsuzluk, umutsuzluk ve öfkeyi kendine tahvil etmeyi başaran en büyük burjuva güç AKP oldu.
Öncelikle siyasi kriz meselesini ele alalım. 7 Haziran seçimlerinde AKP’nin tek başına iktidar olamaması, diğer partilerle koalisyon yapmaya yanaşmaması ve diğerlerinin de onun karşısına bir koalisyon hükümetiyle çıka(rtıl)maması sonucunda, burjuva siyaset arenası gerçekten de şiddetli bir krize girdi. 7 Haziranı izleyen bir ay, Erdoğan ve AKP’nin yasaları ve teamülleri hiçe sayarak ya da sonuna kadar istismar ederek süreci dondurmasıyla geçti. İkinci ve üçüncü aysa esas olarak AKP-CHP arasındaki koalisyon görüşmeleriyle bloke edildi. Ardından koalisyon kurulamıyor denerek seçim kararı alındı. Ancak herkesin aklında ister istemez, “benzer şartlarda yapılan bir seçimin benzer sonuçları vermesi kesinse bu tablo nasıl değişecek” sorusu takılı kaldı. Bunu pekiştiren bir diğer olgu ise, meclise giren dört partiden şu ya da bu kombinasyonla bir koalisyon hükümeti çıksa dahi, aralarında ciddi bir kan uyuşmazlığı bulunan bu partilerin oluşturacağı bir hükümetin ömrünün son derece sınırlı olacağının gün gibi açık olmasıydı. Yani burjuva güçler nur topu gibi bir siyasi krizle karşı karşıyaydılar ve bundan çıkış yolu görünmüyordu.
Burjuva siyasette kilitlenme haliyle karakterize olan bu kriz aslında egemen sınıfın ve onun düzeninin kriziydi. Ancak işçiler burjuva siyasetçilerin ve sermaye medyasının yarattığı kalın gözbağlarını yırtıp atamadıklarından olaylara da onların penceresinden, onların gözüyle bakmaktan kurtulamadılar. Nihayetinde emekçi kitlelerin önemli bir bölümü mevcut siyasi krizden düzen içi çıkışın en kolay yolunu seçerek AKP’ye istediğini verdiler ve böylece siyasi kriz sona erdirilmiş gibi göründü. Ne var ki, yaşanan siyasi kriz hükümet krizinden ibaret basit bir kriz değildir ve Kürt sorunu, Ortadoğu savaşı, kıran kırana yürüyen burjuva kapışma, anayasa-başkanlık sistemi tartışmaları gibi çok yakıcı meselelerin bu krizi şiddetlendireceği önümüzdeki dönemde çok daha net görülecektir.
AKP’nin seçim sürecinde alabildiğine tırmandırdığı savaş, emekçi kitlelerdeki kaos algısını oluşturan temel unsurlardan bir diğeriydi. Bir yandan Kürdistan’ı adeta 90’lı yıllara geri döndürerek Kürt halkını devlet terörüyle terbiye etmeye çalışan AKP, öte yandan savaşı başlatanın PKK olduğu yalanını dört bir koldan pazarlayarak batıdaki emekçi kitleleri illüze edip şovenizm ve bölünme paranoyasıyla kendi safına çekmeyi başardı. “Son teröristi yok edene kadar terörle mücadelemiz sürecek” türü sözlerle 90’ların egemen söylemini dilinden düşürmeyen ve açıktan açığa “400 vekil verseydiniz bunlar olmazdı” diyecek kadar pervasızlaşan AKP’nin bu noktada HDP’ye güçlü bir darbe indirmek dışında iki temel hedefi bulunuyordu: Birincisi, 7 Haziranda HDP’ye kaptırdığı Kürt oylarının hiç değilse bir kısmını korku salarak geri almak, ikincisi MHP, BBP ve Saadet Partisi tabanındaki milliyetçi oyları devşirmek. AKP izlediği bu stratejiyle amacına ulaştı. Kürt sorununu “terör sorunu”na indirgeyen resmi ideolojiyle zihinleri felçleştirilmiş halk kitleleri, 35 yıl boyunca imha ve inkâr politikaları eşliğinde yürütülen bu savaşın hiçbir sonuç getirmediğini düşünmeden şoven moda geri dönüş yaptılar. Bu arada, CHP’ye oy verenlerin bir bölümü de dahil olmak üzere geniş bir kitle, yaratılan Kürt düşmanlığı, bölünme korkusu ve artan asker-polis ölümleri nedeniyle, Kürt siyasi hareketine yönelik saldırıları ve Kürt halkına yönelik azgın devlet terörünü onaylayarak AKP’ye açık ya da örtük bir destek verdi. Sonuçta, kaos algısıyla paralize edilen kitleler, ancak güçlü bir iktidarın bu sorunun üstesinden gelebileceği hissiyle, akan kanı durduracak tek gücün kendisi olduğunu iddia eden AKP’ye yöneldiler.
Oysa akan kanın gerçek sorumlusu bizzat, içeride ve dışarıda izlediği politikalarla 2012 yılından bu yana giderek bir savaş hükümetine dönüşen ve geçtiğimiz seçim sürecinde bu niteliğini alenen ortaya seren AKP’dir. Nitekim yeniden tek başına iktidar olmasına rağmen Kürt illerinde terör estirmeye devam etmekte, Silvan, Nusaybin, Yüksekova gibi pek çok ilçede uzun süreli sokağa çıkma yasakları uygulanmakta, evler, dükkânlar bombalanmakta, aralarında kadınların ve çocukların da bulunduğu onlarca insan katledilmektedir. Adeta IŞİD’leşmiş özel harekâtçıların duvarlara “Esadullah Timi burada”, “Türksen Övün, Değilsen İtaat Et”, “Kanımız Aksa da Zafer İslamın” gibi ırkçı ve cihatçı sloganlar yazıp gövde gösterileri yaptıkları bölgede, AKP Kürt halkına intikamcı duygularla saldırmaya devam etmektedir. Bu zihniyetin sürdürülmesi halinde Kürt sorunu çözülmek bir yana ülkenin iç savaşa sürükleneceği açıktır.
Kürt sorunu nicedir Ortadoğu’daki gelişmelerden bağımsız olarak ele alınamayacak olan uluslararası bir sorun haline gelmiştir ve AKP’nin Rojava politikasıyla içerideki Kürt politikası birbirine kopmaz bir biçimde bağlıdır. Üstelik AKP’nin savaş politikaları sadece Kürt sorunuyla sınırlı olmayıp, Ortadoğu ve Afrika’ya yönelik emperyalist planları kapsamında daha geniş bir çerçeveye oturmaktadır. Türkiye’nin Suriye’nin kuzeybatısında yer alan Türkmen bölgesindeki çatışmaları bahane ederek Rusya ve Esad yönetimine karşı savaşçıl söylemini tırmandırması ve 24 Kasımda sınır ihlali yaptığı gerekçesiyle bir Rus uçağını düşürecek kadar ileri gitmesi, durumun vahametini bir kez daha göstermektedir. Burnumuzun dibinde kanlı bir emperyalist paylaşım savaşı yaşanırken ve Türkiye de bu savaşa müdahil olmuşken, emperyalist bir dış politikayı azgınca hayata geçirmeye çalışan AKP hükümetinden içeride barışçıl bir politika izlemesini beklemek boş bir hayaldir. Dolayısıyla AKP’nin istikrar söyleminin bu alanda da hiçbir karşılığı yoktur. AKP, emekçi kitlelere barış, refah ve huzur değil, gayet “istikrarlı” bir biçimde savaş ve yıkım getirmeye devam edecektir.
“Ekonomik istikrar”
AKP’nin emekçi kitleleri aldatarak peşine takmak için kullandığı temel argümanlardan bir diğeri de ekonomik istikrar konusudur. AKP bu alanda çift yönlü bir algı operasyonuna girişmiştir: Bir yandan, her geçen gün daha kötüye giden ekonomik koşullara rağmen işçi-emekçi kitlelerde bir ekonomik istikrar algısı oluşturmak; öte yandan, tek başına iktidar olamadığı takdirde büyük bir ekonomik istikrarsızlığın yaşanacağı ve bunun emekçileri çok kötü bir şekilde vuracağını söyleyerek büyük bir korku yaratmak. Bu operasyonun her iki ayağı da yalana ve ilüzyona dayanmaktadır.
Her şeyden önce, 2000’li yılların başından bu yana tüm dünyada giderek daha da derinleşen bir kapitalist sistem krizi yaşanmaktadır. 2008’den itibaren Avrupa ve Amerika da dâhil tüm dünyaya yayılan bu kriz, Türkiye’de de sermayenin ve sermaye hükümeti olan AKP’nin işçi ve emekçilere yönelik saldırılarını arttırmasıyla sonuçlanmıştır. Ücretleri alabildiğine düşen, çalışma saatleri 16 saate kadar yükselen, sosyal hakları budanan işçiler, zor koşullarda geçim mücadelesi vermektedirler. Benzer bir durum, gerek kırda gerekse kentlerde, borç batağına batmış köylü, esnaf, zanaatçı, imalatçı küçük-burjuva kitleler için de geçerlidir. Normalde bu durumun emekçi kitleler için sefalet ve mutlak yıkımla sonuçlanması gerekirdi. Ne var ki, uzunca bir süredir kapitalist sistemin ayakta kalmak üzere başvurduğu etkili bir mekanizma olan kredi mekanizması sayesinde, emekçi kitleler gerçek alım güçlerini kat be kat aşan bir harcama olanağına kavuşmuşlar fakat büyük bir borç batağına sürüklendikleri halde içinde bulundukları durumun vahametini algılayamaz hale getirilmişlerdir. Gerçekte bu, yanılsamalar içinde geçirilen bir tür uzatılmış can çekişme halidir. Elif Çağlı, 2012 yılında kaleme aldığı Kapitalizm Çıkmazda adlı yazısında, kredi mekanizmasının rolünü gerek kapitalist sistem krizleri ve gerekse emekçi kitleler açısından analiz ederek şunu vurguluyordu:
“Kapitalizm bir yandan toplumsal ihtiyaçları yeterince karşılamaksızın salt kâr amaçlı plansız doğasıyla anarşik bir tarzda «aşırı üretim» stoku yaratırken, diğer yandan kitlelerin satın alma gücünü de büsbütün azaltarak çok ciddi bir «eksik tüketim» sorununa yol açar. Bu durum kapitalizmin neticede kendi başına belâ olan kaçınılmaz bir iç çelişkisidir. Bu gerçeklik karşısında kapitalizm çareyi, kitleleri borçlandırmaya dayanan bir ek satın alma gücü yaratmakta bulmuştur. İşçi sınıfı ve geniş emekçi kitleler bu yolla borç batağına sürüklenirken, aynı zamanda da, kapitalist bölüşümün kendilerine hak görmediği bir harcama «imkânına» kavuşmuş olmaktadırlar.
“Kredi mekanizmasının tüketimi arttırmak bakımından bir ek satın alma gücü yaratarak olumlu bir rol oynadığı düşünülebilir. Ancak meseleye bir de ödemeler açısından baktığımızda, kredinin hem kapitalistler hem de işçi sınıfı için sorunlar yaratan bir mekanizma olduğu anlaşılacaktır. Kitlesel borçlandırma yoluyla eksik tüketimin ürkütücü sonuçlarından kaçmaya çalışan kapitalizm, bunu yapmakla aslında içinden çıkılmaz bir geri ödenemeyen borçlar sorunu yaratmaktadır ve sistemik krizlerin kaynağını kurutmak bir yana yeni açmazları tetiklemektedir. Geri ödenemeyen krediler kapitalistlerin karşısına içinden çıkılamaz krizler şeklinde dikilmektedir. Bu durumun işçi sınıfına getirdiği ise, düşen ücretler, kesintiye uğrayan sosyal fonlar, kaybedilen işler nedeniyle iptal edilen kredi kartları ve netice olarak neredeyse tümden yitirilen satın alma gücü olmaktadır. Ayrıca kredi sistemi işçiler ve işçi aileleri açısından pek çok yıkıcı sonuç yaratmakta, dahası onların kapitalist düzen konusunda tehlikeli yanılgılara sürüklenmelerine ve bu düzene karşı mücadeleci bir sınıf tutumu alamamalarına yol açmaktadır.”
İşte AKP uzun bir dönemdir bu olgu üzerinden hareket etmiş ve başta küçük-burjuvazi olmak üzere emekçi yığınların önemli bir bölümünü, mevcut istikrarsızlığı istikrar olarak algılama yanılsamasına sürükleyebilmiştir. Son seçim sürecinde de ama bu kez tersinden, istikrarsızlık tehdidi savurmuştur. Kredi kartlarına ve banka kredilerine yaslanarak devam ettirebildikleri yaşamlarının en ufak bir sendelemede altüst olacağının farkında olan bu kitle, sonuç olarak AKP’nin istikrarsızlık tehdidi karşısında korku ve paniğe kapılarak yılana sarılmıştır.
Bu tepki kuşkusuz en kristalize haline küçük-burjuva kesimlerde ulaşmış, istikrar söylemi en çok bu kitlede alıcı bulmuştur. Üstelik AKP hükümetinin Kürt illerinde uyguladığı devlet terörü ayyuka çıkmasına rağmen, Haziran seçimlerinde HDP’ye giden 1 milyona yakın Kürt oyu Kasımda AKP’ye geri dönmüştür. Küçük-burjuva sınıfsal temeli ağır basan bu kitle, gerek savaş gerekse ekonomik kriz karşısında Türk “sınıf kardeşlerine” benzer reflekslerle hareket etmiştir. Güvensizlik ve belirsizlik duygusunun piyasanın durmasına yol açması, doların fırlaması, faizlerin artma olasılığının güçlenmesi gibi olumsuzluk sinyalleri, esas olarak ticaretle uğraşan bu kitleyi son derece tedirgin ederek “istikrar elden gidiyor” çığırtkanlığı yapan AKP’nin peşine takmıştır.
Kuşkusuz sadece küçük-burjuva kesimler değil, bilinçsiz ve örgütsüz işçi kitleleri de aynı kaygılarla AKP’nin oltasına gelmiştir. Bakın AKP’ye oy veren ve 17 yıldır bir metal fabrikasında çalıştığını belirten bir işçi, geniş bir işçi kitlesinin içinde bulunduğu ruh halini kendi şahsında nasıl dile getiriyor:
“Aylık ücretim 1650 liradır. Ayrıca yılda 3 ikramiyemiz vardır. 2 çocuğum var ve hepsi de okula gitmektedir. … Hayatım boyunca MHP ve AKP’ye oy verdim. Hazirandaki seçimde sandığa gitmedim. Gitseydim Haziranda AKP’ye ya da MHP’ye oy vermeyecektim. HDP’ye oy vermeye de sıcak bakmadım. … Ben 15 yıl borçlanarak Tuzla Aydınlı’da bulunan TOKİ konutlarından ev aldım. Daha 13 yıllık borcum var. Ayda aidat dâhil 530 lira ödeme yapıyorum. Taksitlerimiz 6 ayda bir enflasyon kadar artıyor. Haziran’dan sonra hükümet kurulamaması sonucu benimle aynı durumda olan binlerce işçiyi istikrar bozulacak kaygısı aldı. Benim oturduğum TOKİ konutlarında yaklaşık ailelerle birlikte 6000 insan yaşamaktadır. TOKİ’den 15 yıl borçlanarak ev alanların büyük çoğunluğu benim gibi fabrikalarda çalışan işçilerdir. TOKİ yönetimi bizlere yaptıkları toplantılarda sürekli olarak “İstikrar bozulursa, AKP tek başına hükümet kuramazsa taksitleriniz çok artar. Bakın döviz fırladı gitti, faizler arttı zar zor ev sahibi oldunuz. Yanlış yaparsanız eviniz de gider” dediler. Ben fabrikaya geldiğimde kendimi güvende hissederken, yaşadığım konutlara gittiğimde kendimi yalnız, çaresiz hissetmeye başladım. Fabrikada başka şeyleri konuşurken eve gittiğimde başka şeyleri konuşur hale gelmiştim. TOKİ yönetimi neredeyse 3 gün arayla oturanlarla toplantı yapar hale gelmişti. Ben 1 Kasım seçimlerinde oyumu AKP’ye verirken bir işçi gibi değil TOKİ’den 15 yıl borçlanarak ev almış birisi gibi davranmak zorunda kaldım.” (Evrensel, 16 Kasım 2015)
İşçi kardeşimiz, milyonlarca işçi ve emekçinin içine düşürüldüğü açmazı samimiyetle dile getiriyor ve bir işçi gibi değil küçük-burjuva gibi davrandığını farklı sözcüklerle itiraf ediyor. Elbette AKP’nin, TOKİ’ye varıncaya kadar, kontrolü altındaki tüm devlet olanaklarını kendi iktidarı için nasıl kullandığını da çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor.
Kapitalist düzen, aldığı ücretle geçinmesi mümkün olmayan ve insanlık dışı koşullara mahkûm edilen, daha iyi bir yaşam sürmek en doğal hakları olmalarına rağmen tüm ürettiklerine el konarak bu haktan mahrum bırakılan işçileri, bin bir iplikle kendine bağlıyor. Ev kredisi, otomobil kredisi, kredi kartı borçları, işten atılma korkusu, işçi sınıfının eline ayağına dolanıyor. Sonuçta da AKP gibi düzen partileri bir yandan bu çaresizliği sömürerek, öte yandan milliyetçilikle, yapay kutuplaştırmayla emekçilerin gözlerine mil çekerek, iktidarlarını devam ettiriyorlar.
Savaş ve krizle hemhal olmuş bir dünya ve Türkiye konjonktüründe istikrar beklentisinin burjuvazinin yarattığı ve emekçi kitlelere yutturmaya çalıştığı bir ham hayalden ibaret olduğunun farkında olan ve bu oyunlara gelmeyen sınıf bilinçli bir işçi kitlesi de var kuşkusuz. Bu işçilerden biri, Uluslararası İşçi Dayanışması Derneği’ne yazdığı bir mektupta, AKP’nin “istikrar” yalanını şöyle deşifre ediyor:
“Yalan, dolan, hile ve hurdayla seçimlerden birinci parti olarak çıkan AKP, ‘istikrar sürsün’ diyerek bu seçimlerde emekçilerden oy topladı. Ne yazık ki işçilerin önemli bir kesimi, çeşitli kaygılar ve esas olarak da örgütsüzlüğünden dolayı tekrar AKP’ye yöneldi. Oysa istikrar nasıl sürecekti, 13 yıldır istikrar mı vardı? … İstikrarın bizim açımızdan ne olduğunu hem bir mahalleli hem de bir işçi olarak ele almak istedim. Çalışma koşullarına detaylıca girmeyeceğim çünkü çok istikrarlı bir şekilde fazla mesailere kalıyoruz, ücretlerimiz de istikrarlı bir şekilde asgari ücret seviyesinde kalmaya devam ediyor, iş kazaları ve işçi ölümlerinde de istikrar devam ediyor. İşten atılma korkusu yüzünden, aynı bir asker gibi, yöneticilerin karşısında istikrarlı bir şekilde neredeyse esas duruşa geçiyoruz. Ben Esenyurt’ta oturuyorum, mahallelerimizde de durum pek farklı değil. Aldığımız maaşın yarısı ya ev kirasına ya da iki katı kredilere gidiyor. Esenyurt işsizliğin en istikrarlı olduğu mahallelerden biri olduğu gibi, uyuşturucu sektörünün de istikrarlı bir canlılık içinde olduğu yerlerden biridir. … En ufak bir hak arama mücadelesinde, basın açıklamasında kolluk kuvvetleriyle hemen orada biten devlet, Esenyurt’un göbeğinde hem de her akşam aleni ve istikrarlı bir şekilde kumar oynatılmasına rağmen, hemen hemen her park, her köşe başı uyuşturucu tacirleriyle doluyken, nedense ortalarda gözükmüyor! … Yani dostlar, Esenyurt’ta ağır çalışma koşulları, iş kazaları ve işçi ölümleri, uzun iş saatleri, uyuşturucu ve kumar, mücadeleci işçilere baskılar istikrarlı bir şekilde sürüyor. İstikrar namına başka da gördüğümüz bir şey yok!” (http://uidder.org/esenyurtta_istikrar_var.htm)
İşçiler, emekçiler, insan gibi çalışıp insan gibi yaşayacakları, çocuklarını güven içinde büyütecekleri ve geleceklerinden endişe duymayacakları bir hayat istiyorlar. Burjuva partiler de bu vaatlerle iktidara geliyor ve tıpkı AKP gibi, ekonomik büyümeden, refahtan, güçten, kudretten bahsederek kitleleri peşlerine takıyorlar. Oysa kapitalizm işçi-emekçi kitlelere kurtuluş ne kelime tam bir cehennem vaat ediyor. Burjuva hükümetler, işçi sınıfına ve emekçilere yönelik saldırılarını, güzel sözlerle ve bin bir yalanla gizleyebildikleri ölçüde iktidarda kalıyorlar ve ardından yerlerini yenilerine bırakıyorlar. Gelen hükümetler de seleflerinin yarım bıraktıklarını tamamlıyorlar. Bu kandırmaca, işçi sınıfı örgütlü bir güç olarak ayağa kalkıncaya ve bu oyunu bozuncaya dek ne yazık ki devam edecek. Ne AKP ne de başka bir düzen gücü işçilerin, emekçilerin çıkarları doğrultusunda bir politika izleyerek, onlara istikrarlı bir refah, barış ve huzur getirebilir. Gerçekten istikrar isteyen işçilerin ve emekçilerin, istikrarlı bir şekilde örgütlenmekten ve bu kapitalist sömürü düzenine karşı istikrarlı bir mücadele yürütmekten başka şansı yoktur.
link: İlkay Meriç, AKP’nin İstikrar Kandırmacası, 4 Aralık 2015, https://marksist.net/node/4630
Kim Kazandı?