Kapitalizm doğaya akıl almaz zararlar veriyor. Türkiye’de de durum farklı değil. AKP iktidarıyla birlikte doğa talanı büyük bir hız kazanırken, faşist rejimin kurumsallaşmasıyla birlikte bu talan daha da pervasızlaşmış, yıkım daha da artmıştır. Üstelik iktidar bir taraftan doğayı talan etmekte, diğer taraftan da yaptığını itiraf ederek yoluna devam etmektedir. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Mehmet Özhaseki “Her tarafı yemyeşil, zümrüt gibi olan Anadolu coğrafyasını adeta talan ettik. Ağaçlarımızı yok ettik, ormanlarımızı da kel hale getirdik. Şimdi yeniden bir seferberlik başlatıyoruz” diyerek doğayı nasıl talan ettiklerine, şehirleri ne hale getirdiklerine dair itiraflarına bir yenisini eklemiştir. Tarih boyunca sayısız medeniyete ev sahipliği yapmış bu kadim coğrafya sermayenin açgözlülüğü nedeniyle çöle dönmeye başlamıştır.
Bakanın seferberlik başlatıyoruz lafının anlamı bellidir. Bu cümleyi ilk duyan, iktidarın artık doğa talanına son vereceğini, seferberlik başlatarak doğayı koruyacak önlemler alacağını düşünebilir. Ancak bu cümlelerin ne anlama geldiğini daha önce de bizzat Erdoğan’ın benzer beyanatlarından biliyoruz. Erdoğan’a sarf ettiği şu sözleri hatırlatmak yararlı olacaktır: “Şu andaki Ayder bizim temsilimiz olamaz. Allah’ın bize verdiği Ayder bambaşka, biz Ayder’i kirlettik, rezil ettik. Burada inşallah devlet olarak da özellikle duracağız. Ayder’i kentsel dönüşüm ile hakikaten şanına yakışır hale getireceğiz. İçişleri Bakanımız ile Uzungöl’ü görüştük. Aynı değişim dönüşümü Uzungöl’de de yapmamız lazım. Bunlar çekim alanı. Otel olayına girmeleri halinde Rize rahatlayacak.”
Tam da Erdoğan’ın dediği gibi oldu. Hem Ayder hem de Uzungöl otellerle doldurularak tüm doğal güzelliklerini kaybederek bir ucubeye döndüler. Faşist iktidarın kentsel dönüşümden ne anladığını yıllardır yapılan plansız, programsız, hiçbir estetiğe dayanmayan, tamamen ranta dayalı, şehirlerin, bölgelerin tarihi dokusunu yok eden betonlaşmış yapılardan anladık, tecrübe ettik.
Elbette ki doğanın katledilmesi Türkiyeli egemenlere özgü bir durum değil. Tüm dünyada benzer şekilde sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda hareket edildiği için bugün dünyamız ekolojik bir krizle karşı karşıyadır. Ancak doğanın katledilmesinde ve bunun yapılış tarzında AKP iktidarının müstesna bir yeri vardır. Erdoğan’ın dediği gibi “biz bu şehrin kıymetini bilmedik, biz bu şehre ihanet ettik, hâlâ da ihanet ediyoruz, ben de bundan sorumluyum” deyip ihanete devam etmek apayrı bir meziyet olsa gerek! İktidarın bugüne kadar yaptığı doğa talanını çeşitli yazılarımızda defalarca ortaya koyduk. Ancak yine de bazı hatırlatmalar yapmak, bu talanın ne boyutlara vardığını göstermek önemlidir: “Ormancılık politikası uzmanı Erdoğan Atmış, 2012-2020 yılları arasında ormanlık alanların enerji, maden ve turizm şirketlerine tahsis edilmesi nedeniyle yılda ortalama 38 bin 94 hektar ormanın yok olduğu bilgisini veriyor. Aynı yıllarda çıkan yangınlarda ise yılda ortalama 9 bin 704 hektar orman yok olmuş. Yani ranta kurban edilen ormanlık alan, yangınlarda yok olanın dört katı! 2015-2020 yılları arasında yapılan 3987 maden ruhsatı ihalesinden 1148’i ruhsata dönüştürüldü. Yeraltı suları ve su havzalarına, tarım alanlarına, sit alanlarına bile maden ruhsatı veriliyor. Örneğin Muğla ve çevresinde bulunan orman alanlarının yüzde 65’i, tarım alanlarının yüzde 48’i ruhsatlandırıldı. Kaz Dağları ve çevresinde orman alanlarının yüzde 80’i, tarım alanlarının yüzde 78’i, su havzası alanlarının ise yüzde 73’ü ruhsat alanına dâhil edildi. Kaz Dağlarında siyanürlü altın araması için maden ruhsatı alan Kanadalı şirket Alamos Gold bölgede 350 bin ağaç kesti.”[1]
Bu listeyi fazlasıyla uzatmak mümkündür. En son Erzincan İliç’te yaşananlar iktidarın pervasızlığının bir örneğiydi. 13 Şubatta Anagold Madenciliğe ait Çöpler altın madeni sahasının atık dağlarında çökme meydana geldi. Siyanür ve sülfürik asit başta olmak üzere ölümcül kimyasal içeren liç yığını sel olup akarak 100 dönümlük alana yayıldı. İşçilerin çatlakları fark edip şirket yetkililerini uyarmalarına rağmen, uyarılar dikkate alınmadan dinamit patlatılmaya devam edilmesi sonucu felâket yaşandı ve 9 işçi liç yığınının altında kaldı. Aradan aylar geçmesine rağmen henüz işçilerin tamamının cenazelerine ulaşılmış değil. Böylesi bir coğrafyada altın madeninin işletilmesi gerçekten de akla zarar durumlardan biriydi. Bilindiği üzere Erzincan şiddetli depremler üreten bir fay hattının üzerinde yer alan bir kenttir. Fakat yakın geçmişte büyük bir deprem yüzünden binlerce insanın hayatını kaybettiği halde bu şirkete maden ruhsatı verilebilmiştir.
İş bu kadarla da sınırlı değildir elbette. İliç heyelan riskinin bulunduğu, etrafında ormanlık alan ve meraların bulunduğu bir bölgedir. He şeyden önce maden sahasının 300 metre yakınından Fırat nehrinin geçiyor olması bile yaşanacak felaketin boyutlarını ortaya koyuyor. Fırat nehri kenarında kurulu onlarca yerleşim yeri bulunması, Fırat’ın Suriye ve Irak’tan geçerek Basra körfezine dökülmesi dikkate alındığında, bölgede yaşayan milyonlarca insanın risk altında olduğu görülebilir. Tüm bunlara rağmen faşist iktidar TMMOB, TTB, TBB gibi meslek örgütlerinin ve çevre aktivistlerinin itirazlarına ve açılan davalara rağmen maden arama şirketinin kapasitesini arttırarak doğayı katletmeye devam etmesine göz yummuştur.
Faşist rejim kurumsallaştıktan bu yana elde ettiği güçle çıkardığı keyfi kararnamelerle istediği her alanı HES’lerle, madenlerle, taş ocaklarıyla doldurmaktadır. İktidar, Hasankeyf gibi nice tarihi uygarlığa ev sahipliği yapmış yerleri barajların altına gömmüş, tarihi yerlerin restorasyonunu iş bilmez, liyakatsiz, gözü aç müteahhitlere vererek ortada tarihe dair ne varsa katletmiştir. Ormanlar, kıyılar, sit alanları inşaat şirketlerinin, otellerin yağması altındadır. Örneğin gözünü Türkiye’nin en güzel koylarından biri olan Bodrum Cennet koyuna diken “beşli çeteden” Cengiz inşaat mahkeme kararlarını tanımamış, son olarak mahkemeden ÇED raporu gerekli değil kararı çıkartarak kapasite artışına gitmiştir. Ayakkabı ile bile girilmeyecek denilen Salda gölünden kamyonlarla kumların çalınması da bu garabetin diğer bir örneğidir.
Öte yandan, zaten açılan taş ocakları ile tarım alanları, ormanlık alanlar talan edilmişken, geçimini buradan sağlayan onlarca köy boşalmışken, buna yenileri de eklenmek isteniyor. Örneğin UNESCO Dünya Kültür Mirası Koruma Bölgesinde olan ve hassas bölge olarak tanınan İzmir’in Bergama ilçesindeki Kozak yaylası taş ocaklarının tehdidi altında. Yukarıcuma köyü sınırlarında açılmak istenen taş ocağı için yapılan bilgilendirme toplantısına alınmayan bölge halkı doğa talanını protesto etti. Yukarıcuma köyü muhtarı Hakan Peker, “Biz köy halkı ve tüm Kozak muhtarları olarak taş ocaklarına karşıyız. Bizim orada 5 bin dönüm, devletin bize vermiş olduğu çam fıstıklık arazimiz var. Tam da verim verecek yaştalar. Maden şirketi bu alanı yok etmeye çalışıyor. Aynı zamanda bu bölgede hayvancılık yapıyoruz. Bu proje hayata geçerse hayvancılık faaliyetlerimiz de biter. Proje hayata geçerse en temel iki geçim kaynağımız darbe alacak ve göç etmek zorunda kalacağız” diyor.
Benzer bir durum da Mersin’de yaşanıyor. Mersin’in Toroslar ilçesine bağlı Hamzabeyli köyünde taşocağı açmak isteyen şirket, yöre halkının itirazlarına rağmen nihai ÇED raporunu hazırladı. Bölge halkı yine diken üstünde ve yaptıkları protestolarla seslerini duyurmaya çalışıyor. Yakın zamanda Samsun’un Kavak ilçesi Köseli Mahallesinde planlanan taş ocağına karşı mahalle halkı yaptığı eylemle tepki gösterdi. Taş ocağı yapılmak istenen tüm bu bölgelerde tarım alanları yok ediliyor, tarım ve hayvancılıkla uğraşan ve geçimini buradan sağlayan köylüler yaşam alanlarından göç ettiriliyor. İşte bakanın tarif ettiği üzere “yemyeşil, zümrüt gibi” bir doğa böyle talan ediliyor. Bununla birlikte Türkiye’nin birçok bölgesinde köylerine, ormanlarına, sularına sahip çıkan emekçilerin mücadelelerine her gün yenileri ekleniyor. Son olarak Akbelen’de yapılmak istenen termik santral, köylülerin, sivil toplum kuruluşlarının verdiği uzun soluklu mücadelesi sonucu şimdilik rafa kaldırılmış durumda. Bilindiği gibi Kazdağları’nda, Cerrattepe’de olduğu gibi Akbelen’de de başta yöre halkı olmak üzere desteğe gelenler devlet terörü ile karşılaşmış, polis ve jandarmanın hışmına uğramıştı. Bu mücadeleler sonucunda, termik santral projesi cumhurbaşkanı kararnamesi ile şimdilik iptal edilmiştir.
Gelinen noktada tüm doğa ağır bir tahribata uğratılmıştır. Ancak hiçbir şey tek yönlü ilerlememektedir. Nasıl ki ekonomik sorunlar ve yıkım politikaları toplumda bir tepkiyi doğuruyorsa, doğanın talan edilmesinin de tepki doğurması kaçınılmazdır. “Daha önceleri siyasi iktidarın kurumları aracılığıyla kolaylıkla kandırılan köylüler, yaşam alanlarının, geçim kaynaklarının ve geleceklerinin ellerinden alındığı gerçeğini gördükçe bilinçli bir tepki göstermeye başlamışlardır. Bu tepki büyüyüp yayıldıkça sermaye ve faşist rejim her türlü zora başvurarak onu ezmeye girişmekten çekinmemesine rağmen, hareketin süreklilik dinamiklerinin güçlü olduğu görülmektedir. Bununla birlikte, kapitalizmin yarattığı çok boyutlu sorunlar karşısında yükselen mücadelelerin işçi sınıfının sendikal ve siyasal örgütlerinin zayıflığı ve perspektifsizliği yüzünden birleştirilememesi, tepkilerin tekil, yalıtık ve dağınık kalıp potansiyel gücüne ulaşamamasına yol açmaktadır. Bu sadece Türkiye’de değil tüm dünyada yaşanan bir zafiyettir. Saplanılan çıkışsızlığın aşılması, çevre sorunları karşısında yürütülen mücadelenin kapitalizme karşı mücadelenin parçası haline gelmesine bağlıdır.”[2] İşte o zaman mücadele doğru bir hat üzerinden yürütülebilir.
[1] Serkan Tekin, Doğa Katliamı ve Tarihsel Mirasın Yok Edilmesi, 8 Ağustos 2022, marksist.net/node/7723
[2] Marksist Tutum, Politik Tespit ve Değerlendirmeler: Dünya ve Türkiye - 2024, Ocak 2024, marksist.net/node/8196
link: Hakan Sönmez, Talan Edilen Doğa ve Muktedirlerin Yüzsüzlüğü, 26 Haziran 2024, https://marksist.net/node/8297
Anaların Ağıtlarına Sansür
Dünyaya Barış İşçilerle Gelecek!