Sermayenin çok yönlü hareketi
Kapitalizmin sömürgeci yayılmacılık dönemine, büyük güçlerin daha geniş sömürgeler elde etme ihtirasının körüklediği savaşlar ve toprak ilhakları eşlik ediyordu. Bu döneme damgasını basan iktisadi özellik, dış pazarlara artan meta ihracı, sömürgelerden ucuz hammadde ithali ve dünya ticaretinde üstün bir konum elde etme arzusuydu. Fakat kapitalizmin emperyalist aşamaya yükselmesiyle birlikte sermaye ihracı büyük bir önem kazandı. Bununla birlikte, meta ihracındaki ve dünya ticaretindeki gelişme de kuşkusuz son bulmadı. Zira bu gibi unsurların olmadığı bir kapitalizm mümkün değildir. Ne var ki gelişmiş kapitalist ülkelerde ortalama kâr oranı düştüğünden, sermaye daha kârlı olacağı yatırım alanları arayışı içinde az gelişmiş bölgelere akmaya, buralarda da kapitalist bir işleyişi kamçılamaya başladı.
Burada önemli bir hususun yanlış anlaşılmaması gerekiyor. Sermaye hareketinde ağır basan yönün her zaman gelişmişlerden az gelişmişlere doğru olacağı şeklinde bir kural yoktur. Gerçi geçmişte gelişmiş kapitalist ülkeler kendilerine ait sömürge veya nüfuz alanlarına çok önemli ölçeklerde sermaye yatırımı yaptılar. Ama zamanla büyük sermayenin çeşitli ülkeler arasındaki çok yönlü ilişkileri öne çıktı. Yirminci yüzyıldaki sermaye hareketleri incelendiğinde, yüzyılın başlangıcında gelişmiş ülkelerden az gelişmişlere doğru sermaye ihracının ağır bastığı görülür. Ayrıca, kapitalist gelişmede daha sonra müthiş sıçramalar kaydeden bazı ülkeler de önceleri büyük ölçeklerde sermaye ithal etmişlerdir. Birinci Dünya Savaşı öncesinde ABD’nin sermaye ithali dikkat çekici boyutlardaydı. Fakat Amerikan kapitalizmi daha sonra muazzam bir yükseliş kaydedecek ve İkinci Dünya Savaşını takiben de emperyalist sistemin tartışmasız hegemon gücü olacaktı. ABD artık Avrupa’ya ve çeşitli ülkelere devasa boyutlarda sermaye ihraç eden bir numaralı emperyalist ülke konumuna ulaşmıştı.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında dikkat çeken olgulardan biri de, ABD, Avrupa ve Japonya gibi gelişmiş kapitalist ülke veya bölgeler arasındaki ekonomik ilişkilerin ve karşılıklı bağımlılığın artışı oldu. Dünya ticareti ve sermaye hareketi içinde gelişmiş kapitalist ülkelerin tuttuğu yer büyüdü. Bunun başlıca nedenlerinden biri, sermayenin aşırı riskli gördüğü yerlerden kaçıp kendini sağlama almayı yeğlemesiydi. Bir zamanların sömürge ve yarı-sömürge ülkelerinde tutuşan ulusal kurtuluş mücadeleleri, genelde bu tür bölgelerde risk faktörünü değişikliğe uğratmıştı. Ayrıca, yeni kurulan ulus-devletlerin izlediği ulusal kalkınmacı politikalar ve zaman zaman başvurdukları millileştirmeler, emperyalist sermayece ciddi bir istikrarsızlık kaynağı addedilmekteydi. Emperyalist metropoller açısından bu tür ülkeler, büyük sanayi yatırımları bakımından tekin olmayan, güvencesiz ortamlar olarak değerlendiriliyordu.
Zamanla, nispeten yerinde sayan az gelişmiş ülkelerle büyük bir gelişme potansiyeli taşıyan az gelişmiş ülkeler arasındaki ayrım netleşti. İktisadi gelişmede hızlı sıçramalar kaydetmeye başlayanlar kapitalizm temelinde yol aldıkça, bu ülkelerde burjuvazi dünya kapitalist sistemine iyice eklemlenmeyi şiddetle arzular hale geldi. Önde gelen emperyalist ülkelerin birbirleriyle geliştirdikleri bağların yanı sıra, bunların yeni yükselişler kaydeden orta gelişkinlik düzeyindeki ülkelerle iktisadi ilişkileri de yoğunlaştı. Örneğin Brezilya gibi gelişen Latin Amerika ülkelerine ABD’den çok önemli sermaye transferleri yapılırken, Asya Kaplanları olarak adlandırılan ülkelerde de muazzam bir sanayileşme atağı yaşandı. Böylece sermaye hareketinin büyük bölümünü de bu Asya ülkeleri kendine çekti.
ABD’nin hegemon konumunun pekişmesiyle birlikte dünyanın pek çok bölgesinde Amerikan emperyalizminin borusu öter hale gelmişti. Ancak bu durum hiçbir zaman diğer emperyalist güçleri tamamen devreden çıkarmadı. Emperyalist ülkeler nüfuz alanlarını güçleri oranında aralarında paylaştılar. Zira emperyalist işleyiş kolonyalizmden farklıdır ve hiçbir emperyalist ülke hiçbir bölgede diğerlerini mutlak anlamda dışlayan bir egemenlik tesis edemez. Örneğin Amerikan sermayesinin bir Güney Asya ülkesine akışı, diyelim Fransa’nın ya da Japonya’nın o ülkeye sermaye ihracını katiyetle yasaklamış olmaz. Ayrıca kapitalizmin emperyalist aşaması, çeşitli kapitalist ülkelerin sermaye gruplarını kaçınılmaz olarak muazzam ölçüde girift ilişkiler içine sokar.
Emperyalizm çağıyla birlikte kapitalizmin uluslararası işleyiş ve ilişkilerinde de önemli bir değişim yaşandı. Çeşitli ülke sermaye grupları, aralarındaki rekabet asla ortadan kalkmaksızın, giderek küresel ölçekte birlikte iş görmeye koyuldular. Dünyadaki güçlü finans kapital grupları, büyük tekeller yerküremizin pek çok noktasını son derece karmaşık ilişkiler ağıyla sarmaladıkça, rekabet içinde birliktelik olgusu da çok daha derin ve çelişkili bir karakter kazandı. Birbirine binbir ilişki ile bağlı çeşitli kapitalist ülkelerin aynı zamanda kendi çıkarlarını maksimize etme hırsıyla davranışı, organik bir bütünü zıt yönlere çeken eğilimlerin çatışmasını da beraberinde getirdi.
Kapitalizmin emperyalizm temelinde yol almasıyla, küreselleşme olgusu da sıçramalı tarzda olgunlaşmaya ve giderek daha net biçimde kavranabilir hale gelmeye başladı. Özellikle 60’lar sonrasında hız kazanan bu sürecin ilerleyişi içinde, dünya dengelerini kökünden sarsan bir başka tarihsel olay daha yaşandı. 80’lerin sonu ve 90’ların başında “sosyalist” blokun çöküşüyle birlikte, kapitalist sistemin yayılma iştahıyla göz dikeceği yeni ve büyük bir alan açılmış oluyordu.
Kapitalizmin bu gelişmeyi, adeta kendisine gençlik aşısı oluşturacak bir fırsat biçiminde sunup globalizm propagandasına ağırlık verdiğini biliyoruz. Fakat işin aslında, yoğunlaşan küresel gelişim sistem açısından bir yenilenme ve gençleşme eğilimi oluşturmuyor. Tam tersine bu durum, yaşlanan ve çürüyen kapitalizmin çelişkilerinin yoğunlaşması ve keskinleşmesi anlamına gelmektedir. Kendinden önce yer alan üretim biçimlerine oranla insan topluluklarının iktisadi yaşam koşullarını geliştirip iyileştiren bu sistem artık köhnemiştir. Ekonomik, siyasal, sosyal, kültürel vb. boyutlar içeren çeşitli kıyaslamaları geçmişe oranla değil, geleceğe oranla yapmamız gerekiyor.
Günümüz koşullarında, kapitalizmin üretici güçleri ve yaşam koşullarını eski dönemlere kıyasla nasıl da ilerletmiş olduğu gerçeğinin tekrarıyla asla yetinilemez. Zira dünyamız uzun bir süredir bir bütün olarak sosyalizm için olgunlaşmış bulunuyor. Dünyanın ve insanın esenliği bakımından sosyalizm çoktandır kendini dayatmış durumda. Üretici güçleri insan soyunun çıkarlarıyla uyumlu nitelik ve nicelikte ilerletme ve böylece sosyalizme ulaşma şansı ancak kapitalizmin yıkılması ve dünya üzerinde gerçek işçi iktidarının, yani işçi demokrasisinin kurulması sayesinde yakalanabilir.
Emperyalizm ötesi yeni bir aşama mı?
Üretim sürecinin ve iktisadi ilişkilerin günümüzde 20. yüzyılın başına oranla daha da küresel bir karakter kazanması kapitalizmin yeni bir aşamaya girdiği anlamına gelmiyor. Marksist çözümleme, kapitalizmin emperyalist aşamasının bu sistemin son evresi olduğunu göstermiştir. Bu değerlendirmenin derininde, emperyalizm aşamasına ulaşmış kapitalizmin artık tüm küreyi kucaklayıp en son sınırına gideceği bütünsel bir iktisadi sistem yarattığı hakikati yatıyor. Bu bakımdan emperyalizm gerçekten de kapitalizmin son aşamasıdır. Ama bu niteleme, emperyalizm aşamasının zamanın akışı içinde bizzat kendi temelleri üzerinde geliştiği ve günümüzde çok daha net kavranabilir bir olgunluk düzeyine ulaştığı saptamasıyla çelişmez. Küreselleşme sorunu buradan hareketle ele alındığında, küresel kapitalizmin emperyalizmden farklı ve onu aşan yeni bir evre olmadığı kolayca anlaşılacaktır.
Dünyaya yayılarak küresel bir pazar ve küresel bir sistem yaratmış olan kapitalizm altında, çeşitli uluslar bağlamında bileşik fakat eşitsiz bir gelişim devam eder. Kapitalizmin globalleşme düzeyi, sermaye hareketinin dünyanın uç noktalarına yayılmasından da izlenebilir. Sermaye kârını maksimize edebilme dürtüsü içinde maliyetlerin düşük olabileceği alanlara kayarken, bir yandan da büyük tekeller arasındaki çeşitli evliliklerle çokuluslu tekeller gelişir. Sermaye belirli ellerde toplaşarak yoğunlaşır ve merkezileşir. Böylece küreselleşen kapitalizm ücretli emeğin sömürüsünü de giderek küreselleştirir. Farklı gelişme düzeyindeki kapitalist ülkeler arasındaki eşitsizlik uçurumu kapanmaz, ama geriden gelen ülkelerin de iktisadi gelişme düzeyi yükselebilir. Bunların da diğer kapitalist ülkelerle çok yönlü ilişkileri yoğunlaşır ve derinleşir. Çeşitli ülkeler burjuvaları, dünyada yaratılan toplam artı-değerin paylaşımında rekabet içinde birlikte hak sahibi olurlar. Toplam artı-değer, neticede tıpkı bir ulus-devlet içinde olduğu gibi global düzeyde de sermayelerin büyüklük ve güçlerine göre bölüşülür.
Küreselleşmeyi, kapitalizmin geçmiş dönemlerinin bunalımlı işleyişine son verecek yepyeni bir aşama olarak sunup savunan düzen yandaşları vardır. Globalizm hayranlarının iddialarına gerekçe yaptıkları hususlardan biri de, kapitalist iktisadi ilişkilerin eskiye oranla daha da evrenselleşen karakteridir. Bunların elini ideolojik bakımdan güçlü kılan diğer bir hususu ise, emperyalizm konusundaki bazı önemli Marksist açılımların zaman içinde deforme edilmesi oluşturmaktadır. Lenin’in emperyalizm dönemini tanımlamak üzere sıkça tekrarladığı “can çekişen kapitalizm”, “çürüyen kapitalizm” veya “çöküşe yüz tutmuş kapitalizm” benzeri nitelemeler de deformasyondan nasiplerini almışlardır. Düzen savunucuları, çeşitli Marksist açılımların çarpıtılmış yorumlarına dayanarak, aslında kapitalizmin hiç de Marksistlerin dediği gibi çökmediğini, tersine daha da coştuğunu, coşacağını ve neredeyse ebedi bir düzen olduğunu iddia etmektedirler.
Bu gibi iddiaların dayanaksızlığı bir yana, kapitalizmin kendiliğinden çökeceği yolundaki görüşlerin aslında Marksizmle bir ilgisi yoktur. “Can çekişen kapitalizm” ve benzeri nitelemeler, kimilerince çarpıtıldığı üzere bugünden yarına kesinleşecek mutlak sonuçlara değil, yalnızca tarihsel gidişata işaret etmektedirler. Lenin veya diğer devrimci Marksistler, emperyalizmle son aşamasına yükselen kapitalizmin, gelişimin diyalektik yasası gereği bir iniş eğilimi sergileyeceğine dikkat çekmişlerdir. Bu Marksist değerlendirme, dünya kapitalizminin şu ya da bu sistem kriziyle birlikte ansızın çökeceği veya artık hiçbir yeni genişleme ya da gelişme kaydetmeyeceği anlamında bir “çöküş” teorisi değildir. Lenin dönemi Komintern tartışmalarında bu konu üzerinde durulmuştur. Troçki 1921’de Üçüncü Kongreye sunduğu raporunda, koşulların kapitalizm lehine değişmesi durumunda çöküş eğilimine rağmen üretici güçlerde yeni bir yükselişin yaşanabileceğini belirtir.
Yakın tarihte ve günümüzde yaşanan gelişmeler, bürokratik rejimlerin çöküşüyle kapitalizme açılan yeni alanlarda veya Ortadoğu, Afrika gibi kapitalist gelişme açısından geriden gelen bölgelerde emperyalist güçlerin atağa geçmek istediklerini kanıtlıyor. Yeni yatırım alanları olarak göz dikilen bölgelerde kapitalizmin iktisaden önemli bir atılımı gerçekleştirebilmesi teoride pekâlâ mümkündür. Kaldı ki son Rus ve Çin örnekleri, bunun teorik bir olasılık olmaktan öte pratikte de bal gibi gerçekleştiğini gösteriyor. Fakat bu durumun verili dengeleri değişikliğe uğrattığı, emperyalist güçler arasındaki gerilimi alabildiğine arttırdığı, yeni çatışmaları kışkırttığı ve sınıf savaşını da ergeç kızıştıracağı çok açıktır. Bir de unutulmamalı ki, yeni bir atılım için iştahı kabaran kapitalist organizma artık gençlik döneminde değildir.
Kapitalist sistemin yaşlılık dönemine denk gelen çalımlarına, burjuvazi yoğun bir ideolojik propagandayla bir “ikinci bahar” havası vermeye çalışıyor. Kapitalizmin yeni alanlara daha girift ve yoğun ilişkiler temelinde el atma çabası, emperyalizm ötesi yeni bir aşama olarak empoze edilmek isteniyor. Oysa kapitalist yaşam, bu üretim tarzının son aşaması olan emperyalizmin işaret ettiği çürüme eğilimini hafifletmek, durdurmak ya da tersine çevirmek ne kelime, tüm alanlarda büsbütün şiddetlendirecek gelişmelerle ilerliyor.
Doğrudan düzen yandaşı yazarlar dışında, solda da küreselleşmeyi kapitalizmin yeni bir aşaması bağlamında ele alan muhtelif görüşler ileri sürülmektedir. Örneğin küreselleşmenin, kapitalizmin uluslararası sistem aşamasından uluslarötesileşme aşamasına geçtiği bir süreç olduğu yolunda değerlendirmeler vardır. Şayet uluslarötesileşme kavramı, ulus-devlet olgusunun aşıldığı bir kapitalist aşama anlamında kullanılıyorsa bu yaklaşım yanlıştır. Yok eğer maksat bu değilse, sözcüklerle oynayarak ve düşünsel düzeyde eklektik yapılar inşa ederek gerçekliği kavramak mümkün değildir. Küreselleşmenin emperyalist aşamadan farklı olarak, kapitalist sistemin alt sistemlere bölünmesi anlamına geldiğini iddia eden tezler de aynı şekilde sağlıksızdır.
Bu minvaldeki tezlere göre, kapitalist sistem Almanya’nın başını çektiği Avrupa alt sistemi (AB), ABD öncülüğünde biçimlenen Amerika alt sistemi (NAFTA) ve Japonya’nın önderliği altında oluşan Doğu-Pasifik alt sistemi (ASEAN) olarak üç alt sisteme bölünmüştür. Yine bu tezlere bakılırsa, Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra artık üç kutuplu bir dünyada yaşanmaktadır. Burada sorun, aslında tüm dünya dengelerinin altüst olduğu, böylece sistemin derin bir istikrarsızlığa sürüklendiği ve çeşitli emperyalist birliklerin geleceğinin belirsizleştiği bir konjonktürden, kalıcı bir yeni dünya düzenini tanımlamaya yönelik sonuçların çıkartılmaya çalışılmasıdır.
Kapitalizmin zıt yönlü eğilimler temelinde yol aldığı gerçeğini unutmaya gelmez. Bu hususu unutarak uçlara savrulmak, şu ya da bu eğilimi mutlaklaştırmak veya tamamen spekülatif tarzda teori inşa etmek anlamına gelir. Diyelim kapitalizmin tek bir dünya tröstü şeklinde bütünleşeceğini iddia etmek nasıl mantıksızlık sınırlarına varıyorsa, kapitalist sistemin birbirinden yalıtık alt sistemlere parçalanacağı düşüncesi de öyledir. Büyük emperyalist güçler yalnızca şu ya da bu alana değil, çeşitli alanlara muhtelif derecelerde nüfuz eder ve planlarını da buna göre yürütürler. ABD, yarın öbürgün ASEAN’ın Japonya öncülüğünde kendisine karşı tamamen ayrı bir baş çekmemesi amacıyla, Güneydoğu Asya ve Uzakdoğu bölgesinin dinamik ülkelerini kendi hegemonya alanında tutacak APEC’i inşa etmiştir.[1]
Son dönemlerde yıpranmış görünen konumuna rağmen ABD önde gelen emperyalist güç odakları arasında hâlâ birinci konumdadır. Bu gerçeklik AB’nin önde gelen bazı yetkilileri tarafından da itiraf edilmektedir. ABD ekonomisinin son derece güçlü olduğu, dünyanın bir numaralı ekonomisi olmaya yakın dönemde de devam edeceği ve ABD’nin her alanda dünya liderliğini elinde tuttuğu söylenmektedir. Sovyetler Birliği’nin olduğu bir dünyada kapitalist bloku NATO vb. dolayımıyla hegemonyası altında tutan ABD, daha sonra değişen dünya koşullarına rağmen hegemonyasını yitirmiş değildir. Hâlâ gerek AB gerek Latin Amerika’dan Kanada’ya, Japonya’dan çeşitli Uzakdoğu ve Güneydoğu Asya ülkelerine uzanan diğer bölgesel bloklar üzerinde kontrol olanağına sahiptir. Son yıllarda yoğunlaşan sorunlarına rağmen ABD iktisadi büyüme bakımından rakibi AB’den ilerdedir.
Üretici güçlerdeki gelişimin ulus-devletlere parçalanmış bir dünya realitesiyle bağdaşmadığı ve sermayenin çeşitli üst birlikler oluşturma yoluyla önündeki engelleri aşmaya çabaladığı biliniyor. Kapitalist ulus-devletlerin çeşitli alanlarda izleyeceği politikaların, büyük sermayenin gereksinimleri ile ilânihaye zıt yönde biçimlenemeyeceği de açıktır. ABD gibi büyük ve birleşik bir ulus-devletin rekabet baskısına karşı duramayan ülkelerin, kendilerini ulus-devleti aşan üst birlikler içinde ifade etmeye çalıştıkları bir dünyada yaşıyoruz. Hatırlarsak çeşitli Avrupa ülkelerinin AB’ye giden yolu da bu temelde döşenmişti. Bugün emperyalist güçler yalnızca aşina rakip güçlere karşı değil, olası rakiplere karşı da önlem almak istiyorlar. Fransa Devlet Başkanı Chirac, ABD ve Hindistan’a karşı durabilmek için AB’nin ilerletilmesine ihtiyaç olduğunu dile getiriyor. Keza ABD, henüz açıktan çatışmasa da yükselen güçler konumundaki Rusya ve Çin’e karşı köprü başlarını tutma ve AB ülkelerinin kendinden bağımsız angajmanlara girmesini engelleme telâşı içindedir.
Bazı yazarlarca olduğundan fazla önem atfedilen alt sistemler, olup olacağı, rakiplere karşı biraraya gelme ihtiyacı duyan şu ya da bu kapitalist ülkeleri kapsayan ekonomik birliklerdir. Bu alt sistemlerin mevcut ulus-devlet yapılanmalarına son verecek kalıcı üst-yapılar yaratabileceği düşüncesi teoride mümkün gibi görünse de, pratik değerinin zayıflığı kanıtlanmıştır. Diğerleri arasında güya en inandırıcı görünen kapitalist Avrupa Birleşik Devletleri fikrinin bir ütopyadan ibaret olduğu daha Lenin döneminde ortaya konmuş bulunuyor. Kaldı ki, bugün bu fikir bizzat Avrupa burjuvazisine bile inandırıcı gelmemektedir. Hatta bir ekonomik birlik olarak AB’nin geleceği belirsizdir.
Kapitalizmin tarihinin kanıtladığı üzere, sarsıntılı dönemler eski ekonomik paktları çözer veya bileşenlerini değişikliğe uğratırken yeni birlikler ve yapılanmalar yaratabilir. Dün önde görülen bazı ülkeler gerilerken, kimileri öne fırlayabilir. Nitekim bundan on yıl önce kapitalist sistemin büyük hegemonya oyununda adı geçmeyen Rusya ve Çin’in günümüzde kaydettiği yükseliş aşikârdır. 2004 yılı GSYH’si 1,7 trilyon dolar olan Çin’in dünyanın en büyük 21 ekonomisi listesinde yedinci sırada yer aldığı, satın alma gücü paritesine göre ise dördüncü sıraya tırmandığı belirtilmektedir. Egemen devlet bürokrasisinin tepeden kontrolünün sağladığı baskıcı bir siyasal istikrar altında Çin kapitalizmi gerçekten de pek çok alanda dev adımlarla ileriye koşmaktadır. Bu yükselen konumuyla dünya dengelerini derinden etkileyecek olan Çin, bugün önde görünen ABD-AB rekabetini ikinci plana itip ABD karşısına dikilecek başlıca emperyalist güç olmaya adaydır. Güçlenen Çin, yanına Japonya ve Rusya’yı da alarak ABD’ye kafa tutan rakip bir blok oluşturabilir.
Bu ve benzeri gelişmelerin yaşanması pekâlâ olasıdır. Ama bu gibi noktalardan hareketle, tek bir hegemon güç altında biçimlenen kapitalist sistemin yapılanmasının kesinlikle değişeceğini ve her birinin başında ayrı bir hegemon gücün yer alacağı alt sistemlere bölünerek yoluna devam edeceğini iddia etmek isabetli bir yaklaşım olamaz. Zira şu ya da bu doğrultuda yorumlanmaya çalışılan olasılıklar, aslında oluşacak yeni bir dünya dengesine değil, olsa olsa büyük bir dengesizliğe işaret etmektedirler.
Kapitalist sistemin belirli bir tarih kesiti boyunca varlığını sürdürebilmesi, neticede öyle ya da böyle, görece bir dengeye ve istikrara kavuşmasına bağlıdır. Belirli koşullar altında sağlanan denge durumu, şartlar değiştiğinde kuşkusuz bozulabilir. Fakat kapitalist sistem yıkılmadığı sürece, büyük çatışmalar pahasına da olsa, yeni bir denge ve istikrar arayışı kendini kuvvetle dayatır ve bu ihtiyaç süreci belirler. Emperyalizm çağı, kapitalist dünyada görece istikrarın, nihayetinde sistemin tek bir hegemon güç altında biçimlenmesi sayesinde gerçekleşebildiğini göstermektedir.
Bu gerçeklik, sistemin bütününde yalnızca hegemon ülkenin mutlak iradesinin geçerli olacağı anlamına gelmiyor elbet. ABD emperyalizminin uzun yıllardır devam eden tartışılmaz üstünlüğüne rağmen, diğer emperyalist ülkeler de kuşkusuz şu ya da bu ölçüde güç ve söz sahibi olmuşlardır. Ama kritik durumlarda son tahlilde hegemon gücün belirleyiciliği altında bir uzlaşmaya varılabilir. Emperyalist-kapitalist sistemin yapısal özellikleri, sistemin bekası için bu tür bir işleyişin devamını gerektiriyor. Kapitalizmin birden çok hegemon güç temelinde alt sistemlere bölünmesi, rekabeti tamamen kontrolden çıkarır ve rakip bloklar arasındaki çatışmaları sistemi ölümcül tehlikeye sürükleyecek bir düzeye yükseltir. Böyle bir durum ise kapitalizmi bugünkünden farklı tanımlanması gereken yeni bir denge durumuna değil, olsa olsa sonu belirsiz kaotik bir duruma sürükleyebilir.
Küreselleşmenin kapitalizmin yeni bir evresi olduğu yolunda geliştirilen görüşler aslında birbirinin zıddı çeşitli yönlere açılıyorlar. Ama yine de genelde ortak bir özelliğe sahipler. Zira pek çoğunun üretimi, eski tezlerin biraz makyajlanıp yeni ambalajlar içinde sunulmasına dayanıyor. Bu bağlamda öne çıkan bir örnek olarak, Antonio Negri’nin Michael Hardt ile birlikte kaleme aldığı İmparatorluk kitabı hatırlanabilir. Kitapta, emperyalizm çağının sona erdiği ve imparatorluk çağının başladığı teorize edilmektedir. Yazarlara göre, büyük kapitalist güçler tek bir dünya tröstü içinde birleşecek ve ulus-devletler bu imparatorluk içinde eriyeceklerdir. Açıktır ki bu görüşler geçmişin ultra-emperyalizm teorilerini, Kautsky’leri hatırlatıyor. Gerçi bu tip yaklaşımlar yıllar öncesinde devrimci Marksist yazarlar tarafından çürütüldüler. Ne var ki, çeşitli vesilelerle yeniden ısıtılıp gündeme sokuluyorlar ve işin ilginç tarafı Marksist geçinen çevreler arasında oldukça itibar görmeyi de sürdürüyorlar.
Ulus-devlet aşılıyor mu?
Kapitalizm sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi temelinde yol aldığından, dünya ekonomisinin kontrolü giderek daha az sayıda fakat daha büyük ölçeklerdeki çokuluslu tekellerin eline geçiyor. En önde gelen yirmi çokuluslu tekelin toplam cirosu, sekseni aşkın devletin gayrisafi milli hasıla toplamından büyüktür. Tekelci sermaye ulus-devlet sınırlarını aşan bir hareketlilik sayesinde, ulus-ötesi bir yapılanma ve statü kazanmıştır. Bu gelişme, ulusal sınırların varlığını iktisadi anlamda kuşkusuz önemsizleştirmektedir. Ama siyasal ve toplumsal alan, iktisadi gelişmelere hiçbir zaman çatışmasız ve kendiliğinden biçimde, sorunsuzca ve eşzamanlı olarak boyun eğmemiştir, eğmez de. İşte bu gerçeklik bir yandan kapitalizmin çelişkilerini azdırıyor, diğer yandan da pek çok tartışma konusunu gündeme getiriyor.
Önemli bir tartışma konusu merkezileşme eğilimine ilişkindir. Aralarındaki rekabete rağmen emperyalist ülkeler çeşitli alanlarda üst birlikler oluşturuyorlar. Böylece kapitalist sistem, ihtiyaç duyduğu merkezi bir işleyişi ulus-devlet engeline rağmen bir ölçüde sağlayabiliyor. Elbette kapitalizm altında kaydedilen merkezileşme dünya halklarına ve işçi sınıfına nice ilâve sorunlar getiriyor. Fakat merkezileşme eğilimi, aynı zamanda, insanlığın ulus-devletler temelinde parçalanmışlığına son verecek olan dünya proleter devriminin ihtiyaç duyduğu nesnel zemini de döşemiştir. Kapitalizmin üretici güçlerin kullanımını merkezileştirmesi, bu sömürücü ve baskıcı düzenin aşılıp sosyalizmin inşasının başarılmasını mümkün hale getirmiştir. İşte bu nedenle, Marx’ın da belirttiği gibi, burjuvaziyi merkezileştiren gelişme bir bakıma işçilerin de yararınadır.[2]
Bu ve benzeri açılımları irdelerken, madalyonun diğer yüzünde yer alan gerçeklere de mutlaka bakmak gerekiyor. Kapitalizm altında iktisadi planda yürüyen gelişme eğilimiyle, bunun siyasal ve kültürel alandaki izdüşümlerinin birebir denkliği asla söz konusu olamaz. Örneğin kapitalizm öncesi yapıların yıkılarak son tahlilde işçi sınıfının yararına olacak bir ilerlemenin sağlanması, siyaseten asla onaylanmaması gereken yöntemlerle, en gerici uygulamalarla ve en kıyıcı emperyalist savaşlar eşliğinde tarihin gündemine sokulabiliyor. Böylece kapitalizm tamamen kendine has bir tarzda yol alırken, işçi sınıfına düşen görev de durup kapitalizmi selamlamak değil, kendi devrimci tarzıyla onunla mücadeleyi sürdürmektir.
Unutulmamalı ki, tarihsel açıdan işçi sınıfının yararına olan iktisadi gelişme eğilimleri, yaşam ve çalışma koşullarında kendiliğinden ve kolayına bir iyileşme sağlanması anlamına gelmiyor. Tarihsel bakımdan ilerletici olan eğilimleri gerçek tarihsel kazanımlara dönüştürecek olan sihirli anahtar, yalnız ve yalnızca işçi sınıfının devrimci mücadelesidir. Yoksa büsbütün merkezileşen veya küreselleşen bir kapitalizm altında yaşayıp gitmenin işçi sınıfına durduk yere bahşedeceği bir şey yoktur. Dolayısıyla bu gibi sorunlar karşısında takınılacak siyasal tutum, reformizm ile devrimci çizginin ayırt edilmesine de fırsat sunar. Reformist çizgi, işçi sınıfının kapitalizm altında gerçekleşenle yetinmesini empoze ediyor. İzlenmesi gereken devrimci çizgi ise, geleceği hazırlayan nesnel değişimi, kapitalizmi yıkıp kendi iktidarını kuracak işçi sınıfının siyasal görevleri açısından değerlendirir.
Bir de, reformist ve devrimci eğilim arasında salınıp duran kararsız küçük-burjuva siyasetleri hatırlayabiliriz. Bazıları görünürde devrimci bir tutum takındığı izlenimini verse bile, bu “devrimcilik” son tahlilde tutucu küçük-burjuva anlayıştan kendini tamamen kurtaramıyor. Bu nedenle bu tür siyasetler, diyelim kapitalist küreselleşme karşısında, onu yıkıp sosyalizmin inşasına girişebilecek bir devrimci işçi mücadelesinin yer alabileceğini ve savunulması gerekenin de zaten bu olduğunu kabul edemiyorlar. Onların tüm mantığına, işçi sınıfının küreselleşen bir kapitalizm altında artık mücadele kapasitesinden aciz kalacağı korkusu egemendir. Dedikleri özetle şudur: Proletarya küresel kapitalizmle başa çıkamaz, o halde kahrolsun küreselleşme!
Tarihin akışına ayak uyduracak bir devrimci strateji geliştirmek yerine, tarihin çarkını durdurmayı veya geriye çevirmeyi arzulamak küçük-burjuva solculuğunun şanındandır. Keza bu tarz siyasetlerin zafiyeti AB örneğinde de gözlemleniyor. Zira bunlar, AB’ye katılan ülkelerde işçi sınıfının devrim fırsatını artık kaçırmış olacağı şeklinde yaklaşımlar sergiliyorlar. İnsanlık tarihinin kapitalizm altındaki ilerleyişine kendi dar bakış açısından kılıf biçmeye yeltenen küçük-burjuva solculuğunun, AB ve benzeri tüm konularda burjuva cephenin “evet mi-hayır mı” ikilemine sıkışmaktan kendini kurtaramadığı açıktır. İşin daha da çarpıcı olan yönü, liberal burjuvazinin savunduğu dünyaya açılma perspektifine sözde devrimcilik adına karşı çıkılırken, burjuvazinin en gerici ve şoven kesiminin elinin (bilerek ya da bilmeyerek fark etmez!) güçlendirilmesidir. Özetle, neticede ulusalcılığa yani baskıcı ve izolasyoncu burjuva politikalara prim verilmiş olmaktadır.
Kapitalizmin gerçeklerine dönelim. Birlik ihtiyacı, sermayenin rakiplere karşı daha güçlü olma ihtirasından kaynaklanıyor, ama böyledir diye de ulus-devletler kendiliğinden yok olmuyor. Ulus-devlet formu sermayenin dünyasal hareketiyle ne denli bağdaşmaz görünürse görünsün, çeşitli kapitalist ülkeler arasındaki çıkar çatışmaları, hatta aynı üst birlik içinde yer aldıklarında dahi ortadan kalkmamaktadır. Dolayısıyla sermayenin ulus-devlete duyduğu ihtiyaç da son bulmamaktadır. Günümüzde AB içinde yer alan bazı Avrupa ülkelerini birbirinden ayıran sınırlar sanki yok olmuş gibi görünse de, bu ülkelere ait ulus-devletler hâlâ yerli yerinde duruyorlar. AB’nin bugünkü bileşenleri arasında yarın ne gibi sürtüşmelerin doğabileceği ya da genelde AB’nin akıbetinin ne olacağı şimdilik meçhuldür.
Kapitalizmin küresel gelişimi, ulus-devlet çerçevesinde örgütlenmiş olan kapitalist işleyişi gerçekten de zorluyor. Bu eğilimin bindirdiği şiddetli bir basınç vardır. Günümüzde çarpıcı biçimde yaşandığı üzere, sermayenin dünyasal hareket serbestisine sahip olma arzusu ile rekabet karşısında ulus-devletin koruyuculuğuna sığınma ihtiyacı çatışmaktadır. Her iki eğilim de gerçekliğin bir parçasıdır ve bunlar zıtların birliği temelinde yol alıyorlar. Marx “sermayenin ulusu yoktur” derken, onun vatan ya da millet gibi ayrımlara takılmayıp, en yüksek kârın peşinden gideceğini anlatmak istemişti. Ama diğer yandan aynı sermaye, rakip güçlere kafa tutmak istediğinde kendi ulus-devletini kutsama riyakârlığından da asla uzak durmayacaktı.
Küreselleşme, liberal burjuva yazarların abartılı yorumlarında yansıtıldığı şekilde, farklı sermaye gruplarının ulusal aidiyetlerini ve icabında sığındıkları ulusal limanlarını tamamen ortadan kaldırmıyor. Sermaye grupları arasında gerçekleşen evliliklere rağmen, diyelim Amerikan, Avrupa veya Japon sermayesi arasındaki çıkar çatışmaları veya hegemonya mücadelesi varlığını sürdürüyor. İktisadi yapılanmaları üstünkörü değil de ayrıntıları temelinde yakın plan incelemeye aldığımızda, içerdikleri çelişik özellikleri görüyoruz. Örneğin ulus-ötesi ölçekte hareket eden büyük tekellerin bir kısmı, çokuluslu değil de pekâlâ tek uluslu olabiliyor.
Asıl önemlisi, küreselleşme bugüne dek ulus-devletlerin sayısını azaltmış değildir. Hatta zaman içinde bu sayıda artış söz konusudur. 1945 yılında Birleşmiş Milletler’in kuruluşu sırasında 56 olan devlet sayısı, zaman içinde sömürge imparatorluklarının dağılması ve yeni ulus-devletlerin kurulması veya bazı ülkelerin bölünmesi neticesinde 90’ların sonunda 200’ü aşmıştır. Sermayenin küreselleşmesi gerçeğinin ulus-devlet alanında kısa zamanda ve birebir yansımasını bulacağını veya ulus-devletlerin ekonomik çıkar evliliği yapan farklı uluslardan tekeller örneğince, birbirleriyle kolayca birleşip tek bir imparatorluk içinde eriyeceklerini iddia etmek bugünün gerçekleriyle bağdaşmamaktadır.
Tarihsel, kültürel ve coğrafi bakımdan çok yakın temas noktalarına sahip ulus-devletlerin, örneğin Bazı Avrupa ülkelerinin, birleşip ortak bir ulus-devlet yaratabileceği düşünülebilir. Fakat böyle bir şey gerçekleşse bile, bu durum dünya geneline teşmil edilemeyeceği gibi ulus-devletin ortadan kalkması anlamına da gelmez. Kaldı ki dünya genelini bir yana bıraktık, kimi burjuva yazarların uzun yıllardır bir özlem olarak dile getirdikleri Avrupa Birleşik Devletleri dahi gerçekleşemeyen bir düş olma karakterini korumaktadır.
Hatta AB’nin daha sınırlı bir siyasal birlik hedefini gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceği konusundaki kuşkular günümüzde ağır basıyor. Sorunu salt iktisadi açıdan irdelediğimizde bile, Avrupa Birliği üyeleri arasındaki çıkar çatışmalarının, çekişmelerin son bulmadığını görürüz. Farklı ulusal kimlikleri taşıyan tekellerin, askeri yatırımlar gibi stratejik alanlarda birbirleriyle kıyasıya rekabeti bilinmektedir. Örneğin jet uçakları sanayiinde AB üyesi İngiltere ile Almanya arasında yaşanan zorlu çekişmelerin öyküsü, ulus-devletlerin ortadan kalktığını iddia edenlere ithaf olunur.
Ulus-devlet biçimlenmesi ve özel mülkiyet olgusu, üretim araçlarının özgürce toplumsallaşabilmesinin önündeki başlıca bariyerlerdir. Kapitalizm altında üretici güçler bu bariyerlerle boğuşarak yol almaktadırlar. Ancak yine de, ne küreselleşme ulus-devletleri ortadan kaldırabilir ne de diyelim anonim şirketlerin yaygınlaşmasıyla mülkiyet toplumsallaşır. Öte yandan, kapitalist gelişmenin üretici güçleri ulus-devlet ve özel mülkiyetin aşılmasını zorunlu kılacak derecede geliştirmiş olduğu da tamamen doğru bir tespittir. Ama bu doğru tespit ulus-devletsiz ve özel mülkiyetsiz bir kapitalizmin olabileceğini değil, kapitalizmin sosyalizm doğrultusunda aşılmasının nasıl da zorunlu hale geldiğini kanıtlıyor.
Küreselleşme gerçeğinden ulus-devletin ortadan kalkmakta olduğuna dair bir efsane türetenlere göre, günümüz “küçülen devlet-büyüyen piyasa” devridir. Piyasanın kapitalizm açısından tartışmasız bir öneme sahip olduğu doğrudur, ama devletin küçüldüğü iddiası gerçeklikle ne ölçüde bağdaşıyor? Bu hususun dikkatle sorgulanması gerekir. Evet, devletin daha önce üstlendiği bazı görevler bakımından gerilediği, küçüldüğü söylenebilir. Fakat bu saptama burjuva devletin genel pozisyonunu değil, özel bir durumu, “sosyal devlet” denilen fonksiyonların azalmasını anlatıyor. Bunun dışında, iktisadi kararların alınmasında tek tek ulus-devletlerin etkisinin azaldığı, bölgesel veya üst-birliklerin daha çok söz sahibi olduğu da düşünülebilir. Ancak tüm bu eğilimlere rağmen burjuvazinin kendi ulus-devletine duyduğu ihtiyaç devam etmekte ve hatta sınıflar savaşının görece sakin dönemlerine oranla bugün ulus-devletler yeni görev ve yetkilerle donatılmaktadırlar. Günümüzde dünya ölçeğinde tırmanan gerginliklere bağlı olarak tüm kapitalist ülkelerde devlet askeri açıdan tahkim edilmeye çalışılmaktadır. Yükselen militarizm, işçi sınıfı mücadelesine yönelik baskıcı önlemler, yoğunlaşan faşizan uygulamalar ulus-devletlerin artan etkinliğinin ifadeleridir.
Toparlayıp vurgulayacak olursak, kapitalizm altında küresel gelişim hiç de sanıldığı gibi ulus-devletler arasındaki çıkar çatışmasını zayıflatmadı. Ulus-devlet ötesi çatışmasız yeni bir siyasal ve hukuksal yapılanmanın doğmasına neden olmadı. Tersine, birbirleriyle rekabet içinde olan büyük emperyalist güçler, yeniden paylaşım kavgasına konu olan bölgelerde ulusal ve etnik veya din ve mezhep farklılıklarından kaynaklanan sorunları körükleyerek, milliyetçi çatışmaları kızıştırdılar. Gündemdeki ulusal kurtuluş mücadelelerinin haklılığını asla gözardı etmemek koşuluyla belirtmek gerekirse, emperyalist güçler yeni paylaşım savaşlarına zemin hazırlamak için, aşılmış görünen ulusal sorunları her an kaşıyıp eski yaraları azdırabilirler. Dün Balkanlar’da, bugün Ortadoğu’da veya Rusya’da olduğu gibi, egemenler, kendi çıkarları emrettiğinde ulusal ve etnik ayrımları körükleyerek daha önce oluşmuş çok uluslu bir devleti parçalayıp yeni ulus-devletlerin kurulmasının yolunu açabilirler.
Bugün üretici güçlerin ulaştığı düzey, ulus-devletlere parçalanmamış bir dünyada tam anlamıyla toplumsal ve insanlığın çıkarlarına göre düzenlenmiş bir üretim sürecini zorunlu kılıyor. Ama bize göre bu, kapitalizm altında olanaksızdır. Ne var ki, bu tarihsel zorunluluğun kapitalizm altında karşılanabileceğini düşünenler de var. Bu düşünce sahipleri, aksi takdirde sermayenin bizzat kendi bindiği dalı kesmiş olacağını, bunun da bir saçmalık anlamına geleceğini söylüyorlar. Bunlar kapitalizmde onun içermediği bir mantıklılık ve akılcılık, yani rasyonalite aramaktadırlar. Oysa kapitalizm kendi irrasyonalitesini –hem de icabında akıl almaz bir aptallık ve çılgınlık pahasına– kendi elleriyle yaratan bir üretim tarzıdır. Dolayısıyla, ekonomik gidişatın veya insanlığın ihtiyaçlarının dayattığı zorunlulukların pekâlâ kapitalizm altında da giderilebileceğini düşünme tarzının bizatihi kendisi problemlidir. Bu düşüncede olanlar kapitalizmin çelişkilerini hafife alıyorlar. İnsan yaşamını artık açıkça zora sokan bu çelişkilerin kapitalizmin devrimci tarzda aşılmasıyla değil de, evrimci gelişim yolundan ortadan kaldırılabileceğini tasarlıyorlar. Böyle yapmakla da, hem kendilerini hem de başkalarını kandırmaktan başka bir işe yaramıyorlar.
Tarihte farklı örnekler eşliğinde görüldüğü üzere, bir üretim tarzının içinde artık onun aşılmasını dayatan koşulların olgunlaşması, eski üst yapıyı, onun kurumlarını ve biçimlenmelerini zorlamaya başlar. Gelişimin önüne giderek çok daha ciddi biçimde dikilen engeller, verili üretim tarzının örgütlenme biçimi içinde aşılamazlar. Köklü toplumsal dönüşümler kendiliğinden değil, ancak devrimlerle gerçekleşir. Vaktiyle feodalizmin içinde kapitalizmin gelişmesi, yerelliği aşan yeni tip bir feodal üretim tarzına sıçranmasını değil, feodalizmi aşıp geçecek burjuva devrimleri tarihin gündemine sokmuştu. Bugün de üretici güçlerle ulus-devlet ve özel mülkiyet arasındaki çelişkinin derinleşmesi ve keskinleşmesi, ulus-devlet yapılanmasına veya özel mülkiyete ve buradan türeyen çatışmalara son vermiş bir kapitalizmi getirmeyecektir. Yer küremiz üzerinde yaşanan tüm gelişmelerin dünya işçi devrimini her geçen gün daha da zorunlu kıldığı bir tarihsel dönemde yaşıyoruz; bu böyle biline!
[1] Burada adı geçen bölgesel bloklardan NAFTA; ABD, Kanada ve Meksika’yı içermektedir. APEC ise, ASEAN’ı da kapsayacak şekilde Japonya ve ABD ile Asya ve Pasifik kıyısının on yedi ülkesinin oluşturduğu bir birliktir.
[2] Marx-Engels, Seçme Yazışmalar, c.1, Sol Yay., Kasım 1995, s.214
link: Elif Çağlı, Küreselleşme /5, 12 Haziran 2005, https://marksist.net/node/236